- 695 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
485 - MAVİŞ
Onur BİLGE
Mavişim,
Yağmur yüklü bulutlar gibiyim. Ara ara yağarım, sulu sepken… Gülümseyerek uğurladığıma aldırma siz İzmir’e giderken. Şaka yollu su da dökmüştüm, arkandan. O su da ne ki! Ne yağmurlar yağdırdım ardından! Sararan gönlümü yeşertmek için… Yeşil halılar sermek için basacağın yollara… Bir kış sonu yine bahar getirmen için dünyama… Gökleri yerlere indirdim!.. Kararan ruhunu yeşertmek için… Bembeyaz papatyalarla, al gelinciklerle karşılamak için seni. Yenilemek için ilgimizi, sevgimizi. Tamamlamak için muhteşem hikâyemizi…
Hayat olduğu gibi kabul ediyordu beni, ben de onu itirazsız… Benim için her gün başka bir masal yazıyordu. En güzel masalım Mavişim olmuştu. Değerin dünya kadardı, gidince dünyanın beş para etmediğini öğrendim acı acı…
Nasıl anlatsam sana çektiklerimi? Hafif acılar anlatılabilir ama derin acılar laldir. Onlar yeryüzündeki sular gibi değildir. Yeraltında akarlar. Ne kadardırlar, nasıl bir debiyle, bilinmez. Buzdağlarının görünen kısmının görünmeyen kısmına oranına benzer, görünenleriyle görünmeyenlerinin birbirlerine oranı… Sesleri işitilemez ama yok sayılamaz. Kim bilir nasıl fışkırarak çıkarlar, nasıl gürleyerek akarlar! Çağıltılarını duyar gibiyim.
Kimse görmedi ağladığımı, hıçkırıklarımı kimse işitmedi. İnsanlar sadece mutluyken gülümsemezler ki! Acılarını baskılamak ve direnme güçlerini arttırmak için de gülümserler. Ben hep öyle yaptım. Hıçkırıklarımı tuttum, gözyaşlarımı yuttum.
Ulu ağaçlar, fırtınalı yerlerde yetişirmiş. İçimde yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi ürkek, acemice sıralayan bir aşk var. İlk defa zamana karşı yarışmaya kalkan bir atlet… Çok adam sayılan Yok Adam’la savaşmaya hazırlanan Don Kişot… Yine de kararlıyım! Bana hayatı zindan etse de aşkın, onu hep canlı tutmak için mücadele edeceğim. Asla pes etmeyeceğim! Yılmayacağım, yıkılmayacağım!
Son konuşmamızdan sonra kapıdan öyle bir çıkışın vardı ki! O ne afra tafraydı! Ne yana dönersem döneyim, o halinle karşımdaydın! Basiretim mi bağlanmıştı, “Dur!..” diyememiştim!
Bir tutukluk vardı bende! Büyü gibi bir şey… Bilmem nasıl çözülürdü. Sen gidince kayığım battı. Fırtınalı denizlerde yüzmeyi bilmiyordum ki!
Zamanın hasarı, çuvala sığmaz mızraktı… Ne kadar gizlenirse o denli gerçekti yaşlılığım, ne kadar saklanırsa o kadar ortadaydı, hem de olanca acımasızlığıyla… Sırılsıklam tutkundum ama alay konusu olmamak için tutkumu içimde tuttum, çaresiz. Sustum, susabildiğim kadar… Susamayacağımı hissettiğim zamanlarda gülümsedim, dudaklarımın içini kanatırcasına ısırarak ve sessizce verdim seni kendi ellerimle… El sallayarak uğurladım, mutluluğunuzu paylaşıyormuş gibi gülerek… Güle güle gitsin, tez gelsin diye ardından sular dökerek… Uğursuz’la uzaklaştığında, umutsuzluğumda boğuldum, ıstırabımdan uğundum!..
Kimi sahte para basar, kimi sahte adam yapar. Onu adam edip koluna taktın da gezdin ya! Onunla gittin ya! Bana en çok o koydu! Hem de nasıl! Acısı ciğerime oturdu!..
Öykümüz yarım kaldı, Kaleiçi’nde. Badem ağacının altında ballanan… Türkümüz başlarken sustu çatlayan dudaklarımda. Gözyaşlarım, hasret yüklü bulutlardan boşanırcasına süzülüyor yanaklarımdan. Ben böylesine umursanmama yaşamadım hayatımda. Böylesine, yıpranmış, içi dışına çıkmış bir bez bebek gibi bir köşeye fırlatılıp, düştüğüm gibi bırakılmadım. Çok gücüme gidiyor bütün bu olanlar! Bana tercih edileni düşündükçe çıldırıyorum!.. Kahrımdan öleceğim!..
Bütün kozlar senin elindeydi güzelim. Sana göre bir şey yoktu. Gören bendim, görülen sen… Umursamayan sendin, ümitlenen ben… Yaşananlar, mazide yaşadıklarımın fevkinde, tarifi imkânsız güzellikteki sevgi ve mutluluk yüklü zamanlara ait eşsiz anılardı. Dürülüp kaldırılan, yaşanmadan biten bir aşkın defteriydi. Geride kalanlarsa, öldürülüp atılmayan, can çekişmekte olan ağır yaralı bir adam ve dağ gibi yığılan çekilmez dertleriydi.
Kara yazıyor dertlerimi mürekkebim, efkârlandıkça efkârlanıyorum. Kelimeler ifade edemiyor kederimi.
Bükülen boynumdur, burulan yüreğim… Heba olansa, iyi niyetimle emeğim… Düşündükçe dertlere karılırım. Tüttürürüm tütünümü, çekerim kafayı, daralırım! Laleler vurulur boynuma! Her gece alırım yalnızlığı koynuma, dünyaya darılırım.
Adını söyleyeceğim, dilim varmıyor. Nokta koyacağım her bir harf için, olmayacak. “Nokta koymalıyım bu aşkın sonuna!” diyorum, sana çok kızdığım zamanlarda ama her yer noktayla dolu olsa da nokta konmaz bu aşkın sonuna, asla! Olsa olsa virgüldür, ayrılığımızın anlamı. Nasıl kıyılır ki sevgiliye! O, hoş kokulu, nadide, taptaze, çok güzel, şebnemlı pembe bir güldür. Bir gül kondurulur, her hatanın üstüne, ıslak bir martı yarı çıplak kırılgan bademin dalına konarcasına.
Seni her düşündüğümde, hiç duyulmamış farklı bir öykü oluyorsun. Hiç yaşanmamış bir anı, yazılmamış bir şiir, anlatılmamış bir masal, bilinmeyen bir efsane… Öykü öykü dolaşıyorum seninle, şiir şiir koşuyorum. Masal oluyoruz birlikte ömre bedel! Efsaneleşmeye çalışıyoruz. Yaşamaya başlıyoruz akıllara durgunluk bir romanı baştan sona. Sonra birden bire yanıyor ışıklar! Gerçek, tüm acımasızlığıyla ortaya çıkıveriyor. Açıyorum gözlerimi, o güzelim rüya bitiveriyor.
Ümit bitiyor, gelecek bitiyor, hayat bitiyor, Necmettin bitiyor! Kıyametler kopuyor ruhumda! Sonunda, gerçek veya sanal, hep hayal kırıklığı oluyor, seninle ne yaşanırsa…
Don Kişot”
***
Onur BİLGE
BİN BİRT GECE ÖYKÜLERİ – 485