- 1231 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BEN DE MÜRİDİNİM İŞTE MEVLANA
Delikanlılık çağına ulaşmış Nazım Hikmet, o gün arkadaş bulup tek kale futbol oynayamadığı için, duvara şut çeker dururmuş.
Dedesi eski Konya valisi şair Nazım Paşanın yaşıtı ve fedakarı emekliler ve tarikat arkadaşı Mevleviler, kimi fesli, kimi sikkeli, kameriye altında oturmuş, tasavvuftan bahsederler, Mesnevi’den Farsça beyitler okurlarmış.
Nazım, topu ara sıra kameriyeye doğru kaçtığından, almaya gidermiş. Bir seferinde kulağına tuhaf bir konuşma çalındığı için lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasındaki topuna eli uzanırken öylece donmuş ve oracığa çöküp dinlemeye başlamış.
Misafirler dedesine diyorlarmış ki:
-Niçin gizlersiniz, Paşa hazretleri? Bu şiiri zat-ı devletlerinizden gayrı hangi Mevlevi yazabilir?
-Emin olunuz, ben yazmadım.
-İmzası da Mehmed Nazım.
-Aynı isimde başka biri de bulunabilir.
-Tevazu göstermeyiniz. Böyle bir nefise efendimizin kaleminden çıkmadıysa kimin eseridir acep? Mecmua henüz basılmış. Vapurda okur okumaz toplanıp arz_ı tebrikat için mübarek ellerinizden öpmeye geldik. Nur olun !
Paşa ısrar etmiş:
-Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Mamafih...merak ettim...bir kere daha okuyunuz da dinleyelim.
Şiiri baştan itibaren okumaya koyulmuşlar.
Nazım Hikmet artık dayanamayıp kucağında topu, çilli yüzü kıpkırmızı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasından başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş
Ebede set çeken perdeyi deldim
Aşkı içten duydum arşa yükseldim
İşte huzurunda secdeye geldim
Ben de müridinim işte Mevlana
Misafirler kaç yönden şaşırmış: Evvela, kameriyenin hemen oracığında çiçekler arasından çatallaşmış bir çocuk sesi duyuluşuna...Fakat asıl, yeni basılıp köprüden hemen o gün satın alınmış bir mecmuadaki şiiri, torun Nazım’ın ezberlemiş oluşuna...
İçlerinden bir emekli müstantik kurnaz kurnaz gülmüş:
Demek ki küçük bey eser-i alinizi evrakınız meyanında görüp hafızasına nakşeyleyivermiş.
Bir taraftan paşa itirazlarına devam ederken öbür yandan da Nazım Hikmet haykırır dururmuş:
Benim de ismim dedeminki gibi Mehmed Nazım. Bahçede oynarken konuştuklarınızı dinliyordum. Mevlevi şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim, basmışlar işte. Dergah’ta başka şiirlerim de basıldı, basılacak tabii. Kitaplarım da çıkacak tabii...
Pantalonunun cebinden buruşuk bir kağıt ve sigara izmariti kadar küçülmüş bir kurşun kalem bulundurmak adeti idi. Bunları çıkarmış, sonradan basılan şu şiirinden parçalar okumuş coşkun coşkun...
Eserin adı ’Değirmen Beygiri’ydi. İnsan kaderindeki değişmezliği tasvir ediyor:
...döneriz hep döneriz
Aynı yerde başlarız aynı yerde söneriz
Deriz ki ilerledik aynı yoldur geçilen
Bu ebedi zulmette bir seraptır seçilen..
O devirlerde Türkçe böyle açık açık yazılmıyor. Hele Mevleviler Farsça üzerineler. Mevlevi ruhunun saf Türkçeyle hece vezninde belirmesi, mutasavvıflarca mucize sayılmış. Bu mavi gözlü alev saçlı gencin Mevlevilikte pek manalı olan yuvarlaklığı telmih edercesine göğsünde bir top tutarak yerden fışkırması, ihtiyarları son derece etkilemiş.
Bu kimi ak, kimi kır sakallı mutasavvıflar, çocuk şairin elini öpmek için birbirlerini ite kaka seğirtmişler.
Nazım Hikmet’in, Mevlana ile ilgisi bu kadarla kalmıyor. Yıllar sonra, Bursa hapisanesinden yazdığı ekim 1954 tarihil mektupta der ki:
’Görüyorsunuz ya, polemiği ve kavgayı Hazret-i Mevlana’ya kadar götürmüşüm. ’Suret hem zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden, gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rubaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra Hazret’e cevap:
Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin, heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı. Ressamı, İllet-i Üla filan değil
Ve senin azgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi:
’Suret hem zıllest...’ filan diye başlayan değil...