- 648 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
489 – SONBAHAR
Onur BİLGE
“İlkbahar!ım,
Seni kaybeden inliyor aralıksız, kazanan gülüyor. Ölüyor dallarımda yapraklar, dallarım kuruyor. Gidişin beni yordu. Öyle bir gidiş ki, dönüşü görünmüyor! Hiçbir umut yok!.
Sen buralardan gittiğin zaman birlikte dolaştığımız yerler güzü yaşıyordu. Bir başıma geçtiğimiz yerlerden geçerken billur sesin yerine kuru yaprakların ayaklarımın altında ezilirken çıkardıkları sesleri dinliyordum. Bana ne kadar benziyorlardı! Sararmış, kurumuşlar, parçalanıp yok oluyorlardı. Çok geçmeden toprağa karışacaklardı.
Sarı bir sonbahar günüydü, terk edip gittiğinde beni. Aylardan eylül, bir ikindi vakti… Eylül… Ayrılık ayı…
Dallarda yapraklar sararmaya başlamışlardı ya bir kere… Düşeceklerdi yere, eninde sonunda. Çaresizdiler. Gövdeler yorgun, dallar bitkin, saplar kuru… Yapraklar, son rüzgârları beklemekteydiler. Onların alışageldikleri bir olaydı bu. Nasıl olsa yine filizlenecekti çıplak dallar, bahara… Toprağın karnı yarılsa, umutlar çıkar, baharlar çıkar art arda...
Bir baharlık mutluluk kaldı anılarımızda. Bir sıkımlık barutum, bir baharlık umudum, avuçlarımda… Garibin karnı yarılsa, içinden umut çıkar!
O tadına doyulmaz zaman dilimleri yılan gibi kayıyordu avuçlarımızdan, su gibi akıp gidiyordu. Asla geri gelmeyeceğini bile bile hayatın en değerli hatıralarını hızla yaşıyor, haz tanelerini alıyor, zamanını savuruyorduk. En değerli günlerdi rüzgâr gibi geçmekte olan ama zaman o güzelliklerde duraklamıyordu bile… Tatsızlığa sebep olan olayların uzatılmasıyla nasıl aptalca bir savurganlık yaptığımızın farkındaydım. Onların olması da, epeyce sürmesi de engellenemiyordu. Vakti o şekilde ziyan etmemeliydik. Beraberliğimizin her anının değerini ve tekrarının imkânsızlığını idrak ederek geçirmeliydik. Canımızın istediği gibi, bizi mutlu eden kişilerle, özgürce…
Adın bahardı senin. Yaza çok uzak olan bahar… Benim adımda da bahar vardı ama kışa en yakın olan bahar… Senin gözlerin, gözlerin derinliklerine bakardı, benim gözlerimse toprağa, yerin dibine…
Son baharımda, şubat ortasında bahar bekliyorum. Bitimsiz ilkbaharlar, dingin yazlar düşlüyorum. Umarsızca bekliyorum dönmeni. Beklentilerin terk ettiği, en değerli yakınlarım, canlarım gibi duyarsızca çekip gittiği ahir zamanımda bu yalnızlık çekilir gibi değil! Çaresizlik, ölümden beter!
Yine gel, sığın bu sakin ve emniyetli limana! Korumamda ol! Gir kanatlarımın altına! Bir hazin eylül günü turnalarla gitmiştin. Bahara doğru kırlangıçlarla bari gel!
Göçmek varsa, dönmek de olmalıydı. En azından bir ara görünüp tekrar gitmek falan… Böyle gelmemecesine gitmek demek, esir düşmek demek! Evlilik mi esaret mi! Cesaret mi edemiyorsun kaçıp gelmeye? Beklediğin bir şeyler mi var hâlâ ondan? Onca işkenceye nasıl katlanabiliyorsun?
“Beklemekten usanır, yorulur da ölmez ya insan! Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur. Ölüm olmasın yeter ki! Ayrılık da nedir ki!” diye teselli etmeye çalışıyorum kendimi ama hiç de iç açıcı değil halim. Kara bulutlar kapladı içimi. Kalbim delik deşik, yaralı bereli… Bir rüzgâr bekliyorum, gönlüme bir esinti… Ruhuma ferahlık, dizime derman… Hak dilerse zemheride açar garibin gülü. Bahar eder, yaz eder ömrü. Ömrüme ömür katar, dilerse… Dilerse buhar eder ömrü, yoz eder gülü…
Yorgunum, anlatamayacağım kadar… Gündüzlerim yine gençlerle ve dertleriyle, sevinçleriyle, beklentileriyle dolu geçiyor. Şarampol’deki evde de yalnız bırakmıyorlar beni. Ne çabuk haber aldılar, nasıl buldular izimi! Aynı kadro, artan müdavimlerle hep çevremde… Hele o gedikliler var ya… Akşamları geç vakitlere kadar dağılmıyorlar. Ya beni çekiştirip götürüyorlar bir yerlere ya da sohbet muhabbet benim evde… Yorgunluktan yığılıp kalmam gerekirken geceleri... Hani onlar yakamdan düştüklerinde, sen geliyorsun olanca güzelliğin ve cazibenle… Şiirler geliyor, şarkılar geliyor, kadehler boşaldıkça… Bir de bakıyorum ki sabah oluvermiş! “Ne çabuk!..” diyorum. Zaman en hızlı seninleyken bitip gidiyor.
Geçenlerde dükkânı kapattığımı söylediğim bilardo salonu işleten arkadaşım bir teklif sundu bana. “Boş oturacağına gel, salonda otur. Yiyeceğin içeceğin benden… Üç beş kuruş da kazancın olur. Çayın kahven önüne gelir. Sadece oturacaksın ve etrafındaki onlarca genci çekmeye çalışacaksın. Var mısın? Yapar mısın?” dedi. “Yaparım!” dedim. “Neden olmasın!”
Ev her gün gece yarılarına kadar dolup taşıyor, komşular şaşıyorlardı. Onlar görmemişler ki böyle bir olayı! Kim bilir neler düşünüyorlardı hakkımda! Teklifi kabul edersem, gençlere yeni bir mekân da sağlamış olacaktım. Onları toplamak kolaydı. Bunun için çaba sarf etmem gerekmezdi ki! Nerde olduğumu bir iki kişi bilsin yeterdi. Biri diğerine der, kulaktan kulağa hepsi öğrenir, gelirdi.
Bizim uzatmalılardan Kubilay’a dedim, nerde olacağımı. Çok geçmedi, sökün etmeye başladı millet. Oturacak yer kalmadığı oluyordu ama benim masamın etrafında… Hepsi başımda, aşkları, işleri, sıkıntıları, dertleri, kederleriyle… İçlerine dert olanları ya da günlük olayları anlatma yarışı içindeydiler. Kimsenin bilardo oynamaya niyeti yoktu.
“Oğlum, oyununuzu oynasanıza siz! Burası bilardo salonu! Kahvehane değil!” diyordum ama nafile!
İnsan, anlatamazsa çıldırabilir! İnsan insana her bakımdan lazım! Hele aynı dertten mustarip olanlar, birbirlerini kadar da iyi anlarlar! Onlar bendim! Benim gençliğimdiler. Yaşadıklarımı yaşamaktaydılar. Anlatıp rahatlamanın yanı sıra nasihate, tavsiyeye ve taktik almaya ihtiyaçları vardı. Yaşları gereği özellikle aşk acısı çekiyorlardı. Acemice seviyorlar, yenik düşüyorlar, şaşkınlık ve çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilemez halde yanıma geliyorlardı. “Avanak âşıklar!” diyordum onlara. Asıl avanak bendim! Avanağın daniskasıydım ama onlar bilmiyorlardı. Sen de hiç bilmeyeceksin! Hele sen, asla!..
Bilardo salonu maceram da çok sürmedi, fiyaskoyla neticelendi. Onlar orada beni bulmuşlar, bilardo mu oynarlar hiç! Onu her zaman, her yerde yapabilirler. Kendilerini dinleyecek, anlayacak ve yol gösterecek birini kolayca bulamazlar.
Tekrar eve kapandık. Giritli evlerinde küçücük de olsa bir bahçe vardır muhakkak. Benim evin de küçük bir bahçesi var arkada. Ev sahibi çiçeklerle donatmış, sağ olsun! Bana sadece sulamak ve seyretmek kalıyor. Güneşli ve ılık günlerde, akşamüstleri arka taraftaki betonu yıkıyor, bir kilim seriyorum üstüne, gelen çöküyor! Taş buz gibi ama minder falan da aramıyorlar. Öyle şeyler yok zaten. Fazla iskemle de yok. Ben yere oturamam, bilirsin. Yine sandalye tepesine tünüyorum. Tütünümü çakmağımı falan da pencerenin denizliğine koyuyorum.
Kendimi guru gibi hissediyorum. Ne biliyorum, bilmiyorum! Onlar benim için: “Bilge!” diyorlardı ya. “Filozof!” falan diyenler de vardı. Gedikliler: “İhtiyar!” derler. Adımı söylemek, yanına bir sözcük daha ilave etmek suretiyle de olsa, onlara hoş gelmiyor olmalı.
“Mademki adımla hitap etmeyeceksiniz, çeşit çeşit adlar takmayın bana! Tek ad bulun, onunla seslenin!” dedim.
Her kafadan bir ses çıktı. Yine uyuşamadılar. Ad bulmak için sözleştiler. Ben de kendime uygun bir ad düşünmeye başladım. Ben orta ikiye kadar okumuş cahil bir adamım. Öyle filozofluk, bilgelik, düşünürlük, guruluk yaşlık bana göre değil. Yükledikleri göreve uyan tek sözcük vardı. Sırdaş… Akıl almayacak sıfatlarla adlarla geldiler. Her biri hakkında konuştuk, şakalar yaptık, güldük eğlendik… Epey bir sürdü bu böyle… En sonunda Sırdaş’ta karar kıldık. Artık başka şekilde hitap edenler uyarılıyor, herkes bana Sırdaş diyor.
Kubilay bir de tabela yazdırmış, kapıya çakmış. Tek sözcük… Sırdaş… Altında Zembilli’nin sepeti gibi iple bağlı bir sepet resmi, içinde yazılı kâğıtlar… Komşular daha da şaşıracaklar!
Ya sen? Sen sırdaş olarak görmüyor musun artık beni? Neden hâlâ ses seda yok İzmir’den? Yoksa kilit altında mısın? Telefon da mı kilitleniyor? Hayır! Olamaz! Şayet öyleyse yine de bir çıkar yolu vardır. O müzevire nasıl ulaştıysan bana da bir şekilde ulaşabilirsin.
İnşallah öyle değildir! İnşallah!..
Sonbahar”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 489
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.