Divriği Çayören'de Bir Tapınma Ritüeli
Ziyarete Çıkma
Her yıl ’ot derimi’ne girmeden hemen önce, bu zaman Haziran ayının ilk haftasına denk gelir, Ziyaret’e çıkılır, yani Gatırlı’ya gidilir. Bununla birlikte, mevsimin durumu, örneğin havaların ısınması, yağmurun bol olması ya da kuraklık görülmesi gibi doğa koşulları ziyaret tarihini etkiler. Gatırlı,köye yaklaşık 7-8 Km uzaklıkta yüksek bir platodur, platonun çevresi coğrafyada Harmancık Dağları olarak betimlenen dağlar ile çevrilidir, bu dağların arkası(Batı’sı) Ergi Su Yaylası dır. Dağların en yüksek noktasını oluşturan tepeye Çayörenliler Düşek derler. Üzerinde yer yer kekik, çaşur, keven vb otlar ile bazı tür çalılar olmakla birlikte, genel olarak çıplak bir dağdır.Platonun düzlüğünde (Gatırlı’nın Düz)ise yabani armut ve elma, alıç ve kızılkavak ağaçları ile köyde ’sorhum’ denilen bodur çalılardan oluşan bükler vardır. Gatırlı’nın hemen her tarafında çok büyük pınarlar kaynadığından yer yer çayırlıklar da vardır. Ziyaret töreni Gatırlı’nın Düz’de yapılır, ’adak’ı olanlar ile Düşek’e görüşmek isteyenler Düşek’in zirevesine çıkarlar. Bunlardan bazıları ziyaretlerinin Düşek tarafından daha kabul görmesi için ayakkabılarını ve çoraplarını çıkararak yalınayak yürürler. Gatırlı’nın taşı, toprağı,pınarları, üzerinde biten otlar, ağaçlar ve orada yaşayan hayvanlar kutsaldır. Özcesi, Gatırlı bir bütün olarak kutsaldır;Ekilip biçilemez, ağaçları kesilemez, üzerindeki hayvanlar öldürülemez. Bunlara uymayanlara köyde "kötü" olarak bakılır.
Ziyaret’e çıkma günü en az bir ay önceden köy meydanında toplanmış, ayakta ya da oradaki kalaslar ile taşların üzerinde oturmuş genç-yaşlı köyün bütün erkekleri tarafından belirlenir. Ziyaret’e çıkılacak gün büyük bir özlem ve heyecanla beklenir. İstanbul’a kışın gidip yazın dönenler, Ziyaret gününden en az bir hafta önceden köyde olurlar. Askerde olanlar bile, izin haklarını Ziyaret haftasında köyde olacak şekilde ayarlamaya çalışırlar. Çünkü,ister köyde olsun, isterse gurbette olsunlar tüm köy halkı ziyarete çıkma duygusunu yıl boyunca içlerinde gittikçe kabaran bir heyecan olarak yaşatırlar. Ziyaret’e ağır hastalar hariç herkes gider, gitmeyenlere herhangi bir yaptırım uygulanmaz ama gizli-açık ayıplanır, iyi gözle bakılmaz. Hangi yaşta olursa olsun herkes günler, hatta aylar öncesinden ziyaret gününde ne giyeceğini, kimlerle gideceğini, hangi türküleri söyleyeceğini heyecanla, içten gelen derin bir sevgiyle düşünür, iç dünyasını dışa yansıtır; herkes güler yüzlü, neşeli ve coşku doludur. Ziyaret’e çıkma gününün akşamı tüm çocuklar, kızlar, gelinler ile genç erkeklerin ellerine akşamdan kına yakılır. Sabah gün doğarken tüm evlerde hareketlenme başlar; herkes en temiz, en yeni elbiselerini giyer. Genç kızlar kırmızı rengin hakim olduğu basmalardan dikilmiş fistanlarını giyer, yine allı güllü renkler, üzerinde çeşitli motifler olan başörtülerini bağlarlar. Gidecek eşyalar (kazan, bulgur, varsa şeker ve çay, sigara içenler tütün ya da paket sigaralarını, ayran veya yoğurt, ağaç kaşık, anugh (kekik), tuz vb) palanları, semerleri vurulmuş atlar, katırlar ve eşeklere yüklenir, yüklerin üzerine yürüyemeyecek kadar çok ihtiyarlar ile küçük çocuklar oturtulur. Kesilecek (kurban edilecek) kuzu ya da gıdıklar (oğlak) ya küçük kümeler halinde haylayarak (yürütülerek), ya da heybelere konularak hayvanlara (at veya katır) yüklenir. Tüm bu bu hazırlıklar büyük bir coşku, neşe ve umut dolu duygular içinde yapılır ve yola düşülür(yolda yürünür). Genelde aynı sülaleden olanlar birlikte yola düşerler. Aralarında sırtlarında beşikleriyle annelerin, hayvanların sırtında ihtiyarların, hastaların ve çocukların da bulunduğu 300-500 kişilik tüm köy halkı, yani zıyaratçılar, yol boyunca herhangi bir düzenden yoksun, küçük-büyük gruplar halinde yürürler. Bunların arasında Ziyaret’te kesilecek kuzu ve gıdık kümeleri ile köyün salahanaları (başıboş köpekleri) da vardır. Yolculuk coşkulu, neşeli büyük bir bağrış çağrış içinde ve zaman zaman genç erkeklerin ve kızların teker teker ya da ikişerli, üçerli gruplar halinde söyledikleri türkülerle Gatırlı’ya kadar devam eder. Sığır, dana , davar ve kuzu çobanları da sürülerini sabah erkenden Gatırlı’ya yönlendirirler.
Gatırlı, köyün batısındadır, köyden oraya değişik yolardan( patikalardan) gidilebilir, ama asıl yol “dereye yukarı”, yani Araplı Deresi’nin ilkbaharlarda oluşturduğu sel yatağında akıntının tam tersine giden ve bu nedenle gittikçe yükselen yoldur. Dere yatağı, irili ufaklı taşlarla, ilkbaharda sellerin getirdiği büyük kayalarla kaplıdır. Araplı, bu çarpık çurpuk kıvrımlı yatağında sık söğütlerin, kavakların ve yer yer çalılarla, kamışlarla kaplı cortlanların içinden akar. Dere boyunca giden kargacık burgacık patika yol Tandırcagüneyler’e kadar gider ve burada ikiye ayrılan dere yatağından ayrılarak Tandırcagüney sırtlarına geçer ve birden dikleşir. Dere boyunca, Araplının iki yakasına serpilmiş yoncalıklar, kavaklıklar, meyve bahçeleri ve ekin tarlaları vardır. Tandırcagüneylerden sonra yer yer buğday tarlaları ve çayırlar olmakla birlikte, başka köylere ait olan Ergisu Yaylası’na kadar olan tüm alan meradır; köyün ortak malıdır ama aynı zamanda da kutsal alandır. Tandırcagüneyler Gatırlı’nın etekleridir, bu nedenle de kutsal olan bu dik sırtlarda taşlı tozlu patika yol döne kıvrıla Yokguşbaşları’ndan (Yokuşbaşları), Kormancanın Göl ’den ve nihayet Kırkların cem yürüttükleri Adam Korkutan adındaki dar ve derin vadideki küçük dereceği geçerek dik bir yokuşu tırmandıktan sonra Gatırlı’nın düzüne ulaşır.
Yaklaşık 2-3 saat sonra ziyaret yerine, Gatırlı’nın düzüne ulaşılır; düz’e çıkan herkes önce "Gatırlı’nın Alma"ya, sonra oradaki kuru-yaş bütün ağaçlara görüşür (ağacın dalını veya gövdesini öper, öptüğü yere anlını değdirir). Bazı ihtiyarlar ellerinin iç tarafını yere çaldıktan (sürdükten) sonra yüzlerine sürerler. İhtiyarların hemen hepsi Gatırlı’nın en yüksek tepesi olan Düşek’e derin bir saygı, sevgi ve özlem içinde bakarak ’niyaz’ ederler (işaret parmağı öpülür, alına değdirilir ve tatlı bir tonla işte niyazın gurban olam Düşek! denilir.) Bugünü yeniden gösterdikleri için, Allah’a, Muhammed’e, İmam Ali’ye, 12 İmam’a ve Gatırlı’ya şükranlar bildirilir, yalvarılır, onlardan dileklerde bulunulur. Dileği, adağı olanlar Düşek’in zirvesine "yalın ayak" çıkmaya giderler, İmam Ali’nin atının- kimsenin görmediği ama varsayılan -ayak izinin olduğu zirveye çıkış yaklaşık 2 saat, gidiş-dönüş 3 saat kadar zaman alır. Öğlene doğru her ev ya bir kuzu ya da bir gıdık keser (kurban eder), bu dini bir zorunluluktur. Kuzu ya da gıdığı olmayan bir kaç aileye ya kuzusu çok olanlar veya adak’ını bu şekilde vermek isteyenler bağışlar, ya da köylüler para toplayıp kuzu ya da gıdık satın alarak onlara verir. Etler bir yandan pişerken, genç erkekler, özellikle sevgilisi olanlar ya da gözüne kestirdiği kıza ’kur’yapmak isteyenler, çıplak atlara binerek taş ve çalıların nisbeten az olduğu plato düzlüğünde at yarışları yaparlar. Çoluk çocuk genç ihtiyar herkes büyük bir heycan, sevinç ve gerilim içinde yarışları izler. Etini önce pişirenler hemen yanındaki komşularına bir iki parça kemikli et ikram ederler,buna omaca vermek denilir. Bu ikram, karşılıklı yapılan, belki de temelinde görece eşitlik içinde bir yaşam olan göçebelikten kalma ve bilinç dışı sürdürülen bir gelenektir. Her ev etini istediği gibi yiyebilir ama mutlaka etli bulgur pilavı pişirir, bu bir dini gelenektir; kimse kimseyi bugur pilavı(aş) pişir diye zorlayamaz ama kimse de ezelden beri varolagelen bu geleneği bozmaz/bozamaz. Etler ve pilavlar yendikten sonra, sohbetler edilir, gençler pınar başlarında -özellikle asırlık kutsal armut (ahlat) ağacının dibindeki Çatalpuar’da- rakı içerler, yaşlılar ağaçların gölgelerinde güzel düşler (rüya)görmek için uykuya yatarlar. O gün Gatrılı’nın düzü saygılı bir hava içindedir; neşeli ve tatlı bir tondaki konuşmalarla yüklenen uğultu düzlüğün her yanında hissedilir ve böylece köylüler içlerinde eksiliğini duydukları güveni-dayanışmayı yeniden bulurlardı. Artık gölgeler sallanmıştır (uzamıştır), dönüş zamanı yakındır. Kaplar yıkanır, bu kez hüzün içinde hazırlıklar yapılır, hazırlanan dönüş yoluna koyulur.
Sadece Çayören köylüleri değil, Anadolu’nun başka yerlerinde de benzer gelenekler olduğu kaynaklarda belirtilmiştir. Örneğin, Güney Anadolu’daki Yörükler, göçerler Toros Dağları ruhlarına kurban sunarlar. Ege bölgesindeki Aleviler Edremit Körfezi’ndeki Kaz Dağı ’nı ziyaret ederler ve oradaki ’Sarı-Kız’ı ulularlar.[30] Çayören Köylüleri’nin de dahil olduğu Anadolu Alevi-Kızılbaşları’nın, onlar farkında olmasa da, özellikle yüksek dağların kutsanması gibi bazı inanç ritüelleri-bazı kaynaklarda Tengricilik olarak adlandırlan-Şamanlığın ritüelleri ile aynıdır. Şamanlık inancına göre tüm doğa canlıdır, başka bir söylemle doğa ruhlarla doludur.Bu nedenle, Şamanist bir insanın doğaya karşı büyük saygısı vardır. Yüksek dağların ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. Tepeleri göğe değen dağlar ile Gök (Tanrı)birbirine karışır.Dolayısıyla, yüksek dağların tepeleri tanrısallık kazanır.[31] Gerdizi, Eski Türklerin dağların " Tanrı makamı" olduğuna inandıklarını yazar. Kağanlar da dağlarda otururlar. Ötüken dağı, Türk imparatorluklarının kutsal merkezidir. Bu yüzden onlara minnet duyarlar ve kurbanlar keserler. Örneğin, göçebe Şamanist halklardan olan Hunlar, kimi kutsal dağlarda Gök-Tanrı’ya kurban kesmekteydiler.Gök Tanrı‘ya kurbanlar ona en yakın yerde, dağ tepelerinde sunulurdu. Örneğin, 7.yüzyılda Göktürklerin yerleştiği Ötüken’in, Tanrı Dağları’nın ve ormanlarının kutsal sayıldığı görülmektedir.
Çin kaynaklarına göre Göktürklerde Tanrılara kurbanlar kesmek çok önemlidir, büyük kurbanlarda, Tanrı’ya kurban törenini bizzzat Kağan yönetir. Göktükler her yıl Tanrılara üç büyük kurban töreni düzenlerlerdi. Birinci kurban ecdat mağarasında,ikinci büyük kurban Tamir nehri kıyında Gök Tanrı’ya sunulur, pek çok at ve koyun kurban edilirdi. Üçüncü büyük kurban ise Ötüken’den 250 Km kadar uzakta, üstünde ağaç ve bitiki bitmeyen çok yüksek bir dağda yer tanrıya verilirdi.[32] Bu kurbanlarda–Çayören köylülerinin Gatırlı’da yaptığı gibi, içiki (Kımız)içer, oyunlar oynarlardı. Bu geleneğin Orta Asya’nın Şamanist topluluklarında halen yaşatıldığı kaydedilmiştir. Örneğin, Altay Türkleri şimdi de kutsal dağ başında yaptıkları törenlerle Tanrı’yı ve ecdad ruhlarını anmaktadırlar. Orta Asya göçebe Türk-Moğolları da, tıpkı Çayören köylülerininin yaptığı gibi, yaşadığı bölgenin en yüksek dağına dular edip ondan dileklerde bulunurlardı. Örneğin, Altaylı Şamanlar dualarında doğrudan doğruya Altay Dağları’na seslenirler. "Üzülmeyelim, Tanrı var; tasalanmayalım, Altay var.Altayım diye tapınıyoruz"[33]. Çayören köylüleri de Düşek’in karşısında aynı duygular içinde benzer dilekleri tekrarlar:"Gurban olam Düşek, elimi gözümü veresin, cemi cümlenin yanı süre (sıra)bizim de hakgımıza heyırlisini (hayırlısını) veresin!..." Gatırlı’nın üzerindeki canlı-cansız her şey kutsaldır, kötü amaçla dokunulamaz. Göktürk göçbe boyları Tamir nehri ve Ötüken dağı gibi yerleri, Moğol göçebeleri ise Altay dağlarını kutsal sayarlardı. Buralardaki bitkilere ve hayvanlara dokunulmaz, onlardan yararlanılmaz. Zira bu yerlerin bitki ve hayvanları, o yerlerin sahibi olan ruhlara ayrılmışlardır.[34] Kısacası, Çayören Köyü’nün bilinmmeyen tarihlerden beri sürdürdüğü her yıl Gatırlı dağını ziyaret edip kurbanlar kesmesi binyılların ötesinden gelen bir tapınma biçiminin Anadolu’da yaşatılması olarak değerlendirilebilir.
Son 20 yıldır artık Ziyarete’e çıkılmıyor. Köyde doğmuş, eski ’Ziyaret’e çıkma’ları yaşamış olanlar -çoğu kez yaz aylarında olmak üzere- yılın değiş aylarında köye geldikleri zaman "piknik" tarzında Gatırlı’ya gidiyorlar, orada yiyecekleri etleri Divriği’deki kasaplardan alıyorlar. Bazısı tavuk pirzola ya da kanat götürüyor. Oysa, Gatırlı’da veya diğer kutsal yemeklerde asla tavuk kesilmezdi. Ayrıca, aynı gün birden fazla grup gittiğinde eskiden olduğu gibi birarda değil, birbirlerinden olabildiğince uzaktaki pınarların başında ateş yakıyorlar. Etleri bakır tencerelerde pişirip,aş(bulgur pilavı) yapmıyorlar, piknik mangalları veya ızgaralarında kızartıyorlar. Sadece erkeklerin değil, kadınların giysileri de Batı kültürünün ürünleri; hiç birinde basma fistan, alı-güllü başörtüsü yok. Aynı gruptakilerin bile kaynaşması, ortak bir değerde buluşmaları söz konusu değil;çoğu eskisi gibi inanmıyor, hatta bazılarında " reddetme" söz konusu. Ayrıca, aralarında hem kültürel bakımdan, hem de madden büyük uçurumlar var. Bu da, birbirlerine karşı asıl duygularını derinde gizliyor.
Bunlardan daha önemlisi oraya şimdi gidenlerin dillerinin çocukluk çağlarında konuştukları dilden az-çok farklı olmasıdır. Oysa, bir topluluğun ortak duyguları ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Gatırlı’daki şölenlerde yapılan dualarda, tutulan dileklerde, söylenen türkülerde, at yarışlarında atılan naralarda, pınar başlarında sevgililere gizli-saklı söylenen sözlerde görüldüğü gibi, yerel dil-lehçe ile ifade edilen herhangi bir olay, o topluluğa mensup olanların belleklerde bir iz, iç derinliklerde yitmeyecek hoş bir duygu olarak kalır. Örneğin, sevgiliye ister yerel ağızla seni sevüyüm, isterse İstanbul lehçesi’yle seni seviyorum denilsin aynı duygu ifade edilmiş olur. Ancak, sevgilinin bu iki cümleyi algılaması aynı değildir. Çükü duygular, sözcüklerin ötesinde, insanın içinde oluşup kendini açığa vuran -sözcüklerin kendilerinden daha derin ve çok daha anlamlı- sesler ile ifade edilirler. Bu bağlamda, Sevüyüm sözcüğü sevgiliye bir yakınlık duygusu ile birlikte içe işleyen bir haz verirken, seviyorum sözcüğünde az çok bir yabancılaşma olduğu sezilir. Dolayısıyla, dil, bireyleri toplumda birbirlerine yaklaştıran bir güçtür. Yani dil, bir toplumun yansımasıdır. İstanbul başta olmak üzere büyük kenetlere sonradan gidenler Çayören lehçesi ile İstanbul lehçesinin karması bir dil konuşuyorlar; bu olguya Çayören’de ezelden beri dil kırma denir. Büyük kente çocukluk çağlarında gidip okuma fırsatı bulanlarda İstanbul lehçesi daha belirgin. Büyük kentlerin varoşlarında doğup büyüyenler tam olarak İstanbul lehçesi konuşuyorlar. Ayrıca, gerek günlük yaşamlarında gerekse bir konun tartışıldığı durumlarda daha çok kelime –sözcük kullanıyorlar; Çayören köyünde hiç duyulmamış sözcükler sarf ediyorlar. Bu, eski kültürel dokunun büyük oranda değiştiğinin bir göstergesidir. Çünkü, dil olgusu kaçınılmaz olarak toplumsal, ruhbilimsel, insan bilimsel vb. öğeleri içerir ve tüm bu öğeler kültür sözcüğü altında toplanır. Kültürün kaynağı da insandır ama kültür kişiliğin geliştiği, olgunlaştığı ortamdır. Sonuçta dil -sadece lehçe boyutunda da olsa- değiştirilince kültür de değişmiş olur.
Gatırlı’ya gidenlerin iç dünyalarının ve dış görünüşlerinin değişmesinin yanı sıra Gatırlı’nın doğası da değimiş; eskiden at yarışlarının yapıldığı, kurbanların kesildiği, et pişiren kara kazanların (tencerelerin)kaynadığı düzlük üzerinde -köyde hayvancılığın yıllar öncesinden sona ermesi nedeniyle- otlar çürüyerek kalın bir süngerimsi tabaka oluşturmuş, eskiden her tarfata bulunan çalı çırpılar büyüyüp kocaman ağaçlar olmuşlar, Ziyaret’in ve Gatırlı’nın sembolü "Alma" ağacı başta olmak üzere kutsal ağaçların çoğu ya kurumuş ya da kökünden devrilmişler. Gatırlı’nın hemen her tarafında, 20-25 yıl öncesine kadar görülmeyen, kullanılıp atılmış çok sayıda plastik malzeme (poşet, şişe, kutu, vb) var. Tüm bunlar Gatırlı’nın eski doğasının tamamen değiştiğini gösteriyor. Sonuç olarak, bugünün Gatırlı’sı ne manevi ne de maddi bakımdan eskinin Gatırlı’sıdır, O artık sadece bugün 50 yaşın üzerinde olanların anılarında saklı bir "yüce değer"dir.
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.