KIRMIZI HAYAL
Kırmızı, yedili yaşların bana verdiği heyecanın rengi. Gitmediğim, görmediğim yerleri gezerdim rüyalarımda onunla. Tık, tık, tık sesleriyle dolaşırdım kendimi göstermek adına ortalıklarda. Köyümüze gelen atlı amcanın düdüklerinin sesini duyunca hemen koşardım yanına acaba var mı diye kırmızı hayalim. Olmazdı, olamazdı zaten. Düdüklerin arasından benim hayalim çıkacak değildi ya! Ama ben belki kırmızı bir düdük alırsam hayalime bir adım daha yaklaşırım diyerek “Bana en kırmızısını ver amca!” derdim. Gülerdi bana, tamam derdi. Ben anlamazdım niye gülerdi.
Bir gün babamlar tarlaya çalışmaya gittiğinde en pasaklı, üstü başı kirli halimizle sokak aralarında oynarken köyün içinden kocaman bir arabanın geçtiğini gördük. O gitti, biz koştuk peşinden. Hiç görmemiştik bu kadar büyük bir arabayı daha önce. Herkes arabanın başına toplandı. Arka kapak, daha sonra ise yan kapak açıldı. Olamazdı böyle bir şey... Ben hemen babamların çalıştığı tütün tarlasına koştum. Ağlıyordum:
- Baba, baba! koş, geldi!
- Dur hele ne geldi, ağlama da anlat.
- Kocaman bir araba geldi baba.
- Ne var kızım bunda. Hem niye gelmiş, ne varmış ki?
- Kırmızı, topuklu ayakkabılarım var baba!
Ben ağladım, babam güldü. Annem “Sonra gider alırsınız, şimdi işimiz var.” dedi. Olmaz dedim, olmaz. Ya araba giderse, ya ayakkabılarımı da götürürse… Ben korkudan daha çok ağlamaya başladım. Tamam dediler, tamam. Toz ve toprakla karışmış yanağımdan akan yaşlar yüzümün kirini daha çok ortaya çıkarıyordu ama mutluydum.
Arabanın yanına geldiğimizde kalabalığın daha da arttığını gördük. Öyle ya, köye hiç ayakkabıcı gelmezdi ki! Kalabalıktan sıyrılıp araya girdim, babama gösterdim. Babam baktı, “Sen bunu giyemezsin.” dedi. “Bunun topukları var, düşersin.” “Düşmem ben, bana ne, istiyorum.” diyerek tekrar ağlamaya başladım. Babam kaça diye sordu. Adam, benim umursamadığım, anlamadığım bir rakam söyledi. Babam ve annem bakıştılar. Annem babama “Ali, bu çok fazla.” dedi. “Hanım! Ağlıyor, ne yapalım, mecburen alacağız.” dedi.
Aldılar, o kırmızı, topuklu ayakkabıyı bana aldılar. Mutluydum çünkü en güzel kız ben olacaktım artık. Koşarak eve gittim. Hemen ayakkabıları giydim. Babamlar bana sonra da giyeyim diye büyük almışlar ayakkabıyı. Büyümeyi bekliyordum ben her gün. Ama ayakkabım yatağımın baş tarafındaki pencereye benzer küçük sekide duruyordu hep. Evde kimse yokken ara ara giyip tık, tık, tık seslerini duymak için topuğuna sert sert basarak yürüyordum. Ayakkabıya bakarak, gülüyordum.
Arkadaşlarım gelince oynamak için onları önce eve sokup ayakkabılarımı gösteriyordum. “Bak, babam aldı.” diyordum. Onların ayakkabıları yoktu öyle ve bana imrenerek bakıyorlardı. Ben gurur duyuyordum babamla. “Aslan babam bana ayakkabı aldı diyor ve hep dua ediyordum babama.”
Babam beni dünyanın en mutlu insanı yaptıktan iki ay sonra hastalandı. Köyün tek arabası muhtarda vardı. Muhtar babamı eski, bozuk arabasıyla hastaneye götürdü. Bir hafta geçti ve babam zayıflamış, yüzü solgun bir halde eve geldi. Öksürüyordu, nefesi tıkanıyordu. Ben yanına gidince bana sarılmıyordu. Ben de artık beni sevmiyor diye ağlayıp, ayakkabılarımın yanına koşuyordum. Kucağıma çocuk sarar gibi ayakkabılarımı sarıp, babam beni sevmiyor diye dert yanıyordum.
Babam gün geçtikçe iyi olup yataktan kalkacağına, hastalığı daha da artmıştı ve ben hep kapı arkasından sızan ışık eşliğinde saklı saklı onu izliyordum. Yine bir akşam teyzemler babama bakmaya hem de Kur’an okumaya geldiler. Annemle teyzem bir ara mutfağa geçtiler. Ben yine ayakkabılarımı çıkarmış, kırmızı hayallere dalmıştım. Bir ses duydum mutfaktan. Annem ağlıyordu. Ses çıkarmadan mutfak kapısının yanına kadar gittim ve onları dinledim. Annem teyzeme babamın günlerinin sayılı olduğunu söyledi. Anlamadım, sayılı ne demekti.
Ertesi gün meraktan kurtulamamış olmamdan dolayı babamın yanına gittim ve sordum: “Baba günlerin sayılı olması ne demek?” Babam nerden duyduğumu söyledi. Ben de anlattım. Yüzünün rengi değişmişti. Beni kucağına aldı, sıkıca sarıldı ve ağladı. Hadi ayakkabını giy gel de sana bakayım ne kadar büyümüşsün dedi. Ben sevincimden hoplaya zıplaya ayakkabılarımın olduğu sekiye koştum. Ayağıma geçirdim, iplerini bağladım ve tam yürüyeceğim anda annemin çığlıklarını duydum. Korkudan kendimi yerde buldum. Topuk üzerinde duramamış, düşmüştüm. Kalktım ve bir sağa bir sola, sallana sallana düşmeden babamın yanına gittim. Kapı yüzüme çarpıldı, şaşkındım. Annem içeride ağlıyor, “Almayalım dedim sana, paramız yok dedim sana, ilacın yok dedim sana Ali’m.” diyerek haykırıyordu.
Ve ben babamın bizi bırakıp gittiği gün anlamıştım sayılı günün ne olduğunu. Annemin neyi almayalım dediğini. Ve ben o gün hayallerimi süsleyen kırmızı, topuklu ayakkabılarımın her şeyi kana buladığını öğrendim. Ve ben o gün ayakkabılar ayağımda değil de elimdeyken yere düştüm. Ve ben o gün ayakkabımın topuğunu kırarak yüreğime sapladım.
Ayşe AKAY