- 632 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Babamı Beklerken
Daha ilkokula başlamamıştım. Okul benim için soyut bir kavramdı henüz. Benden üç yaş büyük ablam birinci sınıfa gidiyordu. Ona, okul ve sınıf hakkında sorular sorardım. Öğretmenin kendisini tahtaya kaldırdığını söylerdi. Karatahta nedir, nasıl bir şeydir aşırı merak ederdim. Ablamdan bana karatahtanın nasıl bir şey olduğunu anlatmasını isterdim. Onun betimlemesi bir türlü merakımı gideremez, kafamda somut bir varlık şekillenmezdi.
Evimiz okula hayli uzaktı. Nihayet bir gün beşinci sınıfa giden ablamın peşine takılıp onun sınıfına girdim. Sınıf nedir, karatahta ne biçim bir şeydir ancak o zaman öğrenebildim. Daha 1930 yılında öğretime açılan köy okulumuz beş sınıflı koskocaman bir binaydı. Ablamın sınıfı dar ve küçük bir sınıftı. Gözlüklü öğretmenin anlattıklarını dikkatlice dinlediğimi hâlâ anımsarım.
Evimiz köyden sapa bir yerde olmasının nedeni babamın daha iyi hayvancılık yapama arzusundan kaynaklanıyordu. Babam, gönlünce hayvancılık yapmak, koyun beslemek için köyden hayli uzak, çevresi çayırlarla kaplı bir yerde ev yapmış. Amcamlarla köyde bir arada yaşarken de herkese örnek olacak özellikte koyunlar beslermişler.
Cumhuriyetin ilân edilmediği, doğup büyüdüğüm toprakların Rusya’ya ait olduğu yıllarda, Hopalı koyunculuk yapanlar koyunlarını Gürcistan ovasında kışlatır yazlarıda Yığılı ve Bilbilan diye adlandırılan Şavşat yaylalarına gelirlermiş. Gürcistan’dan gelirken Ardahan’dan geçermişler koyun sürüleriyle. Ardahanlılar, hemen hemen anneleri kadar büyümüş kuzuları ve yünleri uzamış cins koyunları hayranlıkla izlerlermiş. Babam böylesi konusu koyunculuk olan nice öyküler anlatırdı.
Uzun kış mevsiminde günlerimiz babamın çobanlık anılarını dinleyerek geçerdi. Bu arada babamın son derece güzel kaval çaldığını belirtmeliyim. Daha sonraki yıllarda babamın kavalının büyülü sesinin övgüsünü çok duydum. Her gün sabahleyin erkenden sığır ve koyunların yemleme işini yapılırdı. Bu işleri büyük ablamla babam yapar, annem kahvaltı hazırlardı. Yemekten sonra babam kavalını üflemeye başlardı. Benden bir büyük ablam ve erkek kardeşimle yarım halka oluşturur daha çok doğaçlama yöresel oyunlar oynardık. Bazen büyük ablam da barbaşına geçip oyunumuza iştirak ederdi. Benden bir büyük ablam ve kardeşimden başka oyun oynayacak bir arkadaşım yoktu.
Ancak yaz aylarında yaylalarda köy çocuklarıyla buluşup oyun oynama şansım olurdu. Kışın kar yağdığında her taraf karlarla kaplanır yollar kapanırdı. Doğamız vahşi bir sessizliğe bürünürdü. Evimizin karşısından geçen Şavşat-Ardahan yolundan günlerce geçen olmazdı. Hele akşama doğru gün battıktan sonra evimizin karşısındaki orman ve uzaklardaki dağlar dakika dakika karanlıklara bürünürken ruhumu dayanılmaz bir yalnızlık sarardı.
Evimizin karşısındaki ormanın batı tarafındaki yamaç çayırlarla kaplıdır. Kışın bazı sabahlar bu çayırların yukarılarında kurtların yürüdüğünü görürdük. Köyde koyunculuk yapan ailelerin kurtlarla hoş olmayan anıları vardır. Muhakkak her çoban koyun güderken birkaç kez kuzuyu kurda kaptırmıştır. Benim de çobanlık yaptığım çocukluk günlerimde kurtlarla ilgili çok acı anılarım vardır. Bu nedenle, duruşu, hızlılığı ve yırtıcılığıyla soylu bir hayvan olan kurtlar bizim diyarlarda hiç sevilmez.
Büyük olasılıkla dört yaşlarındaydım. Babamın geceleri kurtların uluma seslerini duyduğumuz evimizden Ardahan gitmek için hazırlık yaptığını anımsıyorum. Karlı yolları niçin kat edip, üç bin metre yüksekliğe ulaşan dağları aşacağını bir türlü kabullenemiyordum. Yolların kışın iyice ıssız ve tehlikeli olduğunun çocuk yaşıma karşın farkındaydım. Ardahan’a giden ya da o taraftan bizim ilçemize gelen yolcuların aşmak zorunda oldukları dağda tipiye tutulup ölüm tehlikesi atlatma öyküleri benim için hiç yabancı değildi. Abartısız her kış en az bir yolcu o dağda tipiye yakalanıp donduğunu duyardık.
Her erkek çocuk gibi babama hayrandım. O benim çocukluk kahramanımdı. Kışın tam ortasında dağları aşmak zorunda olduğu bir yolculuğa çıkmasını hiç istemiyordum. Zaten köyden uzak, ıssız bir yerde oturuyorduk. Babamın tehlikeli bir yolculuğa çıkması, hele bir de geri dönememe ihtimalini düşünmek ruhumu karartıyordu. Babam olmazsa biz ne yapardık? Nasıl yaşardık? O, bizim gerçekten evimizin direğiydi. Bu tehlikeli yolculuğu ne amaçla yapacağının farkında değildim.
Bir sabah uyandığımda babam tek başına kahvaltı yapıyordu. Annem bolca yağ eritmiş, yanına da bir tas yoğurt koymuştu. Aralarında sohbet ediyorlardı. Annem:
“Yoğurttan bolca yersen dağın zirvesine tırmanırken terlemezsin…” diyordu. Güya karlarla kaplı yolda yokuş yukarı yürürken yola çıkmadan önce yoğurt yemek gerekirmiş. Yolcu o zaman fazla yorulmaz ve terlemeden dağı aşabilirmiş. Böyle bir söylence varmış. Annemin sözleri üzerine babamın ekmeği erimiş yağa banıp yerken yoğurdu da tıka basa yemesini istiyordum.
Nihayet babam günün erken bir saatinde yalnız başına yola çıktı. Kendisine bir arkadaş bulmuş muydu, o arkadaşıyla buluşacaklar mıydı? O konuda bilgim yoktu. Yapacak da bir şey yoktu garip garip beklemekten öte. Babamın arkasından üzgün üzgün bakakaldım. Hava güzeldi. Güneş yavaş yavaş evimizin karşısındaki tepelerden kendini gösterdi. Tek umudum havanın bozmaması, yeniden kar yağışının başlamamasıydı. Eğer kar yağarsa dağı aşmak zorunda kalacak yolcumuzun oluşacak tipiye yakalanma riski vardı.
Annem, babamın normal koşullarda ancak üç gün sonra geri döneceğini söylüyordu. O üç gün benim için üç yıl kadar uzun sürdü. Evde işleri annemle büyük ablam hallediyordu. Hayvanların yemlenmesi, su içmeleri için ahırdan su yalağına kadar götürülmesi her gün yapılan işlerdi. Ben de babamı beklemenin tedirginliği içinde evde duramayıp ablamın peşi sıra onunla evle samanlık ve ahır arasında adeta mekik dokuyordum.
Babamın evden ayrılışının üçüncü günü öğleden sonra yolu gözlemeye başladım. Sık sık evimizin balkonuna çıkıp üşüyünceye kadar dışarda beklemeye devam ediyordum. Ellerim iyice üşüyünce kısa süreliğine eve girip birazcık ısındıktan sonra tekrar balkona çıkıp yolu gözlüyordum. Saatler geçmiyor, beklenen yolcu bir türlü gözükmüyordu.
Kış güneşinin solgun ışıkları evimizin karşısında bulunan uzaklardaki dağların doruklarından yavaş yavaş çekilip dağlar mor renge dönüşürken babam aniden ortaya çıkıverdi. O anda ben üşüyen ellerimi ısıtmak için eve girmiştim. Evimizde bir mutluluk halesi oluştu. Başta annem ve biz çocuklar çok sevindik. Yüzlerimiz güldü. Evimizin direği, babamız eve dönmüştü.
Böylece benim umarsız bekleyişim mutlu bir sonla bitti. Babama ilk sorum dağı aşarken terleyip, terlemediği oldu. Babam:
“Dağın tam zirvesine çıkacağım zaman anlımın hafifçe terlediğimi hissettim. Yürüyüşümü biraz daha yavaşlatıp fazla terlememeye dikkat ettim. Gidiş ve dönüş yolculuğum normal geçti. Allah’ın verdiği fırsatla şükrolsun kara, fırtınaya yakalanmadan sağ salim eve döndüm.”
Babama yeniden kavuşmanın verdiği sevinç ve heyecanla çenem açıldı. Babama daha birçok sorular sordum. Yeni bilgiler öğrenmeye tutku düzeyinde aşırı meraklı; insanları usandıracak düzeyde çok soru soran bir çocuktum. Henüz okuma-yazma bilmediğim çocuk yaşlarımda öğrenme isteğimi ancak soru sorarak gidermeye çalışıyordum.
YORUMLAR
Yazınızda kendime ait çok şey buldum ve büyük bir keyifle okudum. Elinize sağlık! Etkileyiciydi.
İBRAHİM YILMAZ
Uzun zaman oldu anılarınızı hikayelerinizi okumayalı.
Kış hikayelerine bayılırım, o da küçükken kışın sobanın başında büyüklerimizin bize anlattığı maceralı kış hikayelerinden kaynaklanıyor galiba :)
Kış mevsiminde hikaye yazmak için aklıma daha çok fikir, kalbime daha çok ilham gelir harekete geçerim.
Siz öyle güzel betimlemeler yapmışsınız ki kendimi hikayenin içinde olayları dışarıdan izleyen birisi olarak buldum. O soğuğu iliklerime kadar hissettim, karlı ormanları canlı kanlı izledim ve babanızı ben de bekledim.
Kaleminize yüreğinize sağlık :)