Kalemi Öfkeyle Fırlattım
Geceydi. Ayaktaydık. Üç kişiydik; ben, potansiyel sevgilim ve dolunay. Ve ben ikisine de aşıktım. Sevgilimle, bir süre gözlerimiz sevişti, doyuma ilk ulaşan onunkiler oldu. Dudakları dudaklarıma değecekken kendimi geri çektim. Gözlerini açtı, gülümsedi. Ben dudaklarımı dudaklarına yaklaştırırken gözlerini tekrar kapadı. Öpmedim. Fısıltıyla “beni bu noktadan sonra denize atmayacaksın di mi?” dedi. Tabi ki onu denize atacaktım: kayalıktan aşağı…
Kalemi öfkeyle fırlattım. Az önce beynimde dolanan cümleler, aniden saldıran çekiç sesleri tarafından kafalarına vurularak bayıltılmışlar ve karakteri bozuk bir matkap sesiyle neredeyse sınır dışı edilmişlerdi. “Hiçbir Pazar sabahının bu kadar gürültülü olmaya hakkı yoktur,” diye söylendim kendi kendime ve ekledim, alnımdaki teri silerek, “hiçbir Pazar gününün bu kadar sıcak olmaya da hakkı yoktur. Yazın ortasında olsak bile.” Pencerenin perdesini aniden çektim. Gürültünün kaynağı tahmin ettiğim gibiydi; karşı komşumuz; Emekliyim Anasını Satayım Can Sıkıntısından Yeni Yeni İcatlar Çıkarıyorum Abi ve yanındaki Emekli Değilim Profesyonel Aylağım Ona Buna Hayrına Yardım Ederim Bir Şey Bulamadım İnşaat İzlerim Çukura Bakarım Abi. Kendimi tutamayarak seslendim, “ya abi, abiii!” Sesimi duyurmak için tekrar tekrar bağırmam gerekti. Oh, sonunda! Emekli Abi elindeki matkabı susturmuş bana gülümsüyordu, öylesine de sevimli bir yüzü vardı ki, “ooo, günaydın delikanlı, hayırlı pazarlar, naber?” Öfkem biraz yatışmıştı, “ya Emekli Abi” dedim, “bak bugün Pazar, üstelik sabahın körü yahu... gözünü seveyim biraz sessizlik…” Suratı birden değişti herifin, “işine bak sen delikanlı” diye çıkıştı, “senle hep sorun hep sorun, başkası yok sanki maallede…” Bakamıyordum. Sayesinde işime mişime bakamıyordum, Pazar ya da başka bir gün fark etmiyordu, sıcak soğuk fark etmiyordu; “bakamıyorum” diye bağırdım, “sayenizde bakamıyorum, öptünüz ulan beynimi!” O sevimli yüz birden gitmiş yerini vahşi bir hayvana bırakmıştı, “ne işin var sanki” diye böğürdü, “bilmiyor muyuz bütün gün evdesin… bu işler karı gibi saç uzatmaya benzemiyor delikanlı!” Kan beynime bir anda sıçradı. Elimi kaldırdım, ağzımı en ağır sözler dökülsün diye açtım. Çıkmadı. Tek kelime bile çıkmadı. Pencereyi öfkeyle kapadım.
Masadaki telefonu elime hırsla aldım, açılmasını sabırsızlıkla bekledim. Ve rehberde o numarayı ararken mesajlar ardı ardına geliyordu. Tam beş mesaj… Beşi de Hamit’ten beş mesaj… Mesajları bir an önce kapatmaya çalışırken gelen aramayı istemeden açmış oldum. Arayan Hamit’ti. Alo dememi bile beklemedi, “Alo abi, ben Hamit” diye girdi söze, her zaman olduğu gibi heyecanlıydı. “Biliyorum salak” dedim ona. Anlatmaya başladı, “ya abi ben joystick aldım, tamam mı şimdi…” Araya girdim, “sabahın yedisinde mi buldun ulan…” “Yok abi” dedi, “dün akşam aldım da, oyun yükleyemedim.” İçimden küfürler geçiyordu; biraz sertçe, bilgisayar mı aldırdın oğlum sen kendine, playstation…” Sözümün bitmesini bile beklemedi, “pileysimoyşin abi, yani dükkandaki adam pimeysokeyşin dedi… üç tane de oyun aldım abi.” Elimi saçlarımın arasına soktum, “bir baştan anlatsana, naptın tam olarak.” Telefonu hala kapatmadığıma inanamıyordum. Salak anlatıyordu, “Abi dün gittim o dükkana şu oyun kolları var ya onlardan istiyorum dedim, adam “pileyvokaeyşın” mı diye sordu, olmuşken “pileysiteyton” olsun dedim. Eve geldim oyun yükleyemiyorum, tekrar gittim dükkana, dedim, böyle böyle, oyun yüklenmiyor buna, adam gülmeye başladı; joysticki aldı eline bak dedi şu düğmeye uzun uzun bas bir delik açılacak, diski sok içine, sonra da tam şuradan bir ekran çıkacak…” derin bir of çektim, “ulan Hamit” dedim, “otuz yaşını geçmiş adamsın…” Herif hala, “abi o düğmeye basıyorum basıyorum delik açılmıyor” diyordu. “Hamit, o diskleri al, kutularından tek tek çıkar, sonra kır onları ya da keskin bir aletle parçalara böl, ufalt onları, sonra joysticke o parçalarla tek tek vur, bir delik açılana kadar vur…” derken, adam, “bi deneyim abi, çok sağol” diyordu.
Telefonu hırsla yatağa fırlatıp, defteri kalemi tekrar elime aldım, pencerenin kapanmasıyla daha da bunaltıcı bir hal alan odada, alnımdan terler akarken, aklımın bir köşesine klimacıyla da hesaplaşılacak notu aldım ve yazmaya devam ettim; …ittim onu. Akdeniz’in tuzlu suyunda çırpınırken ve kendini bir süre sonra tutunduğu kayaya çekerken her zamankinden seksi görünüyordu. Neden yaptım… “Hay” dedim kendi kendime kalemi elimden tekrar bırakarak, “aklımdakini unutturdu salak.” Kalktım, yataktaki telefonu aldım, rehberde dolanmaya başladım ki yine çalıyor ve ben yine istemeden açmış bulundum. Şu telefon kadar akıllı olamadığıma mı arayanın Elif olmasına mı söveyim bilemedim, Hamit’i de katıp alayına sövdüm içimden. İsteksizce, “Efendim Elif” dedim. Kırk beşinci yaşını geçen ay kutladığımız ergen kız yalvarıyordu, “Lütfen diyorum sana, bak lütfen…” “Neye lütfen Elif” diye çıkıştım, “ne lütfen, lütfen ne?” Sesini biraz ağlamaklı yaptı, “lütfen ama ya, öğret bana, çok istiyorum, lütfen!” “Bilmiyorum” dedim, “anlamıyorum o konulardan.” Sesi şimdi tecrübeli bir fahişe gibi çıkıyordu, “bak canım” dedi, alev alev bir sesle, “şöyle söyleyeyim; karşılığında her şeye hazırım; her türlü hem de… bak, sınır tanımam; her türlü diyorum.” Telefonu suratına kapattım.
Pencere kapalı olmasına rağmen gürültü giderek artıyordu. Şerefsiz çekiç ve matkap sesi birlikleri işin artık fantezi kısmına geçmişler, beynimi birkaç tur turnike döndürdükten sonra aralarına almış tost yapıyorlardı. Ve beynim korumasızdı. Bu gösteriye en önden bilet almış inek sesi birlikleri… İnek sesi mi? Birden pencereye fırladım. Bizim apartmanın hemen çaprazındaki yapımı yeni biten binanın bodrumuna inekler giriyordu. Bir inek, iki inek, üç inek, dört inek, beş inek… Başka? Başka yok. Tam beş inek sırayla içeri sokulurken, Emekli ve Çukur Abilerin başını çektiği Olay Yeri En İnce Detayına Kadar Soruşturma Ekibi oradaydı, “ya, hayırdır” diye söze girmişti bile Emekli Abi, “burada mı besleyeceksiniz bunları?” “Evet komşu!” diye cevap verdi Kasketli İhtiyar, elindeki sopayı ineklerden birine indirirken de ekledi, “napak, atsan atamayok, kessen kesemeyok!” “Haklısın” diye söze girdi Çukur Abi… Emekli Abi, “yakışır yakışır” diyerek ihtiyarın sırtına pıt pıt vururken pencereyi bir kez daha hırsla kapattım.
Telefonu bilmem kaçıncı kez tekrar hırsla elime alırken söyleniyordum, “yakışır diyor adam ya, daha insan taşınmamış… Belki güzel bir hatun taşınır umuduyla yapım sürecinde tüm gürültüsünü içimize attığımız binaya inekler yerle… Markette karşılaşırız artık; merhaba, durun yardım edeyim… Evet… zor açılıyor biraz bu poşetler. Ben ustalaştım artık. Hadi doldurun siz. Siz yenisiniz buralarda… Aa öyle mi… Şu yeni binaya… Ne güzel, ben hemen çaprazınızda… Pardon isminiz neydi? İnek ha… Ah ne güzel isim!” Sonunda bulmuştum o numarayı, hiçbir engelleme olmadan ara tuşuna bile basmıştım, “alo” dedi karşıdaki ses, “alo abi” dedim, “ben düşündüm de… Varım abi ben, halledelim şu işi…” Sevindi adam; suratındaki o gülümsemeyi, ellerini nasıl ovuşturduğunu bile görebiliyordum.
Telefonu yatağa fırlatır fırlatmaz bir kez daha çalmaya başlayan “From The Dionysian Days”, aynı anda çalmaya başlayan kapının zil sesiyle pek de uyumlu değildi. Kapıya ardı ardına inen tekme sesleri de durumu kurtarmaya yetmiyordu. Arayana baktım; Hamit’ti. Telefonu açtım ve kapıya yönelirken, “ya abi” diyordu Hamit, “ben dediğin gibi ufalttım diskleri, joystike de vurdum dediğin gibi tamam mı, bi şey olmadı abi.” “Hamitciğim” dedim sakince, “topla bütün malzemeleri buraya gel, halletcem ben.” Hamit, “sağol abi, sağol” derken kapıyı açtım. Gelen neredeyse üç yaşındaki yeğenimdi. Kapıyı açar açmaz, “amca, benimle oynar mısın” derken, hala Hamit’le konuşuyordum, “Hamitciğim, gelirken bizim Marangoz Hasan’a da bir uğrayıver, benim bir emanet olacak onda, alıver… Şey Hamit… Henüz cilalanmamış olsa bile al, hiç fark etmez.” Telefonu suratına kapadım, gülümseyerek çocuğa dönüp elimle işaret ettim, “gel hadi, oynayalım” derken merdivenlerden inen annesi, “abi, bi yere kadar gidip gelcem” diyordu. Odaya yönelen çocuk, “ne oynayalım amca?” diye sorarken, Hamit’i aradım, “Hamitciğim” dedim, “gelirken bir de vazelin alırsan, sana lazım olacak.”
Odadaydık. Yeğenim tekrar tekrar, “ne oynayalım amca?” diye soruyordu. Yüzümü görmek için başını yukarı kaldırmış çocuğun ela gözlerine baktım, “ne oynamak istiyorsun?” Heyecanla, “hani oynuyoruz ya” dedi, “ben öğretmenmişim, sen öğrenci…” Güldüm, “peki” dedim, “ne öğreteceksin bugün bana?” Bunun üzerine işaret parmağını ağzına götürerek, “o o o” dedikten sonra odada sekerek tekerleme söylemeye başladı, “bir küçük köpecik varmış, ona kadar saymış; bir, iki, üç, dört, beeeş!” dedi ve durdu. Araya girdim, “hani ona kadardı?” Beni tekrarlamasını istedim, “altı, yedi, sekiz, dokuz, on.” Tekrarladı, “altı, yedi, sekiz, dokuz, on.” “Aferin” dedim başını okşayarak. Çocuk sekerek tekerleme söylemeye tekrar başladı, “o o o, bir küçük köpecik varmış, ona kadar saymış; bir, iki, üç, dört, beeeş!” “On” dedim ısrarla, “on, ona noldu? Say bakayım, altı, yedi, sekiz, dokuz, on.” Saydı, dört, beş, altı, sekiz, beeeş!” İş inada binmişti, bak dedim, “altı, yedi, sekiz, dokuz, on.” Odanın etrafında seke seke dolaşıyordu, “üç, beş, iki, altı, dokuz, beeeş!” Benim yeğenim henüz üç yaşı civarında bile olsa Hamit gibi olmazdı. Bir daha saydım, “altı, yedi, sekiz, dokuz, on.” Çocuk gülüyordu, dalga geçiyordu artiz, “bir, altı, yedi, üç, beeeeş!” “Tamam” dedim, “tamam, öğrendim ben bunu!” Kucağıma aldım ve tavana doğru zıplatıp tuttum birkaç kez, “hadi” dedim, “sen resim çiz biraz, ben de sana yeni masal yazayım.” “Yaşasın, kalemler nerede?” diye sordu sevinçle. Salondan kalemleri ve defterini alıp gelmesini söyledim. Kendim de aklımdaki öyküyü tamamlamak üzere kalemi ve defteri tekrar elime aldım.
Dışarıdaki muhteşem senfoni, aralarına çeşit çeşit araba, iş makineleri, daha bir sürü cart curtu da katarak çok daha sesli bir hale geliyordu. Bu senfoninin gecesi gündüzü yoktu; dalgaları kimi zaman devasa oluyor, kimi zaman küçülüyordu, gerçek şuydu ki; dalga sürekli vardı. Onu kendi sevdiğim seslerle bastırma yöntemini denemiştim. Başlangıçta başarılı da olmuştu bu yöntem. Fakat, artık çok sevdiğim müzikten bile tiksinir hale gelmiştim. Kalem elimde öylece deftere bakıyordum işte, aklımdaki her şey uçup gitmişti.
Kalemi ve defteri elimden rastgele fırlatırken, çocuk dakikalar sonra geri geldi. Ve, “amca beni dövsene” diyordu. Önce şaşırdım sonra güldüm, “döveyim mi?” “Döv beni amca, döv” diyordu ısrarla. Kim bilir ne yaramazlık yapmıştı yine. Beni elimden tuttu, “gel” dedi, “amca, gel sana bi şey göstercem.” Salona girdik. Çocuğun bana eliyle işaret ettiği yere bakıyordum; Aysel’e… Özenle bezenle beslediğim, suyunu hiç eksik etmediğim Aysel’ime… Yaprakları üzerinde sanatsal bir çalışma yapılmış devetabanına bakarken ne diyeceğimi bilemiyordum, ağzımdan kısık bir sesle, “neden yaptın bunu” çıktı sadece. Kollarını iki yana açtı başını omuzları arasına gömerek, bilmiyorum ki amca” dedi, “canım istedi.” Saçlarımın arasından çektiğim elimdeki bir sürü uzun saça baktım ve onları yere bırakırken zil çalıyordu. Aniden, “babam geldi” diye kapıya fırlayan çocuğun ardından baktım.
Gelen Elif’ti. Ben, “ulan senin ne işin var burada, adresi nasıl öğrendin?” diye bağırırken, çocuk, “amca, hani sen aşıksın ya, o abla geldi” diyordu. Elif’in şaşkınlıkla kocaman açılan ağzından tek kelime bile çıkmasına izin vermeden, “sakın” dedim, sakın ha… Çocuk işte.” Bozuk moralle, “neden dedi, ben hak etmiyor muyum aşık olunmayı?” Nerden çıkmıştı bu karı şimdi, “vardır” diye mırıldandım, “bi salak mutlaka bulunur.” Elif bir anda gülmeye başladı, “hadi” dedi, “öğret artık şunu bana.” Çatmıştık belaya. Hem de belanın daniskasına. “Ne öğreteyim” diye bağırırken cebinden bir tomar para çıkardı, “bak” dedi, “mesele paraysa, sorun değil.” Elimi paralı eline savurdum ve salona girdim. Yere saçılan paralara bakmadı bile. Peşimden gelirken, “hadi canım bak” diyordu, “çok istiyorum bunu; erkekleri köpeğim yapmak istiyorum, karşımda havlatmak istiyorum, hatta boyunlarına tasma takıp sokak sokak dolaştırmak istiyorum” diyordu ve koltuğa oturduktan sonra, oldukça masum bir sesle ekledi, “sen bunu biliyorsun, son ümidim sensin.” Gittikçe sinirleniyordum; ve çocuk Aysel üstündeki çalışmasını tamamlamak üzere iş başındayken böğürdüm, “bilmiyorum ulan, bilmiyorum salak! O gün sen üzgünsün, kendine güvenin yerine gelsin diye söylemiştim onları.” Derin bir nefes aldım ve lanet ettim o güne. İş üstündeki çocuk ara ara başını çevirip bana bakarken Elif hala ısrar ediyordu, “ama dedin ki o gün; sendeki bu seksilik, bu zeka, bu gözler bende olsa erkekleri köpeğim yaparım, hatta karşımda havlatırım…” Çalan zil konuşmasını böldü. Çocuk yine “babam geldi” umuduyla koşarak kapıya yönelmişken, “Elif’in kaldığı yerden devam eden sözlerini dinlemiyordum bile.
Gelen Hamit’ti. “hah işte” dedim “Hamit dallaması da geldi.” Bana bakan çocuk masum bir sesle, “amca, dallama ne demek” diye sordu, “babam hep amcan kadar dallamasını görmedim, deyip duruyor da.” Hamit’in verdiği selamı almadan, elindeki sopayı kaptım. İnceledim; özenle işlenmişti, kalınca sopayla elime birkaç kez vurdum, cilasız ve oldukça sağlamdı. Peşimden gelen dallama, “abi cila…” diyordu, “sus lan” diye bağırdım suratına, “sokarım cilana!” Salona girdikten sonra, kapıyı kilitledim, anahtarı cebime attım. Pencereleri ve perdelerini kaparken, sokağa göz attım; üstünde belediye işçisi kıyafetleri olan biri elektrik direğindeydi, bir başkasıysa Emekli Abi’nin evinin bahçesinde Emekli ve Çukur Abilerle laflıyordu. Hamit hala peşimdeydi, “abi vazelin, buyur abi” diyordu. Eline hırsla indirdim sopayı; acıyla kıvranırken, yere düşen kutuya çaktım tekmeyi, “bırak” dedim “onu, sana o kadarını da yapamam.” Ardından, “geçin ulan şöyle” diye bağırdım sinirle, “hepiniz şuraya, duvara dizilin.” Salaklar salak salak bakıyorlardı; anlamaları için Hamit’in bacaklarına sopayla sertçe vurmam gerekti. Hamit kıvranıyordu, Elif korkmuştu ve çocuk ağlıyordu. İki salak duvardaki yerlerini almış afallamış bir halde beklerken, çocuğun yanına gittim ve öptüm, “ağlama” dedim, “şakacıktan yapıyoruz. Oynuyoruz ya hani, sen öğretmen oluyorsun, polis oluyorsun, itfaiyeci oluyorsun… Bak, şimdi de Hamit abin köpek olacak.” Çocuk ağlamayı birden kesip gülmeye başladı, “amca, ben de polis olayım mı?” Okşadım başını, “ol” dedim, “bak şimdi, sen Yapraksız Aysel’in oraya gideceksin, abi havlamaya başlayınca, nani nani vov vov vov yapıyon ya hani, işte öyle etrafta koşacaksın.” Sonra da Hamit’e döndüm, “duydun koçum, geç şu sidiklinin karşısına şimdi, havla lan, havla, avazın çıktığınca havla!” Hamit, dört ayak olmuş Elif’in önünde havlarken, Elif’in hıçkırıkları çocuğun nani nani vov vov vov seslerine karışıyordu. Ve ben “sonunda delirttiniz ulan beni” önderliğinde başlayan ağzıma geleni söylüyordum. Bu iki salak başta diğerleriyle tanıştığım güne lanet ediyor, mahalleden giriyor, medeniyetinin de dünyasının da kıçında delikler açıyordum. Aniden sustum. Ve son kez bağırdım onlara, “yeter, yeter bu kadar! Kapıyı açtım, hadi defolun gidin! Elif ve Hamit arkalarına bakmadan giderlerken, yeğenim bacaklarıma sarılmıştı. Göz göze geldik; sonra onu kucağıma aldım, öptüm, “özür dilerim” diye fısıldadım, “çok özür dilerim.” Az sonra o da annesiyle babasının iş yerine doğru yol alacaktı.
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Telefon elimdeydi, “alo abi” dedim, “hazır mı?” Onayı aldım. Beni bekliyorlardı. Defalarca yaptığımız, üstünden geçtiğimiz, bir şaka olarak doğan planımız gerçekleşmek üzereydi. Evden çıktım ve beni alacakları yere hızla ilerlerken, mahalleli evlerinin duvarlarını, tüm mahalleyi inleten, yerinden titreten bol git-gelli böğürtüsü bol, ölümcül bir müzikle deliye dönmüş olmalıydı, ve elektrik, telefon direklerine, Emekli Abi’nin evinin balkonuna, bahçesine yerleştirilmiş güçlü hoparlörlerden bangır bangır gelen müzik susacağa benzemiyordu. Kısa yürüyüşten sonra oradaydım. Arabanın açılan arka kapısından içeri girdim, oturdum. Ön taraftaki ikisine sessizce kafa selamı verdim, arka sol cam tarafında oturana göz kırptım ve sessizce ortamızdaki elleri, ayakları, ağzı, gözleri bağlı baygın herife baktım, “canım Emekli Abim” diye geçirdim içimden ve araba hareket ederken, onu kelinden öptüm.
YORUMLAR
E duvarlara ses yalıtımı yapsaydı kahramanımız kafatası çatlamayabilirdi.
Kötü kedi Şerafettin seni. )
olricx
bir de her şey kuralına göre gidince olmuyor, bir yerlerde, gerekirse kahraman beyninde bir aksaklık olacak ki tadı çıksın.
hörmetler.
lacivertiğnedenlik
hörmetler. bu arada müzik harikaymış.