Şehirdeki Melekler
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kollarımı iki yana açtım, göğe baktım; bir kartal hemen üstümden geçiyordu. Altımdaysa sürüsüyle martılar… Çırılçıplak bedenime kendini hapsederek beni boğmak isteyen rüzgar, işi sıkı tutmak adına, upuzun saçlarımı da kendi safına çekerek boynuma dolamış, çıplak ellerini gırtlağıma bastırmıştı. Hayır, bu işi adi bir rüzgara bırakmayacaktım.
Az sonra gerçekleştireceğim eylemden sonra, kimi her şeyin sona ereceğini söylüyordu, kimine göreyse her şey yeniden başlayacaktı. Kıçı sürekli açık yatan kimine göreyse belki kanatlanıp uçacak, belki yere çakılacak, hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam edecektim. Bir süre yatıştan sonra gelecek sınav süreci ve bunun sonuçlarına göre olacaklar en yaygın olanıydı. İnsanların kesin yargıları vardı. Neye inanmış, inandırılmış ya da inanmış gibi yapıyorlarsa kesin doğru oydu. Bu uğurda, inansalar da inanmış gibi yapsalar da birbirlerini kendilerine tehdit olarak görüyor ve yaralamaktan çekinmiyorlar, hatta kitleler halinde birbirlerini öldürüyorlardı. Bense bilmiyordum. Az sonra kendimi boşluğa bırakacak, yere çakılacak, parçalanacaktım belki, bedenim kullanılmaz hale gelecekti; bundan emindim; örneklerini çok gördüm, ya sonra, sonra ne olacaktı? Bunu bilmiyordum. Benim de sorunum buydu işte.
“Hadi atlasana, korkuyor musun yoksa?”
Kadın’ın sesinden ürken düşüncelerim kendilerini yüksek binadan aşağı bıraktılar ve havada dağılıp yok oldular. “Hadi, hadisene be, korkak!” diye yineledi Kadın, “dondun kaldın öyle!” Gözlerimi açtım, tekrar kapadım ve kendimi en fazla iki metrelik kayanın üstünden denize attım. Bu karlı kış günü buz gibi suyu delip geçmek mükemmel bir histi. Hızla dibe ilerliyordum. Dibe dokundum ve su yüzüne çıkmak istedim. Kadın’ın boğuk kahkahalarını duyuyordum. Kafamdan bastırıp beni suya gömmek istiyordu. Direniyordum, direnmem tuzlu suyun içime dolmasına engel olmuyordu. Beni aşağıya iten kadın “geber!” diyordu, “geber!”
Çığlık atarak uyandım. Yatağımdaki kadın, korkuyla bana bakıp, ısrarla “noldu, iyi misin?” diye soruyordu. Ona döndüm, heyecanla “sen de kimsin?” diye sordum. “Ne demek ben de kimim? Hatırlamıyor musun?” dedi tedirgince. “defol git buradan, seni tanımıyorum! kimsin lan sen?” “ne demek ben de kimim ya?” dedi bi kaç kez üst üste beni elleriyle sarsarak “dün barda tanıştık ya, cidden hatırlamıyor musun ya?” “defol” dedim ısrarla “defol git burdan!” “ne demek defol lan” dedi ayağa kalkarak, “kimin evinden kimi kovuyosun sen!”
Karanlıktı. Ondan özür dilemem bir işe yaramamıştı. Ve Karanlık’la ben, yani, ışığını arayan iki eski dost, ilk kez geldiğim bu şehrin, soğuk, boş sokaklarından birinde yol alıyorduk. Takip edildiğimin farkındaydım. Bu şehre ayak bastığımdan beri takip ediliyordum. Gözyaşlarıma engel olamıyordum ve sırılsıklam olmuştum Karanlığın gözyaşlarından. Adımlarım beni bir parka getirdi. Altındaki banka oturduğum ağaç daha çok ıslanmamızı engelliyordu. Ona baktım, yanına oturduğum ayyaşa. Şarap içiyordu. Hiç tepki vermedi. Sessizlikten sonra Ona tekrar dönüp “o şişeye ne kadar istiyorsun?” diye sordum. Bana baktı ve şişeyi kafasına dikti, sonra da uzattı. Aldım. Bir yudum aldıktan sonra elimdeki parayı Ona uzattım. Almadı. Sadece bana baktı. Birkaç yudum daha içip şişeyi geri verirken “ikimizin istediği de aynı” dedim, “ölmek.” Tepki yok. “İşini seve seve kolaylaştırabilirim” dedim, deri ceketimin cebinden çıkardığım silahı kafasına dayayarak. Gözlerine baktım, yalvaran gözlerine. Ayyaş kaçtı. Salak herif! Ona bu iyiliği istese de yapmazdım. Bıraktığı yarıdan fazlası dolu şişeyi bi kaç dikişte bitirdim.
Karanlık’la ben, biz iki sarhoş, parkı sarmaş dolaş terk ettik. Caddedeydik. Ve artık ikimiz de ağlamıyorduk. Onu dansa kaldırdım. Bedenini bedenime dayadım; yumuşak kollarıyla sardı beni, dudaklarını dudaklarıma dayadı; ıslaklığını hissettim. Kime neydi caddenin tam ortasındaysak? Kimin umurundaydı geçen arabalar? Kim takardı bizi izliyorsa boş kaldırımlar? Dans ettik, o kadın çığlığını duyana kadar. Ses az ilerdeki parktan geliyordu. O yöne ilerledim, hızla. Bir el silah sesi duydum. Silahımı elime aldım. Parka girdim. İlerde birileri vardı, hızlı adımlarla çıkışa geliyorlardı. Yol kenarındaki ağaçların arkasına gizlendim. Üç kişi koşarak çıkıp arabaya atlayıp gazladılar. Parkta ilerledim, bir adam inlemesine doğru. Adam yerde acı içinde yatıyordu. Beni görünce “beni de öldürün!” dedi “beni de öldürün, onu öldürdüğünüz gibi!” İşaret ettiği yere baktım; başından vurulmuş bir kadın ağaca yaslanmıştı. Ona yaklaştım, inceledim; eline yeni kesilmiş, kan içinde bir mantar kafa sıkıştırılmıştı. Adamın cinsel organı kesilmişti. Bıçaklanmıştı. Kan kaybediyordu. Ona neler olduğunu sordum. Yardım için yalvardı. Israrla neler olduğunu sordum. “Şu kadın” dedi inleyerek “Onunla ilk buluşmamız, bir arkadaşım tavsiye etti. Kaliteli fahişe olduğunu söyledi. Otele gidiyorduk. Kocası onu geceleri fabrikada çalışıyor sanıyormuş, oysa…” Konuşmakta zorlanıyordu. Karşısına geçip yere oturdum; “bak” dedim, “şanssız herif, öleceksin, belki de buna sevinmelisin, yine de şanssızsın çünkü, acı çekerek ölüyorsun. Hem de pisipisine. Öldükten sonra insana ne oluyor sence, bi fikrin var mı?” Dua bilip bilmediğimi sordu. Kendisine dua etmemi istedi; son istek… Sorumu yineledim; “öldükten sonra insana ne oluyor?” İnleyerek “su” dedi, “biraz su.” Yineledim, “öldükten sonra insana ne oluyor?” Herif titriyordu, inleyerek “cennete ya da cehenneme gidersin” dedi. Nerden bildiğini sordum. “İnanış böyledir” dedi “bana öğretilen bu.” Başımı gökyüzüne kaldırdım, ay bulutların arkasına tekrar saklanıyordu; “biliyor musun” dedim ona “otuzumun üstündeyim, bu şehre ilk gelişim. Yani, annemin, babamın ve iki kız kardeşimin öldürüldüğü bu şehre ilk ayak basışım. Sence onlar cennette midirler ya da onlarla cennete gidip tekrar beraber olabilir miyim?” Zor duyulur bir sesle “onlar bu şehirdeki melekler” dedi, “eğer bana yardım edersen dileğin gerçekleşir cennette onlarla buluşursun.” Onu izledim; ölüyordu.
Yürüdüm. Aşağıya, denize doğru… Kayalıklara oturdum, rüzgar ve denizin azgınca sevişmesini izledim. Darmadağındı denizin saçları. Yalnız değildim, onlar şehre adım attığımdan beri peşimi hiç bırakmamışlardı; annem, babam ve iki kız kardeşim. Yağmur tekrar başladı. Gün doğmak üzereyken, üstümdeki ceketi çıkardım, denize fırlattım, sonra tişörtümü, pantolonumu… Çırılçıplaktım. Kayadaki silahı aldım kafama dayadım, sonra ağzıma soktum. Ellerim titriyordu. Onu tuzlu suya fırlattım. Ayağa kalktım ve atladım. Yüzdüm. Nereye olduğunu bilmeden sadece yüzdüm.
YORUMLAR
sanki daha önce de okumuşum gibi geldi
yanılıyor muyum
hafızam yanıltıyor da olabilir...
içsel özgürlüğe ulaşmayı başardığında insan sanırım istediği yönde esebilir ve istediği kadar
...
şu medeniyetten uzak doğayla iç içe yaşayanlara nasıl gıpta ediyorum. zincirlerinden kurtulup vahşi doğaya karışanlar ölmüyormuş... cazip teklifler bunlar.
olricx
beni okuyanlarda da ne hafıza varmış. sevindim buna.
-Sude Nur Haylazca-
hala umut var
demek ki sadece kötü zamanları depolamıyormuş
:)
mevzular derin olsa da tuzlu sular serin
nereye olduğunu bilerek yüzmek olduğun yerde yani şehrin kusmukları içinde yüzmek olurdu herhalde. amaç ruhsal arınmak olduğuna göre rotasız yelken açmalı ki yazar da doğru olanı yapmış bence...
olricx
teşekkürler.
Kokuşmuşluğun reddi..insan yinede yaşayabiliyor..yoksa kahramanımız sıkardı kafasına..