Bahtsız
Dünyanın en güzel gözleri eşeklerdedir. Kim demişse halt etmiş. Dünyanın en güzel gözleri Aysel’dedir. Size öyle bir bakar ki yeşilinde kaybolursunuz. Gözlerimi açtığımda kendimi yine gözlerdeki o ormanda kaybolmuş buldum. Yolumu bulup kendimi o tavşan deliğinden aşağı bıraktığımdaysa çıplak zemin üzerinde sırt üstü uzanıyordum. Aysel, yüzüstü uzandığı yataktan garip garip bana bakarken sarı saçları neredeyse yüzüme değiyordu. Gece lambasının ışığında öylesine güzeldi ki… Baktı, baktı ve sonunda, “neyin var?” diye sordu. Buna karşılık, “Aysel” dedim, “Aysel, bizim hemen sevişmemiz lazım!” Sonra uyumuşum.
Gözlerimi tekrar açtığımda dünyanın en güzel ayakları kıçımı tekmeliyordu, dünyanın en güzel ağzından dökülen, “uyan artık, akşam oldu” ya ritim tutarcasına. Bu kısa müzikal prova biter bitmez arkasını döndü ve kapıya yöneldi. Aysel kısacık bir şort giymişti. İzledim. Zaman bir anda yavaşlamıştı sanki. Dünyanın en güzel bacakları ağır ağır yol alıyordu, başlarında taşıdıkları dünyanın en güzel kalçalarıyla birlikte. Kapıdan çıkıp gözlerimden kaybolana kadar her devinimini izledim. Kalktım. Belim ağrıyordu. Hafiften de üşütmüştüm sanki. Koridora açılan kapıya yönelmeden önce gözlerimi gecenin bilmem kaçında gelip, Aysel’i bir süre uyurken izledikten sonra uzandığım çıplak, sert ve soğuk zeminle Dünyanın En Güzel Kadını’nın dağınık yatağı arasında gezdirdim.
Kısa süre sonra banyodaydım. İşedikten sonra duşa girdim. Duş tek başınayken çok sıkıcı bir yerdi. Gözlerimi kapadım ve yanımda önce bir Aysel düşündüm. Seviştik. Sonra bir Aysel daha düşündüm. İkizler muhteşemdi. Duş giderek çok eğlenceli bir yer haline geliyordu. Kalp atışlarım, nefes alıp verişlerim giderek sıklaşıyordu. Acilen Aysel takviyesi gerekiyordu; sayıyı üç Aysel’e çıkardım. Ve dördüncü Aysel mi? Hayır hayır! Kalsın! Final muhteşemdi. Banyodan çıkmadan, aynaya tekrar baktım. Ellerimi kısacık griye boyalı saçlarım arasında gezdirdim. Uzun saçın bana yakışacağına karar verdim ve aynaya masmavi bir göz çakıp dışarı çıktım.
Salona girdiğimde, Aysel bacaklarını yaslandığı tekli koltuktan sehpaya uzatmış, güzelliğine tezat olsun diye mi bilmem televizyondaki çirkin programlardan birini izliyordu. Soğuk bir sesle, “selam” dedim. Verdiği karşılık gözlerini çirkinlikten ayırmadan, elini kaldırarak kuru bir “selam” oldu. Biz mükemmel bir çifttik. Tamı tamına iki aydır evli, bir kere bile sevişemeden, evliliğimizin ilk gecesi tam sevişmeye ramak kalmışken, tam ben o kopçayı çözecekken… Neydi adı? Adını bile hatırlamıyorum. Söylemişti Aysel, düğünümüze günler kala, arkadaşı Bilmem Kim’in doğum günü partisinde, “bak” demişti, “tanıştırayım… bu…” demişti, “bu…” Neydi adı? Ne önemi var? “Bu” demişti Aysel, “bu, Kaltak.” Gülümsemişti o da “merhaba” demişti, “ben Kaltak.” Sırf ayıp olmasın diye gülümsemiştim ben de, “memnun oldum Kaltak Hanım” demiştim, “çok güzel bir isminiz var.” Ve uzaklaşmıştım. Partileri de hiç sevmem zaten. Aysel’in zoruyla gelmiştim oraya. Ve uzaklaşıyordum hemen, fırsat buldukça parti sahibinin kiraladığı düğün salonunun en ücra köşedeki, en ıssız balkonuna. Bir elimde içki bardağı bir elimde sigara, balkon parmaklıkları önünde dikilmiş, denizin öteki yakasında parlayan ışıkları izlerken yıllar önce izlediğim bir filmdeki adını sanını unuttuğum o adam gibiydim. Nerden bilebilirdim yıllarca hayalini kurduğum ve partileri sevdiğim dönemde defalarca denediğim o sahnenin bir gün gerçek olacağını, ama tersten. Filmdeki adamın arkasından ortamın en güzel kadını geliyordu, hemen hemen Aysel kadar güzel, alımlı alımlı yaklaşıyordu ve “merhaba” diyordu adama, “güzel bir gece değil mi?” Sonra balkonda fırına verdikleri iş yatakta pişmiş oluyordu. Bahtsız kutup ayısının sevgilisi çölde penguen belgeseli çekmeye gidermiş. Yine balkona kaçtığım bir ara benden birkaç dakika sonra Kaltak geldi, “merhaba” dedi, yanımda dikilerek, başımı ona çevirdim ve karşılık vermemi bile beklemeden, “güzel bir gece değil mi?” dedi, boyalı dolgun dudaklarını uzata uzata. O dudakların uzamasının benim dudaklarımda son bulacağını anlamadım bile. Bir dakika kadar süren bu öpüşmenin ardından arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Parti alanına döndüğümde hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Aysel’le şakalaşıyor; arada bana takılıyor, evlilikle ilgili espriler yapıyordu. Şaşkındım. Aysel’e söylemek istedim. Fakat… Kaltak, düğün gecesi, tam da biz yatak odasındayken, tam da ben o kopçayı çözerken ve dünyanın en güzel memelerini ilk kez çıplak görecekken ortaya çıktı. Önce telefon zil sesi, hemen ardından “ding dong”, mesaj sesi… Pardon hayatım bakmam lazım… Ve benim iç sesim; Bakma Aysel bakma, aylardır bekliyorum ben o memelere bakmak için. Aysel baktı. Bana ters ters. Ve gösterdi, bağırarak, “bu ne?” Konuşmak istiyordum, fakat, dilim tutulmuştu. Bana gösterilen özçekimde Kaltakla dudak dudağayken benim kollarım onu sıkıca sarmış görünüyordu. Fotoğrafın altındaki notu okudum, “Fransa’dan selamlar, evlendiğin adamın ne mal olduğunu gör Aysel’e defalarca masum olduğumu, o geceyi anlattım. Fotoğrafa bakıp sinirleniyordu. Kaltak ortalığı bulandırmış, bizi ayrı odalara hapsetmiş ve siktir olup gitmişti. Telefonu bile kapalıydı. Neyse ki aradan geçen zaman buzları giderek eritiyor gibiydi.
Aysel’in karşısındaki koltuğa oturur oturmaz, aniden bana döndü, “ne arıyorsun benim odamda kaç gecedir? Sinsice geliyorsun gecenin bir vakti…” Ellerimi iki yana açtım, “korkuyorum” dedim, “karanlıktan korkuyorum bu sıralar.” Tabi ki yalan söylüyordum. “Bir de konuşmalar mırıl mırıl” diye çıkıştı, “rüyanda ne gördün Allah aşkına gece?” İlginçti. Rüyamda ona gördüğüm rüyayı anlatıyordum. Bir kez daha anlattım.
Kapıyı hafifçe aralayıp etrafa göz atıyorum. Sakin. Hepsi uyuyor. Ağır hareketlerle başımı sana çeviriyorum ve “tamamdır” anlamında başparmak işareti yapıyorum. Sessizce açıyorum kapıyı. Ardından hemen yatağın arkasına geçiyorum. Sen yataktasın. Yarı çıplaksın; benim gibi. Uzanmışsın, “hadi hadi” anlamında sallıyorsun elini. Soluma bakıyorum; Kaltak, kafasını duvara dayalı bir yastığa gömmüş, horluyor. Sağıma bakıyorum; aynı Kaltak aynı şekilde horluyor. Sana bir öpücük yollayıp itmeye başlıyorum yatağı. Sessiz. Sessizce geçmeliyiz koridordan. Uyuyorlar. Hepsi ayakta. Koridor duvarlarına karşılıklı yaslanmışlar. Tam ortalarındayız. Onlarca… Hayır, yüzlerce Kaltak. Bütün sağ gözler açık. Ama görmüyorlar. Milim milim ilerliyoruz. Öylesine sabırsızım ki; birden yanında buluyorum kendimi, “hadi sevişelim!” Dudaklarını umarken öptüğüm o öksürük sesi oluyor. Hemen çek yorganı üstümüze! Tamam… Sakin… Biri başımızda dikilmiş bize bakıyor uzun uzun. Sakın kıpırdama! Duvarına geri dönüyor. Uyu hadi pis cadı! Yatağı tekrar itmeye başlıyorum. İşte, en fazla beş metre ilerde açık bir kapı! Umarım boştur. Gidelim hadi! Saatler geçiyor. Derin bir nefes… Odanın efendisi beton… Girelim, girelim hadi ve bitirelim şu işi! Yatağı tam ortaya yerleştirir yerleştirmez üstüne atlıyorum. Seni öylesine arzuluyorum ki… Azgınca öpüşmeye başlıyoruz. Vay anasını! Kaltak’ın kızgın bakışları bizi esir alıyor. Sen kucağımda, öylece kendimizi mermere çeviriyoruz. Kaltak’ın bağırıp çağırdığını sadece hareketlerinden anlıyoruz. Tehlike geçer mi dersin? Bekle, bekleyelim biraz daha. Hah, işte gidiyor. Duvarın içinden geçiyor. Son parçası kaybolurken o balyozu tüm varlığımızla hissediyoruz. Kaltak, bir cadı gülüşü patlatıyor. Karşısında çırılçıplak, etten ve kemikteniz. Üstümüze geliyor, kocaman ağzını bizi yutmak üzere açarak.
Aysel anlattıklarıma gülüyordu. Bu iyiye işaretti. Bu durumun verdiği cesaretle, önce yemek yiyip yemediğini sordum. Yememiş. Onu dışarda, mesela bir sahil kıyısında baş başa yemek yemeye davet ettim, “güzel bir hafta sonu geçirelim, ne dersin?” diye de ekledim. Sonuç şaşırtıcıydı. Aysel kabul etti. Hem de bir anda deyiverdi öyle, “peki.” Bu evlendikten sonra bir ilk olacaktı. Bu gecenin başka ilklere de gebe olabileceği umuduyla hızlıca hazırlandım. Ve salonda beklemeye başladım. Yarım saat geçmişti. Aysel hala hazırlanıyordu. Biraz daha… Aysel yok. Hadisene be! Sıkıntıdan o aptal kutuyu bile açmıştım. Kumandası elimde daldan dala atlarken karnım zil çalıyordu. Aysel gelmek bilmiyordu. Nihayet! Derin bir oh çektim; Benimki kapıda görünmüştü. Makyaj yapmamıştı. Üstünde sıradan kıyafetleri vardı: uzun siyah etek, tişört ve deri ceket. Saçlarında da bir değişiklik yoktu. Neyi beklemiştim ben bir saati aşkın süre boyunca? Aniden ayağa kalktım, “hazırsın sanırım?” Bana bakmadı bile, gözleri televizyondaydı, “dur, dur bir dakika!” diyerek koltuğa oturur oturmaz kumandayı aldı ve sesi yükseltti. Onu bu kadar heyecanlandıran neydi? Baktım. Görüntüler kırbaç sesleri eşliğinde değişirken, değişmeyen, ekranın bir o köşesine bir bu köşesine çarpan “yeni dizi” yazısıydı. İlginçti. Kişilik verilmiş harfler, elektro gitar eşliğinde hareket ederken kafa sallıyorlardı. Görüntüleri bir yerden anımsıyordum. Yüksek bir binanın en yükseğindeki penceresinde, yağan yoğun karı izleyen uzun saçlı adam… Kırbaç… Sonrasında yatağa bağlı… Kırbaç… Cadde. Kar. Issızlık… Kırbaç… Adam direğe bağlı birinin kıçına sokulmuş bilardo sopasını çekerken yarı çıplak… Kırbaç… Yüksek binaların önünde bağırıyor… Kırbaç… Ve araya giren şeytani bakışlı seksi kadın… Kırbaç… Görüntüler adamın karlı kaldırımda bir grubun önünde ağır çekimde bayılmasıyla son buluyor. Ve ekrana anons eşliğinde çarpan yazı: Şanslı Bir Adam, gelecek haftadan itibaren her cumartesi saat 20:00de Kanal Tımarhane’de. Aysel televizyonu çoktan kapatmış, ayağa kalkmıştı. Ben hala oturmuş o görüntüleri düşünüyordum. Ve sonunda anımsadım, “Şanslı Bir Adam” bu diye bağırdım, “Aysel’e heyecanla, bizim Ersin yazdı bunu. Aysel merakla bana bakarken, “hani tanıştırmıştım, benim okuldan ev arkadaşım, olricx ismiyle öykü filan yazmaya çalışıyordu, ilk bana okumuştu bu öyküsünü de.” Şaşkındım. Aysel de heyecanım karşısında bana garip garip bakıp, “hadi çıkalım, yolda anlatırsın” derken, “vay be “ diyordum, “vay be, nasıl başardı bunu?”
Hafif serin, tam kıvamında bir sonbahar akşamıydı. Sahildeki bu balık restoranı evimize sadece yarım saat uzaklıktaydı. Aysel’in arabasıyla gelmiştik. Benim ne arabam ne ehliyetim vardı zaten. Hayır, parasızlıktan değil. Yok, çünkü… Ya, siktir edin şimdi bunu. Aysel’le karşılıklı oturuyorduk. Size onun dünyanın en güzel kadını olduğunu söylemiş miydim? Söylemediysem, söyleyeyim şimdi; Aysel, dünyanın en güzel kadınıdır. Ve ben onun kocasıyım. Yaklaşık iki aydır elim eline değmese de hiç sevişemesek de orda bir Aysel vardı işte, tam karşımda. O yavaş hareketlerle iki elini de kullanarak ağzını balık, ekmek ve salatayla doldururken, ben çaktırmadan hem onu izliyor hem çevremizdeki diğer kadınları süzüyordum. Gözümü hafiften yana kaydırıyordum, yan masadaki kızıl saçlı, derin dekolteliye bakıyordum, “tamam, biraz güzel ama, bir Aysel etmez.” Sonra diğer gözümü kaydırıyordum, “sarışın, genç ve atletik, pürüzsüz bir cilt, heykel gibi, ama yarım Aysel bile etmez bu.” Ve diğerleri, üzgünüm kızlar hepinizi toplasam… Düşüncelerimi dağıtan Aysel oldu, “konuşmayacak mısın?” Bir anda afalladım. Arabada, Şanslı Bir Adam’dan bahsetmek istemiştim. ilk öyküyü okuduktan sonra, Ersin’in bana bahsettiği projeyi; dizide neler olduğunu olacağını anlatmaya başlayınca, “sus” demişti sinirle, “içine ettin be!” Ben de susmuştum. Aysel karşımda oturuyor gözlerini bana dikmiş konuşmamı bekliyordu. Aklıma ilk gelen “direkler” oldu; “direkler” dedim, “direkler…”. “Ne direği?” diye sordu şaşkınca; “elektrik direkleri” dedim, “eskiden her yerde elektrik direği, telefon direği filan vardı.” Kollarını iki yana açarken kafasını aşağı yukarı salladı, “Peki” dedi, “öyleyse kalkalım istersen.” Ardından lavaboya doğru yönelirken garsona kısık sesle “hesap” diyebildim. Birkaç dakika sonra hesap geldi. Ödemek için elimi cebime attım. Para yok. Elimi arka cebime attım ve cüzdanı çıkardım. Cüzdana para koymam ki. Yanıma para almayı unutmuştum. Dünyanın en rezil adamıydım ben. Garsona az sonra geliver derken yüzümün yandığını hissediyordum. Ve Aysel lavabo kapısından çıkarken görününce esen serin rüzgar yüzümdeki alevleri arsızlaştırıyor, tüm bedenime yayıyordu.
Aysel arabayı gazlarken nefes nefeseydik. Onda da para yokmuş. Onu ben davet etmişim. Bu yüzden gerek duymamış. İşte bu yüzden, bir süre göz göze geldik ve aynı anda kaçmaya karar verdik. Biz koşarken, mekanın garsonlarından bazıları ardımızdan bir şeyler bağırıyorlar, sanırım küfür ediyorlardı. Aysel ise arabayı sürerken hala saydırıyordu. Artık siksen sevişmezdi benle. Üzgündüm. Yan koltukta başım eğik öylece duruyordum. Kaynanasının kulaklarını bir kez daha çınlatıp hırsla arabanın radyosunu açtı. Açık camdan sigarasının dumanını üflerken 3 Hürel, “bir sevmek bin defa ölmek demekmiş” diyordu. Hala öne eğik başımı sağa sola sallarken gözlerimi kapadım, “cidden bir sevmek bin defa ölmek demekmiş” diye geçirdim içimden, “bin defa sevip de bir kez bile sevişememekmiş.” Sonra gözlerimi açtım, bacak arama baktım; iç sesimle ufaklık diye seslendim ona, kusura bakma dedim, sana iyi bir hayat sunamadım şimdiye kadar, neredeyse kırk yıllık ömrün boyunca boynunu hep bükük bıraktım. Dili olsa kim bilir neler derdi bana. O anda arabanın durmuş olduğunun onun bana bakıyor olduğunun farkında bile değildim. “Niye ağlıyorsun?” diye sordu Aysel. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Kendimi tutamıyordum. Bir anda elini başıma attı, beni kendine çekti, göğsüne doğru, “tamam” dedi başımı öperken, “fazla üstüne gittim.” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, onun bana dokunmuş olmasının verdiği duygunun da etkisiyle. Başım göğsündeyken çantasından kağıt mendil çıkardı ve gözlerimi kendi elleriyle silmeye başladı. Ona bakıyordum. Biraz olsun sakinleşmiştim. Ve her şey bir anda oldu. Dudak dudağa öpüşmeye başladık. Dakikalarca sürdü.
Bir falezin kenarında olduğumuzu, Aysel’in kendini toplayıp, “biraz dışarı çıkıp hava alalım” teklifinden sonra anladım. Kenardaki korumalara yaslanıp manzarayı izlerken, el eleydik. Denizin ta öte yakasındaki ışıklar, gökyüzündeki yıldızlar şahitti buna, denizle cilveleşen gemi ışıkları, arabadan yansıyan ışık şahitti. Bizim, dolunay ve denizin sevişmesine şahit olduğumuz gibi. El eleydik işte. Hatta bu ıssız yerde az önce de öpüşmüştük. “Aşağı inelim hadi” dedi Aysel bana gülümseyerek, “kıyıya…” O an beynim durdu. Sevişebilme ihtimali bile aklıma gelmedi. Vallahi de gelmedi. Sadece el ele yürüyorduk. Oranın bizim sevgililik dönemimizin ilk birkaç haftasının özel yeri olduğunu bile anlamamıştım. Yirmi metre kadar ilerde ağaçlık bir alan vardı. Korumalardan atlayıp dalıyordunuz ağaçların arasına. İlerliyordunuz on metre, kıyıya inen o dolambaçlı yola kadar. Aman dikkat! Oldukça tehlikeli; hemen aşağısı deniz; direkt denize düşüp boğulma, başınızı kayalara çarparak denize düşüp boğulma, başı kayaya çarpıp denize düşemeden ölme… Falan filan işte… Ölümün bilmem kaç şekli. Ve dolambaçlı yolun sonuna mı geldiniz? Hemen atın kendinizi yere; sürünmeye hazır olun! Çünkü yol büyükçe bir kaya kalıntısıyla kapalı. Altı oyuk, birkaç metre uzunluğunda… Unutmadan; eğer kilonuz doksanın üzerindeyse hiç girişmeyin bu işe, o oyuktan geçemezsiniz ya da sıkışır öyle mal gibi kalırsınız. İyisi mi gidin, o enine boyuna yaklaşık on metrelik kıyıya deniz yoluyla ulaşmayı deneyin. Bir de geceyse, yanınıza fener filan almayı unutmayın. Bulamadınız mı? Bizimkiler gibi telefon fenerleri de iş görür.
Oyuktan önce ben geçtim. Ve kuma oturdum. Telefonun fenerini yukarı tuttum. Kayadan fırlayıp birbirlerine girmiş dallar hemen üstümdeydi. Az sonra Aysel de yanımdaydı. Oyuğa yan yana yaslandık. Telefon fenerlerini aynı anda kapadık ve öpüşmeye başladık. Bu tadı özlemiştim. Ellerim onun vücudunda geziniyordu. Sakince, önce onunkini sonra kendi ceketimi çıkardım. Dünyanın en güzel memelerini görmek için sabırsızlanıyordum. Ay ışığında da olsa sonunda onları görebilecektim. Ellerimi tişörtünün altına atıp onları avuçlarıma aldığımda dudaklarım boynunda geziniyordu. Tişörtü heyecanla çıkardım. Az kalmıştı! Nihayet… Ellerimi beline attım ve yukarı yavaş yavaş çıkmaya başladım. O kopçanın artık hiçbir şansı yoktu. Seve seve çözülecek ve o memeler görünecekti. Parmaklarımın ucundaydı işte, çözülü… Denizden gelen o sesle irkildik. Orospu çocukları! Başımızı bir anda o yöne çevirdik; görünürde bir şey yoktu. Sadece ses; önce cılız bir erkek sesi, sonrasında güçlü “yo ho ho.” Korkuyla birbirimize sarılıp dona kalmıştık.
Bitmedi
Bir bölüm daha var
YORUMLAR
yorumculara teşekkürler.
devamını paylaşmaktan vazgeçtim. fazla sert, ve burada paylaşmanın hiç gereği yok. yine de merak eden için, gelişi güzel çıkarılmış özetini paylaşıyorum:
Bizim saftirik Yohoholar yüzünden donup kalmışken, Aysel, eliyle hafifçe başını ters yöne çevirmesini sağlar; çırılçıplak bir kadın oldukça seksi hareketlerle ağır ağır denize yürümektedir. Bizim Saf için artık Dünyanın En güzel Kadını odur. Çıplak denize atlar ve gözden kaybolur. Yohoholar artık görülebilecek kadar yakındırlar. Sırtı dönük kürek çeken biri ve karşısında sandalın ucunda oturan 3 kişi. Vuran beyaz ışık yüzünden yüzleri belirgindir. Uzun saçlı, sakallı, siyah giyimli eli yüzü düzgün tiplerdir bunlar. Çıplak bir anda sudan fırlar ve sandalın dibinde belirir. Hepsini silahla öldürür. Ve ardından sesi duyulur, “hey siz ikiniz, gördüm sizi!” Korkuyla oyuğa atılırlar. Ve karanlığa, zorlu yola rağmen kaçmayı başarırlar. Panik halindedirler. Aysel, arabayı nereye olduğunu bilmeden sürmeye başlar.
Aysel kendine geldiğinde birden arabayı durdurur. Issız görünen bir yol kenarındadırlar. Giysileri, telefonları geride kalmıştır. Beş paraları yoktur. Polise gitmeyi düşünürler. Bizim Saf asker kaçağıdır. Ve hayatının kabusudur askerlik. Konuyu tartışırlarken çok yakından silah sesleri duyulur. Aysel aniden gaza basar. Saatlerce sürer arabayı. Çıplak, onların korkulu rüyası, beyinlerinin ev sahibesidir artık.
Gün doğmak üzereyken ormanlık bir alan ortasına kondurulmuş oteli görürler. Çok yorgundurlar. Aysel sıcak su, tuvalet, yatak hayalleri kurmaktadır. Otele girmekte ısrar eder. Yine tartışırlar. Parayı bırak, giysilerinin bir kısmı bile yoktur. Sonunda Aysel kadınlığını kullanır ve otelde bir gecelik pinekleme hakkı, Bizim Saf da onla en az iki ay istediğinde sevişme hakkı kazanır. Fakat işler onun için hiç de yolunda gitmez. Bir takım cinsel sorunlarla karşılaşır. Ve bunları düşünürken uyuyakalır. Gece biri omzuna vurarak uyandırır Bizim Saf’ı. Bu asker giysileri içindeki kişi ortaokuldaki beden öğretmenidir. O karşısında artık Hamit Baş Çavuş olarak durmaktadır. Onu yatağından sert bir emirle kaldırır ve Aysel uyurken, Bizim Saf’ı döve döve cinsel eğitim dersi vermeye başlar. Odada bir anda karışan işler, koridorda devam eden sonrasında tüm oteli saran kaos. Ordular en güçlü silahlarıyla birbirlerine saldırırlar. Bizim Saf, otel çökerken uyanır. Hemen Aysel’i uyandırır ve oradan hemen kaçarlar.
Beyinlerinin onlara oynadığı oyunlar ve kaçış günlerce devam eder. Çok yorulmuşlardır. Ve Aysel artık bir katildir. Çıplak olduğunu sandığı bir kişiyi öldürdüğünü düşünmektedir. Karar alınmış, kesinlikle kaçılacaktır. Bir gece gizlice evlerine girmeyi göze alırlar. Bunu gizlice yapmalıdırlar çünkü onlara göre evleri kontrol altında olmalıdır. Ve eve girerler. Her şey bıraktıkları gibidir. Bizim Saf, karanlıkta bazı eşyalarını ve paralarını ararken, Aysel dayanamaz ve televizyonu açar. Bir talk şov programı vardır. Ve sohbetçilerin arkasındaki dev ekrandaki görüntülere odaklanır. Bu gizli yerleridir. Bikinili, oldukça seksi bir hatun karanlıkta salına salına denize yürürken, yo ho ho sesleri duyulmaktadır. Bikinili sandaldaki dört kişiyi de öldürür. Kafasını görüntülerden kameraya çeviren sohbetçi kadın, mankenlikten oyunculuğa geçişinden bahsettikten sonra, bu sahneye gece gündüz fırsat buldukça çalıştığından, çok emek verdiğinden bahseder. Kadın, bizimkilerin kabusu olan Çıplak’tır. Ve Şanslı Bir Adam’ın gelecek bölümlerinden bir sahnedir arka planda dönen.
Gule
olricx
Gule
sen paylaş paylaş...beni dinle:)
gözlerini kapadı. gözlerini kapatınca hep aynı noktada buluşan hayallerine ortak bir gelecek hazırlamaya çalışması ve daha hizaya bile getiremeden hepsinin burun kıvırıp kendi köşesine çekilmesinin altından kalkamaması kãbuslar görmesine yine vesile oldu. boşuna emek sarf ediyordu. gözlerini açar açmaz, tavan kirecinin yer yer eğimli boşluklarına bakışlarını fırlatıp bir önceki günden hiç farkı olmayan aynı dönüşümlü hareketleri tekrarladığını görünce hiç şaşırmadı. sonradan olacaklar da belliydi ama alışmıştı artık. odadan odaya gidişi bile hiç değişmemişti. ayakları bir şekilde bağırsak sisteminin düğümlü koridorlarından giden atıklar gibi yolunu buluyordu nasıl olsa. onu unutmuş olmalıydı dünya ve dışında yaşıyor olmalıydı. kaldırımların müdavim dostu olan hans'ın geçmesiyle bu hayallerinin suya düşmesi de yine bir oldu. yok dedi ayaklarım hãlą yerde panik yok canım aranızdayım. bu adamın her gün aynı saatlerde sokağa teftişe çıkıp, kafasını vücudunun etrafında saat gibi döndermesinin bir sebebi olmalıydı diye düşündü. ona sormak isterdi. arabasını hep aynı yerde park edip, kaldırımları gel git adımlarla yayan yürüyüşünün ve hep kapıda göz göze gelmenin bir anlamı olmalıydı. sokağın gülüydü hans. bi gün ortalıkta gezinmese hemen fark ettiği ama kendisine dokunmadığı ve de hiç konuşmaya fırsat bulamadığı sadece bakışlarıyla da iyi anlaştığı kanısına vardığı. insana huzur veren biriydi yani. su gibi hava gibi gereksinim duyuyordu sanki hans'a.
bir gün dedi cehennemde bile karşılaşsak onu hemen tanırım. bazı insanlar çürüyüp gider ama hans'ın gözleri uyurken de açıktır...
...
bugün de bu üçüncü tekil şahıslar musallat oldu birader...
yazıya diyecek pek bir şey bulamıyorum. aysel de buraların gülü gibi bir şey diye düşünüyorum. aslında aysel'in kendisi pek öne çıkmıyor onu anlatan dilde bitiyor bütün marifet...
Bazı abartma söylemlerden dolayı senden özür dilemek gerekli. Yurtdışı meselesini görünce aklıma geldi, baht/sızlık neyse işin başka boyutundan bakmıştık.
Sitede elle tutulur, yok nasıl diyorlardı ciğeri yüreği yenilesi yazılar çok olduğu için bizim meselemiz farklı.
Yalnız bildiğin uyarıcı x saten etkisi var. Ve bir yer de örtüşen ama kayıp göndergeler.