- 2702 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Neden liberal demokratım ? İşte hikayem !
"Rüzgar geçtiği yerlerin kokusunu taşır." demiş ya Hafız-ı Şirazi.
Ben de "yazarak" yaşadığım yılların,geçtiğim yerlerin bende bıraktığı "tadı" paylaşmak istedim /istiyorum.
1960 yılıydı.
Eniştemin Aşağıova’daki tarlasında karpuz çapalama zamanıydı.Biraz para verince kasabaya sevdiğim şeyleri almaya gelmiştim.
Baktım parkta insanlar radyonun başına toplanmışlar,merakla dinlemekte idiler.Ben “savaş” çıktı sanmıştım,koşa koşa bostan tarlasına vardım.Ulaklık yapıp,bunu iletmek için ama çıkan “savaş” yok,olan “darbe” varmış!
Demek ki günlerden tam da 27 Mayıs 1960 imiş.
“Darbe” kavramını anlayacak /anlamlandıracak yaşta değildim henüz.
Sonra 1963 ve 1967 Kıbrıs olayları dün gibi aklımda.Hatta Edirne’deki Tunca’nın setlerine “konuşlandırılan” uçaksavarlar da.
Ortaokul yıllarında,”Kıbrıs bizim canımız,feda olsun kanımız” diye okulca yaptığımız yürüyüş de.Ve o zaman popüler artisti olan Necdet Tosun’un Kırklareli’ni ziyareti sırasında,arkasına meraktan takılıp,yürümemiz de.
O yıllarda kasabamızda elektrik yoktu.
Bir gün seyyar sinema gelip,Tahir Aga’nın duvarında perde çekilip,oynatılan filmler de:Biri “İki Çalgıcının Seyahati”,diğeri de “ Yeşil Köşk’ün Lambası”…
1965-70’ lere geldiğimizde de kitaplarla “tanışıklığım” artmıştı.
Yaşar Kemal,Fakir Baykurt,Bekir Yıldız ile Leo Huberman’ın “Sosyalizmin Alfabesi” okuduğum kitap ve yazarlardı ilk anda.Ecevit’in de yazdığı “Özgür İnsan” dergisi takip ettiğim yayınlardı,”Yön” ve “Devrim” gazeteleri de.
“Dünyayı tanımak istiyordum”,sonraki yıllarda da “değiştirmek”.Lakin hayat,insanın kafasının içindeki gibi olmuyor(muş)!
“Solcu” olmak doğuştan “doğru”,“haklı” ve “adil” olmaya yetmiyormuş.Mesele hangi görüşten olursa olsun insanın,onun içini dolduracak birikime sahip olmasıymış.Ve insanın kişiliğinin,kimliğinden önemli olması da ‘derin” bir konudur demeliyim.
Ve 1980 ‘e kadar da “sol literatürün” büyük kısmını okudum.Hem kitap,hem dergi,hem de gazete olarak…
Töb-der üyesi olduğum meslek örgütüydü.
Her gün ölüler ve ölümler sokakta!Korku, toplumu teslim almıştı sanki!
1 Şubat 1979.
İstanbul’daydım,Mardin’e gitmek için de garajda.Hava pusluydu ve her taraf polis kaynıyordu.Meğerse Abdi İpekçi öldürülmüş;12 Eylüle giden yolların taşları döşenmekteymiş.Ama nereden/nasıl bilecektik ki?
Ve 12 Eylül.
Nusaybin’de bir arkadaşımın evinde misafirken,bu tarihe tanıklık etmiştim.Neredeyse 40 yıl geçmek üzere.
Kendi adıma “ayaklarımızın suya erdiği” yıllar oldu…
1989 ‘da yıkılan “Berlin Duvarı” ile 1991 ‘de dağılan “Sovyetler Birliği” bizim kuşağı içsel bir yolculuğa davet eder gibiydi.
Ve ilk anda “Sovyetlerdeki” hayat ile “Nazi Almanyasındaki” hayatın birbirine ne kadar benzediğini gördüm.Epeyce okumalar yaparak ve “Kölelik Yolu”(F.Hayek ) adlı kitabı defalarca okuyup,inceleyerek!
Bir “rejim” salt düşünce ürünü insanı hedefliyordu,diğeri de salt “duygularıyla” hareket eden insanı.Çok karşı olmalarına rağmen “tek tip insan yaratmada” benzeştiklerine tanıklık ettim kendi adıma.En çarpıcı örnek de şu olsa gerektir:
2.Dünya Savaşı öncesidir.Günlerden de 23 Ağustos 1939:Molotov ile Von Ribbentrop anlaşma imzalıyordu.Ertesi gün Fransa Komünist Partisi Genel Sekreteri İnsaniyyet adlı dergide bunu yani "yapılan anlaşmayı" Hitler-Stalin paktının "emperyalist kapitalistlere karşı kazanılmış bir zafer olduğunu" yazmaktaydı.(Engin Ardıç,Mustafa Kemal Sizin Gibi Kıro Değildi,S/34)
Oysa insanın hem düşünce hem de duygu dünyasının birlikte olmasının bir “değer” olduğunu geç de olsa “yakalamıştım”.
Demokrasinin de buna fırsat veren bir sistem olduğunu.
Bu arada,A.Lincoln’ün demokrasi tanımıyla karşılaştım:
-Demokrasi,halkın,halk için,halk tarafından yönetilmesidir!
Eee diye hayret ettim.
Diktatörlüklerde de “halk yönetimi” vardı tabi ki.Adı ne olursa olsun fark etmiyordu üstelik:komünizm,nazizm,faşizm de tabi.Çünkü özne “halk” değil,bir başka güç idi.
Bu arada “sandığın” güç ve önemine tanıklık ettim öncelikle.Onu küçümsemenin,halka bir katkısı olmadığını,tam tersine “darbelerin” bu yolla meşruluk kazanması da öğrenmelerim arasında oldu.
Çünkü demokrasinin en büyük gücünün,halkın rızasından geçtiğini öğrendim diyebilirim,darbe ve cuntalardan değil…
Serbest seçimler ile “sandığın” demokrasinin olmazsa olmazı olduğu da artık bilgi dünyamda idi.
Ancak “çoğunlukta” olmak ile “çoğulculaşmanın” da aynı şey olmadığını öğrenmem de biraz zaman aldı demeliyim.
Ve nihayetinde,hayatın “ideolojileri” aştığına tanıklık ettim /ediyorum kendi adıma.
Klasik “sağ” ve “sol” kavramlarının hayatı anlamlandırmada çok yetersiz kalmasına da.Bu konuda, akademisyen-yazar Anthony Giddens’ın "Sağ ve Solun Ötesinde" adlı kitabının derin bir kaynak olduğunu belirtmek isterim.
Çünkü her iki “yelpazede” de bir eksiklik vardı bence.Biri “düşünce ve ifade hürriyetine” vurgu yaparken;diğeri de “din ve vicdan hürriyetine” vurgu yapıyor ama ikisi de “iktisadi hürriyet” kavramını neredeyse yok sayıyordu.
Oysa her insanın bir mal edinme ve edindiği mal üzerinde tasarrufta bulunmak hakkı önemliydi.Bu da “kumanda ekonomisiyle” değil,sadece piyasayla mümkün olabilecekti.
Bu anlamda “serbest piyasa” kavramı ilgimi çeker oldu.Hatta ilk Kopenhag Kriterlerinde, bu kavramı duyduğumda çok “merak etmiştim” bunu 1993-94’lerde.Şöyle diyordu 22 Haziran 1993 tarihli kararlarda:
İşleyen ve aynı zamanda Birlik içinde rekabetçi baskılara ve diğer serbest piyasa güçlerine dayanabilecek bir serbest piyasa ekonomisinin varlığı.
Ve okumalar yaptım kendimce.
Hani Karacaoğlan,” Ben de güzel sevdim kendi halımca “der ya.
“Serbest piyasa” kavramının demokrasi için “gerek şart” olduğunu öğrendim,”yeter şart” olmadığını da bu okumalarda.
Bugün yeryüzünde “serbest piyasayı” uygulayan her ülkede tam demokrasi vardır diyemeyiz ama demokrasinin geliştiği her ülkede mutlaka serbest piyasanın var olduğunu belirtmek isterim.
Ülkemiz anayasası dışında,Japon,Kanada,Almanya ve İspanya anayasaları biraz “çalıştığım” konular oldular.
Hem ekonomik/siyasi anlamda “serbestleşmeye” vurgu yapıldığına,hem de devletin,özellikle “dezavantajlı” gruplara karşı sosyal sorumluluklarına dikkat çekildiğine tanık oldum.En başta “hasta”,”yaşlı” ve “yoksullar” üçlüsüne…
Japon anayasasının ilgili maddesi aşağıdaki görevleri yüklüyordu devlete.Ve aynı anayasanın 92,93,94 ve 95 .maddeleri de vali ve belediye başkanlarının “seçimle” işbaşına geleceklerine yer veriyordu.Ayrıca Japonya’da fert başına düşen milli gelirin de 43 bin dolar civarında olduğu aklımızda olsun isterim 2016 itibarıyla.
Madde 25 — Gerek maddî gerekse kültür bakımından her vatandaşın asgarî bir hayat seviyesi temin etmeye hakkı vardır. Cemiyet hayatının her sahasında sosyal refah ve emniyetin ve umumî hürriyetin inkişaf bulması ve yayılması için Devlet, lüzumlu tedbirleri almak mecburiyetindedir.
Madde 93 — Mahallî idareler, kanun dahilinde, kendi müzakere organları olarak meclisler kurarlar. Mahallî idarelerin bütün yüksek icra memurları, mahallî meclis üyeleri ve kanunla gösterilen diğer memurlar her mahallî mıntıka dahilinde tek dereceli seçimle seçilirler.
Liberal literatürü de epeyce okudum.Çok farklı ifadelerle kendini “tanımlayanlara” tanıklık ettim.Klasik liberali de var,libertenyeni de,anarko-kapitalisti de,Marksist liberali de var,sosyal liberali de ve sosyalist liberali de…
Ama tek başına,bir düşünce ya da ideolojinin hayatta “egemen” olduğunu görmedim / göremedim."Egemen" olduğu devletlerin de hali ortada.(K.Kore en canlı örneği.)
Ben insanın “zenginleşmesinin” serbest piyasadan geçtiğine inanmakta ve devleti de reddetmemekteyim.Hatta özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engellemek için devlete ihtiyaç vardır;devletin denetlenmesi için de özgürlüklere derim hep.Karşı olduğum “devletin” piyasada oyuncu olması,düzenleyici olması değil.Çünkü şu sözü çok anlamlı buluyorum:
-Özgür toplumda devlet,insanların işlerini yönetmez,kendi işini yöneten insanlar arasında adaleti sağlar. (Walter Lippman)
Biraz uzadı.
Önce bu “hikayemi” kısaca şundan yazdım.
Günlük dilde sohbeti çok ettiğim için,en çok “Hocam siz necisiniz,ne düşünmektesiniz ?” sorusuna çok muhatap olmaktayım.
Hem bunu merak edenlere,hem de okuyanlara net cevap vermek isterim.
-Ben ekonomide “serbest piyasadan”,siyaseten "çoğulcu demokrasiden" ve moral değer olarak da “sosyal devletten” yanayım.(Burada bir parantez açıp,"moral değer " kavramına dikkat çekmek isterim:Kelime olarak "maneviyat" anlamına gelirken,felsefi olarak beğeni ve değer takdir duygusunu ifade etmektedir.)Ama esas olan "sınırlı devlet" kavramıdır yani devletin hukukla sınırlandırılmasıdır.
Peki ülkemizde böyle bir siyasi yapı var mı şu an diye sorduğunuzu duyar/görür gibiyim.
Yok.
Halkı anlamadan,ona değerli olduğunu hissettirmeden olmaz diye düşünmekteyim.
Halkı “bidon kafalı”,”göbeğini kaşıyanlar”,”makarnacılar” gibi nitelemelerle ne demokrat olunur, ne liberal, ne de sosyal demokrat…
Hazin olan şudur ki,bu nitelemelerin M.Kemal Atatürk’ün arkasına sığınarak yapılmasıdır.
Hem de şu özlü sözüne rağmen:
- Giriştiğimiz büyük işlerde,milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.
M.Kemal Atatürk’ün dahi “sağduyusuna” dayandığı/ güvendiği bu halkın,nasıl ve niye“bidon kafalı” olduğunu bilen,gören var mı?
Tabi bunu yazan ve buna inananlar hariç!
Bu "anlayış" ve "düşünce "olsa olsa bütün "totaliter "düşüncelerin "babası" sayılan Hegelci "felsefenin "günümüzdeki tezahürleridir denebilir.
Çünkü Hegel (1770-1831) şöyle yazmaktaydı yıllar önce :
-Kamuoyunu (kitleleri) hor görmeyi öğrenmemiş olanlar,hiçbir zaman büyük işler başaramazlar!(Taha Akyol,Bilim ve Yanılgı,S/149)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.