- 692 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
500 – ESİR PRENSES
Onur BİLGE
“Esir Prenses,
Bir akşam yemeğe davet etmiştin ya beni. Annenle tanıştırmak istemiştin. Babandan ayrılalı beş yıl kadar olmuş. Annen bile arkadaşlık etmek istemedi benimle de anneannenle yarenlik ettik. Demek ki ben senin annenin bile akranı değilmişim. Ne acı!..
Anneannenle çok samimi olduk. İstanbul’dan bahsettik. Eski halinden… O güzelliklerin maziye karıştığından söz ettik. Şair kişiliğimle ilgilendi. Şiire meraklıymış bir zamanlar, bir şeyler karalarmış. Bir şiir defteriyle bir de hatıra defteri varmış. Kilitli olmasına rağmen geceleri yatağının altına saklarmış. Hayalleri bitince, beklentileri gerçekleşmeyince, hele bir de hiç istemediği birine gelin edilince, baba ocağından çıkmadan önce ikisini de yırtıp sobada yakmış.
Aradan on yıllarca zaman geçmiş. Yarım asır devrilmiş bitmiş, gençlik ihtiyarlığa çevrilmiş gitmiş, hâlâ o günleri andıkça gözlerinin içi parlıyordu. Belki de içinin içinde o ilk aşkı olduğu gibi duruyordu. Ne saçları dökülmüş ne de ağarmış… Yine öyle çam yarması gibi burma bıyıklı bir delikanlı… O zamanlardaki kadar yakışıklı, alımlı çalımlı…
Hayal bu ya… Düşlere sınır yok. İstediğin gibi hayal et, dilediğin gibi düşle! İşte onunki de benimki de öyle! Bir şeyden bir şey olacağı yok ama bir sürü beklenti bin bir düş duruyor içimizde. İkimiz de trenleri çoktan kaçırmışız. Arkasından bakakalmışız.
Hayat acımasız! Hayat yaşanası değil, bir zamandan sonra hele. Hem de ne acımasız! İnsanlar da birbirlerine karşı öyle… Anneannen diyorum. Haydi anneni geçelim, bırakalım bir tarafa da… Anneannenle bile o kadar çabuk kaynaştığımız, o kadar samimi bir sohbet yapmış olduğumuz, hatta birbirimize şiirler okuduğumuz halde yıldızlarımız bir türlü uyuşamadı. Daha o gece beni geçirdikten sonra, daha ardımdan kapıyı kapatır kapatmaz sana:
“Ne işin var senin böyle at hırsızı gibi adamlarla! Bir daha konuşma onunla! Böylelerinden insana zarar gelir! Hiç gözüm tutmadı! Serserinin biri! Sen daha çok genç bir kızsın, o ihtiyar kurt! Senin dengin mi o süfli adam!..” demedi mi!
Sen de müdafaaya geçince söylediklerindeki haklılığını ispat etmek istercesine şöyle devam etmedi:
“Bu adamı hiç mi hiç gözüm tutmadı çocuğum! Hele sana bakışlarını hiç beğenmedim! Ondan uzak dur! Aksi takdirde babana haber vermek zorunda kalacağım!” diye seni tehdit etmedi mi!
İşte sevdiceğim! İnsan bu kadar riyakâr! Bu kadar gaddar! “Bende mi bir şey var acaba?” diye kendime soruyorum, bir kusur bulamıyorum. “Neden herkes bir adım geri kaçıyor benden?” diye soruyorum nefsime, geçerli bir cevap bulamıyorum. Acaba insanlara ne yapıyorum ben? Nasıl görünüyorum gözlerine? Bir cani gibi mi? Ya da ırz düşmanı falan? Altımda atım arabam olmadığından mı acaba bu suizanlar? Acaba zengin olsaydım, seni alıp giden adam müsveddesi gibi benim de değerim olur muydu onların gözlerinde? Olurdu ya… Olurdu mutlaka… O zaman sorun yaş farkı falan da değil… Devir para devri… Varsa pulun, herkes kulun… Paran varsa herkes kulun, paran yoksa dardır yolun…
Issız sokaklar yolum oldu benim. O daracık Kaleiçi sokakları, taşlı tozlu sokakları Antalya’nın… Dostu olmazmış düşenin, söndüreni olmazmış yananın. Ne yapacaktı ki yaşlı kadın! İkaz edecekti torununu tabii ki! Ben olsaydım, ben de öyle yapardım! Ben senin de annenin de değil, olsa olsa onun akranıydım.
Ne kadar utanıyorum yaşımdan başımdan! Zaten utanmamış olsaydım, kendimi sana layık görseydim, çoktan ilan-ı aşk eder, seni elde etmek için her yolu denerdim!
O da senin akranın değildi ama zengin olduğunu söyledi, gözünüzü boyadı, sizi kandırdı. O da benim gibi şair geçinenlerdendi. Ağzı iyi laf yapıyordu. İlkten annenle tanıştı, ona kur yaptı bir süre… Şiirler, çiçekler, parklarda bahçelerde geziler falan… Sen anlatmıştın ya… “Sonra bana döndü birden. Çünkü annem kolayca razı olmuştu onunla evlenmeye, hatta can attığını da gizleyememişti.” demiştin. O da daha zor olana el attı. En azından şansını deneyecekti. Göle maya çalmak gibiydi onunki. Çaldı da tuttu bile üstelik!
“Ben olamadım bari kızım mutlu olsun!” diyerek geri çekildi annen. Kızını öne sürdü, çaresiz. Tüm servetini öne sürdü ve “Rölans!.. “ dedi, bütün cesaretini toplayarak. Adam hemen atladı, yüreği hoplayarak!
Ona kur yaparken çok şiirler okumuş, yüzüne hayran hayran, gözlerine baygın baygın bakarak. Annen dayanamamış o komplimanlara, mayışmış. Haziran güneşinde kalmış mum gibi erimiş, yayılmış. Mala mülke, gelire sayılmış gençliği kızının. Körpeliği o şair müsveddesinin damağına yayılmış.
Daha cicim ayında başlamış tartışmalarınız, kavgalarınız. Aymaz anan işte o zaman ayılmış. Yayılmış dört bir yana geçimsizliğiniz.
Bu konuyu önce annen ve anneannenle konuşmak isterdim ama onlar benimle görüşmeyi kabul etmezler. Keskin baltamı taşa vurmaya gerek yok. Onlar beni adam yerine koymadılar, ben de onlara değer vermiyorum. Yok onlar! Onlar diye birileri yok! “Sen varsın!” demiştin bana. Benim için de yalnız sen varsın!
İki hafta kadar önce yan komşunun tavukları benim bahçeye girmiş. Ben evdeyim zaten çiçeklere falan zarar verdirmem ama o fark etmiş ikisinin eksik olduğunu. Duvardan seslendi. “Komşu! Benim tavuklar senin bahçeye mi atlamış?” diye. "Atladılar ama zarar yok. Ben buradayım, bakıyorum.” dedim. “Olmaz, olmaz! Kişele de gelsinler buraya! Ya da ben geleyim!” dedi. “Zahmet etme! Tutup vereyim! Bekle biraz!” dedim. Tutmaya çalışırken birinin kanadı az daha elimde kalacaktı! Diğeri atladı, kaçırdığım da arkasından… Laf arasında onları satacağından bahsetti. Ben de meraklandım. O zamana kadar hiç tavuk beslememiştim. Maddi durumum da iyi değildi. Bari birkaç yumurta yaparlar, yiyeceğim oradan çıkar. “Bana sat onları!” dedim. Üç aşağı beş yukarı pazarlık ettik beş tavukla bir horozu aldım. Birkaç ev ötedeki marangozdan çıta, nalburdan kümes teli aldım. Bahçenin köşesine derme çatma bir kümes yaptım, içine koydum onları. Yemlikleriyle suluklarını verdi satan.
Adam tavukları sattı ama onlardan vazgeçemedi. O günden sonra her gün duvardan nasıl olduklarını sordu durdu. Düşünüyorum da… Adam sattığı tavuklarla horozun seslerini duyacak, onları görebilecek kadar yakınken bile hallerini, ne yiyip içtiklerini, güneş alıp almadıklarını, sağlık durumlarını, hatta yumurtlayıp yumurtlamadıklarını bile soruyor da senin ne biçim bir ailen var ki seni arayıp sormuyor, sana sahip çıkmıyorlar!
Baban yıllar önce evi terk etmiş, kendi keyfinde… Annenle anneannen, seni benden bile esirgerlerken, elin İzmirlisine verdiler, gurbete gönderdiler ve adam yasakladı diye seninle görüşmüyorlar, gelip gitmiyorlar, öyle mi? Olacak iş mi bu! Tavuk kadar değerin yok mu senin!.. Çıldırmak işten değil!
Bir ara, bir ses ver, bir çağır! İki elim kanda da olsa hemen atlar giderim yanına! Ne gerekiyorsa yaparım! Gerekirse seni alır gelirim buraya!
Telefonun başından ayrılamıyorum. Bahçeye bile çıksam, gayet rahat duyulacağını bildiğim halde pencereyi açık bırakıyorum. “O ararsa! Ya duyamazsam!” diyorum.
Dükkândaki gibi postacının yolunu gözlemiyorum. Çünkü yeni adresimi bilmiyorsundur. Ancak arkadaşlarından bir haber gelebilir ya da telefon… O kız, gönderdiğim mesajı sana ulaştırmış. Onun için hemen hemen bütün ümidim telefonda…
Seni er ya da geç o zalimin elinden kurtaracağım, Prenses’im! Sen, uğrunda ölünecek kadar kıymetlisin!
Deruni Sevgiler…
Kahraman Şövalyen”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 500
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.