- 796 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
490 – YORGUN KURT
Onur BİLGE
"Zarafet Sembolü,
Yorgunum güzelim, yorgunum.... Hayallerim, hislerim, düşlerim yorgun… Umup umup elleri bomboş kalmaktan yıprandım. Kendimi aldatmaktan bıktım artık! Günler tantanalı, akşamlar duygu yüklü, geceler ıssız… Kalabalıklarda bile yalnızlıktan bunalıyorum. Uçsuz bucaksız bir tarlanın ortasına çakılı kalmış içi saman dolu bir korkuluk gibi hissediyorum kendimi. Her tarafı pas tutmuş teneke adam gibiyim, dokunsalar tıngır tıngır tıngırdayan… Kıpırdasam, gıcır gıcır gıcırdayan… Güneşim vurmaz olduğundan beri passız taraflarıyla pırıl pırıl parlayamayan… Her iki halde de içi saman, içi boş… Kalbini kaptırmış, beynini kaybetmiş… Evin içine çakılı kalmaktan yoruldum. Gıcırdamaktan bıktım. Boşluktan usandım. Gel de hayat ver bana! Can ver! Ya kalbimi yerine koy, ya beynimi geri ver.
Aklım fikrim, kalbim sende... Bomboş bir beden kaldı bende… Gücüm kuvvetim, zindeliğim, sevincim seninle gitti. Umudum, mutluluğum sana bağlı…
Elim kolum bağlı, sevgili… Ne adresin belli ne telefonun var! Olsa da ulaşamam, yasak koyan var. Her şey insafına ve takdirine kalmış. Benim için değilse de kendin için ilk adımı atmalısın! Bir şekilde bana ulaşmalısın!
İlk çaydan beri bütün içecekler seninle güzeldi, serin günlerde… Sıcaktan bunalırken sevginle serinliyordum, yudum yudum… Gelmez olsaydı o gelemeyesice yaza doğru! Yaz sonunda vatanımı işgal edemeseydi! Eylülde gasp edemeseydi tüm varlığımı! Şimdi kim mutlu edebilir beni!
Akşama kadar sandalye üstünde frontal duruş… Rölyef gibi yapışmışım arkalığıyla duvara… Etrafımda tebaam gibi gençler, el pençe divan… Başımda örtüm eksik… II. Ramses’in heykeli gibiyim. Öyle hissiz, öyle halsiz, hareketsiz, put gibi…
Yorgunum sevgili, yorgunum. Arkandan koşmaktan da, ardına düşememekten de yorgunum. Göz kapaklarım yarıya düşmüş, kapandı kapanacak, ağzım yırtıldı yırtılacak esnemekten… Gözlerimden yaşlar akıyor… Gözlerimin içi yanıyor.
“Kalkın gidin, ben uyuyacağım desem gün içinde, gece uyuyamayan gündüz nasıl uyuyacak! Sokakta çocuklar, satıcılar, komşu kadınlar… Her birinin farklı sesi, gürültüsü… İçeriyi boşaltmak mümkün de dışarıyı nereye boşaltacağım? Nasıl?
Diyelim ki içeriyi de dışarıyı da boşalttım, kafamdakileri nasıl boşaltacağım? Aklım gitmiş, yerine merak, endişe, evham gibi nerde sevimsiz sıkıntı veren, hayatı zehir eden yılan çıyan, böcü börtü, akrep, kurt, ne kadar fitne fücur varsa doluşmuş! Hepsi birden kafatasımı kemirmekte… Beynimi sen yedin bitirdin, onlardan önce…
Ayakta uyuyorum. İçim bayılıyor. Gözlerim kayıyor. Konuşulanları duyuyorum, anlamakta güçlük çekiyorum. Sesler kafamın içinde yankılanıyor. Boş mekânlardaki yankılanma gibi… Çın çınlı hamam, kubbesi tamam… Kafam hamam, çınçınlar tamam…
Arada sorular sormuyorlar mı! İşte o zaman bitiyorum! Neydi? Nasıldı? Nerde kalmıştım? Bir ara şerit kopmuştu. Dalıvermiştim gözüm baka baka… Ağzım falan da kaymıştır mutlaka bir tarafa… Salyam bile akmıştır, emin ol! O kadarına kadar bende değilim! Beyin devreden çıkınca ne olur, nasıl olursa insan, öyleyim işte! Dizlerimin canı çekiliyor. Birer karış yukarısına kadar tutmaz oluyor. Ayağa kalkmak gerekse, bacaklarım bana ait değil!
Kurbağa Prens olmak için yanıp tutuşurken, Kurbağa Prenses olarak gelmeni ve beni öperek uyandırmanı dört gözler bekler oldum. Şubatta, yine öyle ortasına doğru geleceğinden emin olsam, vaktin çabuk geçmesi için arka arkaya uyku hapları içerek kesintisiz uyumayı tercih ederdim, beklemenin azabından kurtulabilmek için. Bilmem ki yine aynı güler yüz ve berrak kalple gelir misin?
Seninle gençleştiğim, dinçleştiğim zamanları hatırlıyorum. Çok değil, yaklaşık bir yıl önceydi. Kaçar kaçar gelirdin yanıma. Kimi zaman evden kimi zaman okuldan… Boş kalan vakitler az gelirdi ikimize de… Uyduruk mazaret kâğıtları hazırlatır, imzalatırdın bana. Hatırlasana!
Âşık gibi olmasa da arkadaş olarak ne kadar severdin beni! Bensiz edemezdin! Eve döndüğünde de bir fırsatını bulur, arardın. Anlatamadıklarını oradan tamamlardın. Şimdi yine bir imkânını bulsana! Bir kez olsun arasana!
Telefonla yakın ilişki içindeyiz. Birileri olmadığında, burun buruna oturuyor, gözlerimizi ayırmadan bakışıyoruz. “Çaldı çalacak!” diyorum, zoraki ümitlerle. Arada çaldığı da oluyor: “İnşallah odur!” diye çıldırıyorum! Kaldırıyorum ahizeyi… Anladın değil mi? Bir ses… Bazen kız bazen erkek sesi… Kız sesiyse yine bir tını beklentisi… Erkek sesiyse, temelli odun! Bir de:
“Sırdaş! Nasılsın? Ne yapıyorsun?” demiyor mu! İyice fıttırıyorum!
“Sana ne ulan! Nasılsam öyleyim! Çok mu merak ettin ne yaptığımı? Hadi dökül! Anlat da rahatla! Hırbo!” dediğim çok oluyor. Nazım geçiyor. Onlar bilirler sırdaşlarını. Severler. Ne mi yapıyorlar? Gülüyorlar. Ne yapacaklar! Daha rahat anlatıyorlar sıkıntılarını.
Bir de ben anlatabilsem! Kaç kere niyetlendim, Mustafa Kaptan’a bari anlatayım, mütedeyyin adamdır. Dışarıya sır vermez. Yine de vazgeçtim, kınar falan diye. Ya da dalga geçer. Yok, dalga geçmez de… Bilmem ki nasıl karşılar. Acaba o da âşık olmuş mudur? Bilir mi âşığın çektiklerini? Anlar mı acaba halimden? Anlasa anlasa bir o anlar beni. Anlatsam anlatsam, bir ona anlatabilirim biriktirdiklerimi.
Sen şimdi “Hırbo” ya takıldın. “Ne demek o?” diye sorduğunu işitiyorum. O eşsiz güzellikteki sesinle usulca soruyorsun. “Argo…” diye cevaplıyorum. “Sen argo sözcükler kullanır mıydın?” diyorsun kaşlarını gerip, gözlerini kocaman kocaman açarak. Erkek erkeğe olunca kullanırım, neden olmasın? Onlar da kullanırlar. Aynı dili konuşuruz, baş başa kalınca… Acayip zevk alırız hem bundan! Sinsi sinsi güleriz. Ne dedin? Anlayamadım! Manası mı? Çok mu merak ettin? “Aptal, sersem, salak, ahmak, alık, kaba saba…”
Ben de hırboyum, anlayacağın. Ara ara da olsa argo kelimeler kullanan kaba saba biri… İstanbul çocuğuyum aslında ama bu sözler İstanbul’da da var. Hem ben orada öğrenmiştim, biliyor musun? Orada da artık herkes imbikten geçmiş değil. Eskidenmiş o! Yorganını yüklenen geldi. Karıştık kaldık! Ne nezaket kaldı, ne yöresel örf adet…
Bir adet fıstıktın sen İstanbul asıllı güzeller güzelli kız! Bir içim su, nezaket ve zarafet sembolü… Keşke o kadar uzağa gideceğine uzaya gitseydin! Mademki gelmeyecektin! Uzaya gidenler bile geri geliyorlar! El insaf!..
Geleceğini bilsem, var ya… Gül yaprakları serperdim geçeceğin yollara… Gençleri dizerdim sağlı sollu, ellerinde mumlarla karşılarlardı seni. Ardından şaka yollu sular dökerek uğurlamıştım, yüzüm güler, içim kan ağlarken… Gelirken, bayramım olurdu! “Bir kere daha görmeye canını verir misin?” diye sorsalar, hiç düşünmeden: “Seve seve!..” diye cevaplardım! O kadar çok özledim! O kadar çok!..
Yorgun Kurt”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 490
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.