- 710 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
492 - SABAH GÜNEŞİ
Onur BİLGE
Sabah Güneşi’m,
“Ufuk mavi ufuk turuncu…” diyorum, içim karardıkça “Kara gece kararıp kalmayacak, güneş yine doğacak!” Sözcüklerin baş harfleri umut oluyor, içim umut doluyor.
Ortaokuldayken hatıra defterlerine bir şeyler yazmamız istendiğinnde aklımıza gelen ilk söz, hayatın dikenli yollarında başarılar dilemek olurdu. O zamanlar biz hayatı bilir miydik? Nerden bilirdik de yazardık hayatın yollarının dikenli olduğunu? Yolumuza hiç diken çıkmamıştı ki! Kalıplaşmış bir cümleydi. Olduğu gibi alırdık, kullanırdık. Hayatım, birkaç çekirdek yüklü böğürtlen yiyeceğim diye acımasız dikenlerle cebelleşmeyle geçti. Her yerim çizik çizik… Kırmızıçizgili kumaşlara döndüm! İçim de öyle… Delik deşik! Hele kalbim! Hele kalbim, iğnedenlik!
Bir de hayatın inişli çıkışlı yollarında başarılar dileme şekli vardı. O da başka bir kalıp… Öyle bir yol hayal ederdim… Öyle bir yolda yolculuk… İnişli çıkışlı… Binmişim bir taksiye… İne çıka gidiyorum… Ne kadar eğlenceli! Yaşadıkça anladım ki o yolun engebesi meyillerden ibaret değilmiş. Dik yokuşları varmış hayatın ve onlar taksiyle falan çıkılıp inilmiyormuş. Sarp kayalara, yaya olarak, hem de sırtında ıslak tuz çuvallıyla, kan ter içinde tırmanılıyor, inişte de tedbir elden bırakılmıyormuş. Çıkışta da inişte de ayaklar geriye ya da ileriye kayabilirmiş. Düşülüp kalkılabilir ya da kalkılamayabilinirmiş. Bunlar beklenen ihtimallermiş. Ne olursa olsun yola umutla ve azimle devam etmek gerekirmiş.
Sabaha karşı yıldızlar birer birer sönecekler diye üzülmeye gerek yok ki! Ay da gitsin, ne gam! Çok geçmeden her yeri aydınlığa boğacak olan güneş doğacak! O doğduğu anda unutulacak yıldızların en parlak olan da ay da… Ne varsa çıkacak yavaş yavaş ortaya… Dağlar taşlar, yollar, ağaçlar, çiçekler, böcekler… Evler, arabalar, insanlar… Renklerin hepsi çıkacak gizlendikleri yerlerden, arzı endam edecek bütün güzellikler… Artık zifiri karanlıkta göz kırpan mağrur yıldızları kim seyretmek ister, kim özler!
Geceler sabahlara gebe, ufuklar güneşlere… Gönlüm aşkın nihayetsiz romanına gebe... Karşılıklı ya da karşılıksız, bu aşk sonsuza kadar yaşanacak ve yaşayacak! Efsane olacak!
Taşlıcalı Yahya Şair, hırsı kaplanla, kibri aslanla, kıskançlığı kurtla ifade etmiş. Bu üçü de içimde, iliğimi kemiğimi yiyip tüketmekte… Yerine göre biri öne çıkmakta ve beni kışkırtmakta… Öyle zamanlarda saldırıya geçmeye hazır vaziyette oluyorum. Onlar dönüşümlü olarak birer birer öne çıkıyorlar ama üçünün birden aynı hizaya geçerek hükmettiği de oluyor benliğime. İşte o vakit kuduruyorum! Salyalar saçmaya başlıyorum ağzımdan! Saldıracak birini arıyorum! Onun kim olduğunu iyi biliyorsun sen! Bir elime geçirsem! Dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim ona! Paramparça edeceğim! Her parçasını Toroslar’ın bir tepesine fırlatacağım, vahşi hayvanlara yem olsun diye! Yerler mi bilmem de… Falezlerden aşağıya, köpekbalıklarına atsam, balıklar zehirlenir, deniz murdar olur!
“Ona neden bu kadar kızıyorsun?” diye soruyorsun, değil mi?
Nasıl kızmayayım! Yeryüzündeki en değerli varlığımı elimden aldı. Neye sahip olduğunu bilse, baş tacı etse canım yanmaz! Aksine hayatını zehrediyor, kan kusturuyor! Yetmezmiş gibi yuvamın yıkılmasına, dükkânımın kapanmasına, beş parasız kalmama sebep oldu! Daha ne olsun! Sen olsan kızmaz mısın? Onu bir elime geçirsem:
“Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” diye soracağım.
“Kırk katır…” derse, kırk katırı bir araya getirip onu onların arkasına bağlayacağım, sarp kayalıklara süreceğim, keskin taşlara sürüne sürüne paramparça olarak ölecek! “Kırk satır…” derse, kırk satırla doğrayacağım, çiğköftelik kıymaya dönecek! Siniri miniri kalmayacak!
Daha önce de söylemiştim. İyice anlaşılsın istiyorum. Onun için tekrar ediyorum. Nevin’i severek almadım. Evlendikten sonra çok hırçınlaştı, sevmeye çalıştıysam da izin vermedi. Ablasına özeniyor, onu kıskanıyor, onunla eşirgeşiyordu. Beni sevdiğini biliyordum. Mesut olamayacağımdan emindim ama bari o olsun diye aldım, bir türlü mutlu edemedim. Ne mutlu oldu, ne de mutlu etmeye çalıştı. Dünyası dardı. Ailesi kadardı. Örneği, ablasıydı. Onun kocası zengindi. Fabrikatör oğluydu. Maddi gücüm o yarışa yetmedi. Onun için hiç hora geçemedim! Ağzımla kuş tutsam nafile!
Dilediği kadar kazanamadığım için dokumacılık bitti. Fabrika işi de… Büyük oğlumda müzmin bronşit vardı. Astım da eklendi. İstanbul’da hava kirliliği had safhadaydı. Güney illerden birine yerleşme ihtiyacı hâsıl oldu. Antalya’da karar kıldık.
Restoran işi tutmadı. Çay ocağını da başıma geçirdim! Oraya dünyanın her yerinden turistler geliyordu. Dünya insanlarıyla tanışma, konuşma imkânı doğuyordu. Büyük oğlumun arkadaşları da gelmeye başladı. Gelen, yanımdan ayrılmak istemiyordu. Kısa sürede etrafımı onlarca genç sardı. Bu defa oğlum kıskandı, gelmez oldu. Arkadaşları benimle dertleşiyordu. O katılmıyordu. Annesi gibiydi. Kıskanç, egoist ve sorunlu… Yüzlerce gence baba oldum, ona olamadım. Küçük, bana benzerdi. Kalenderdi. O da önceleri benimleydi. Onu da yanlarına çektiler, bir zaman sonra iki kutup olduk. Tabii ki ayrılma nedenim bu değil.
“Hiç âşık oldun mu?” diye sormuştun ya… “Hâlâ anlatma sırası gelmedi mi?”
Oldum zannediyordum ama onlar provasıymış. Temsil seninle başladı ama sana anlatma sırası gelmedi, boşuna bekleme, hiç gelmeyecek! Gençler de kendimi iyiden iyiye içkiye verdiğimi gördüklerinden aynı soruyu soruyorlar. Geçenlerde kızın biri de sordu senin gibi… Şöyle bir konuşma geçti aramızda:
“Sus şimdi konuşturma beni! Geliyor, geliyor… A, bak annen çağırıyor! Haydi bakalım!”
“Gitmem, Sırdaş! Boşuna uğraşma! Annem falan çağırmıyor. Aramızda neredeyse iki kilometre var.”
“Haydi, yemek zamanı!”
“Paketçiyiz ya biz. Burada yiyeceğiz.”
“İyi, iyi… Tamam, kal! Başımın belası!”
“Ne dersen de, dokunmuyor senin dediklerin bana. Hani son gelişimde beş altı şiir okumuştun ya bize, onları kimin için yazdın?”
“Susacak mısın, sen?”
“Ne zaman anlatacaksın, Sırdaş?”
“Kaçta gelecek, Melahat?”
“Bir buçukta…”
“Of!.. Daha çok var!..”
“Laf karıştırma!”
“Ne yapalım yani?”
“Özele girelim!”
“Madem özel, girmeyelim!”
“Neden saklıyorsun? “Aşk utanılacak bir duygu değildir! İnsan her yaşta âşık olabilir.” demiştin ya…”
“Hay, demez olaydım!..”
Bakma sen benim böyle mektuplar döşediğime… Aslında aşk yaşanır, anlatılmaz. Hissedilir ve hissettirilir. Ele gelmez, dile gelmez, kaleme gelmez!
Yüreğe gelir, demlenir de demlenir…
Aşk Küpü”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 492
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.