- 572 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“İnsanın Kendini Aldatmasının Bir Faydası Yok. Her Şey Boş!”
İnsanın inandığı ideallere değerlere yaptığı işe yada sevdiği bir insana kendini adaması, onu içinin derinliklerinde huzurlu mutlu kılabilir, kendini sevmekten sorgulamaktan aldatmaktan alıkoyabilir mi …
Bunun böyle olmadığını bir çok alanda silinmez izler bırakmış insanların hayatlarını irdelediğinmizde görebilmeniz olası.
Öncelikle insan kendini aldatmadan ve hayatın renklerine aldanıp kanmadan becerebilmeli yaşamı .
Üç ay kadar önceydi sanırım. Şehir hatları motorlarından birinin güvertesinde oturuyordum. Hemen yanıma sürmeli güzel gözlerindeki durgun ve sessiz anlamı çözemediğim çok genç bir kadın temiz yüzlü duru bakışlı genç bir erkek ve 6-7 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim terbiyeli ve günümüz çocuklarının aksine biraz da çekingen çok sevimli bir kız çocuğu oturdu. Belli ki aile idiler. Çocukla diyalog kurmakla başlayan sevecen yaklaşımım onlara ‘vapur çayı’ ısmarlamaya kadar uzandı. Güneydoğu Anadolu’nun bir şehrinde yaşıyorlardı. İstanbul’a bir yakınlarını ziyarete gelmişlerdi. Çocuğun sesini ismini söylerken duydum yalnızca. Annesi yol boyu hiç konuşmadı. Babası çay ücretlerini ödememe izin vermezken benimle iletişim kurmanın mümkün olup olamayacağını sordu çok zarif bir üslupla. Facebook la mümkün olabileceğini söyledim.
Daha sonraki günlerde ‘arkadaş isteğiyle’ karşılaştım. Onayladığımda sayfalarında bu güzel ve
Sevimli ailenin çeşitli fotoğraflarıyla karşılaştım. Geçen süreçte sayfamdaki iki-üç kadar yazıma yaptıkları beğeni ile karşılaştım o kadar.
Bayram öncesi hiç olmadığı üzere mühür gözlü genç kadının kendi fotoğrafının altına “hayat bazen çok sıkıcı oluyor.” Cümlesiyle karşılaştım. Sayfasındaki tanıdıkları “ne oldu bir şey mi var?” diye sorsalar da cevap alamadılar.
İki gün sonra canına kıymış olduğu duyurusu nu paylaştı yakın dostları!
Ne güzel insanlar sevmişim hayatımda ben meğer …
Üstelik onları aramaya bulmaya ve sonrasında sevmeye çalışmadan…
İlginçtir ki onlar hayatımın farklı dönemlerinde kendiliklerinden karşıma çıkmış ve kendilerini ciddi biçimde tanımamı anlamamı ve sevmemi istemişlerdi adeta…
“Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir “ sözü bu anlamda benim hayatımda da yerini bulmuş oldu.
O insanlar ki; sıra dışılıkları kişilikleri yaşamları idealleri inançları dünya görüşleri savaşımları ile
çeşitli alanlarda gösterdikleri başarılarla adlarını dünyaya duyurmuş ve unutulmazlar arasında yerlerini almışlardı.
Öyle de olsa o insanı çok derinden çok inceden ve müthiş hissedişlerle özünde tanıyabilmek anlayabilmek ve sonrasında sevebilmek hiç de kolay rastlanılır bir durum değildir.
Bana göre bu, sonsuz bir okyanusta dünyanın en nadide incisini arayıp ve sonunda onu bulmak gibi mucizevi bir buluşmadır bence.
Nazım’ın Beş Satır’ında olduğu gibi:
annelerin ninilerinden
spikerin okuduğu habere kadar
yürekte, kitapta, sokakta
yenebilmek yalanı
anlamak sevgilim
o ne müthiş bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı...
Evet! Anlamak ve Sevmek…
Başkalarının onu neden anlamadığını ne için sevmediğini hatta küçümsediğini sorgulamadan...
Kendi anladıklarının kendi keşfettiklerinin doğrultusunda kabullenip sevebilmek.
Söylemek istenenleri bir kaç tuş yardımıyla zahmetsizce elde edip kopyalayıp birkaç satır da kendi yorumunu katarak “araştırma” adı altında sunmak anlamında değildir benim demek istediklerim.
Acaba kaç kişi kendini tüm çıplaklığı samimiyeti dürüstlüğü ile acımasızca eleştirmiştir dersiniz kendiniz de dahil…
Tolstoy, ömrünü “doğru”yu bulmaya adamış ve bu uğurda bir tren istasyonunda ölmüş bir filozof-yazar.
Tanrı, din, yaşam, ölüm hakkındaki birçok düşüncesini çarpıcı şekilde dile getirmiş.
O ‘nu sevmemin belki de en önemli sebebi bu açık sözlülüğü ve olduğu gibi görünmesidir.
Yaşamı boyunca kusurlarını kapamaya çalışan, değerleri sorgulayan, insan ikiyüzlülüğünü anlatan, her koşulda yalnız olduğumuzu gösteren, özeleştiriyi de sonuna kadar yapan alçakgönüllü bir adamdı Tolstoy.
Yaşamın değerinin ne olduğunu bulamadan öldüyse de, bu yola çıkmış olmasına kadarki artıları yadsınamaz.
Lenin’in de dediği gibi “Tolstoy, devrimin aynasıdır.”
Annesi soylu bir aileden geliyor ve prenses ünvanını taşıyordu. Keza babasının da durumu çok iyidir. Annesi, Tolstoy iki yaşındayken ölüyor. Derken, seneler sonra babası öldüğünde Tolstoy dokuz yaşına giriyor ve geriye kalan beş kardeşi büyütmek görevi halalara kalıyor. İki halası da dindar ve yardımsever. Kocaman çiftliği dilenciler ve köylüler ile dolu. Bu insanlara her gün yemek, su ve kalacak yer veriliyor karşılıksız.
Lev Nikolayeviç, üniversiteye başladığında ömrünün sonuna dek ilgisini kaybetmeyeceği Arap-Türk dillerini seçiyor. Daha sonra ise kumara ve içkiye olan düşkünlüğünden dolayı kürkçü dükkanına, yani çiftliğe geri dönüyor.
Tolstoy’un güzide eserlerinden biri olan Çocukluk’ ta annesinin cenazesi başındaki Nikolai, herkesin ikiyüzlü olduğunu düşünmekte idi. “Gözyaşlarında bile bir çıkar kaygısı vardır insanların” diyordu kitapta. İçtensizlikten, yapaylıktan acı duyardı Tolstoy.
Düşünen hisseden ve anlayabilenler için hayat bir aldatmacadır. Onu yaşasan da olur yaşamasan da!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.