- 985 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BERDEL
BERDEL
Kimileri gibi ben de yalnız kaldığımda türlü türlü hayaller kurarım. Hele o çocukluk dönemimdeki buğulu mazime dalıp gitmek yok mu; yiyip bitiriyor bu canı. Nedense bu gün bir kere daha o alana dalıveresim geldi. “Hey gidi hey!” deyip hayıflandım kendi kendime; bir bilseniz yâdıma neler düştü neler... Anımsadıklarımın içinde allı morlu olanları mı ararsınız, pembesini mi; hepsi var. Bazen de karası, hatta kapkarası. Doğrusunu sorarsanız, hayal meyal hatırladıklarımın hiç birisinin unutulmasını istemiyorum. Kıyamıyorum da. Beni çok etkilemiş olanlardan bazılarını cımbızla çekip alıyor, yazarak paylaşmak istiyorum tanıdıklarımla, tanımadıklarımla. Belki yüreğimi sızlatan o acı olaylarla bir nevi hesaplaşıyorum kendimce. Bir bakıma onları deşifre ederek intikam alıyorum.
Çocukluk yıllarımın idolü olan “Şeyda Halamın berdel usulüyle evlendirilmesi” hesaplaşacağım pek çok olaydan yalnızca bir tanesi. Oradan başlayacağım:
İki odalı toprak damdan oluşan küçük evimiz, dedemlerin evine yüz metre mesafedeydi. Sabah yataktan kalkar kalkmaz soluğu orada alırdım. Halamın dizinin dibiydi yerim. Beni çoğu zaman o yedirir, giydirirdi. Bakıcımdı bir nevi. Oldukça güzel bir genç kızdı halam. Ona gizli bir hayranlık duyardım; benim için bazen hayalimdeki ulaşılmaz sevgili olur, bazen de bir anne. Çocukça bir düşünce işte!
O yıllarda genç kızlar, şu an tarif etmede zorlandığım ilginç bir başlık takarlardı başlarına. Başlığın ana gövdesi tası andıran bir şeydi, çevresine siyah renkli püsküllerle süslenmiş siyahlı kadifeden bir kumaş kaplanır, onun üzerine ise sıra sıra renkli yazmalar sararlardı. Son olarak da boncuk ve püsküllerle süslerlerdi. Bu baş bağlama şekli evliliğe hazır olan bekâr kızları işaret ederdi. Evlenen kadınlar ise rengârenk sargıları terk eder onun yerine başlarına beyaz tülbent sararlardı. Yokluk ve yoksulluğun kol gezdiği yıllarda köylü kızları, günümüzde kullanılan o türlü türlü boya ve pudralarla yapılan makyajı bilinmezlerdi; tek süslenme araç ve malzemeleri renkli boncuk ve yazmalardı. Şeyda Halam da her genç kız gibi bu sınırlı malzemelerle kendisine bakım yapmada oldukça maharetliydi.
Halam ile komşu kızı Gülizar, yoğun işlerinden fırsat bulup sohbet etmeye başlayınca yanlarında bitiverirdim. Onların gittikleri düğünlerde gençlerden gördükleri ilgiyi abartarak anlatmalarını büyük bir merak ve ilgiyle takip ederdim. Dinlediklerim kıskançlığa sürüklerdi beni. Halamla komşu kızı bana aitlermiş diye düşünürdüm. Onlar benim küçücük yüreğimde kurmuş olduğum küçük dünyamın melekleriydi. Düğünlerde gördükleri erkeklerden söz etmelerini hazmedemeyip için için yiyip bitirirdim kendimi.
Gündelik hayatımızda bazen her şeyimizi değiştiren bir olay yaşarız. Günlerden bir gün bütün hayal dünyamı alt üst eden böyle bir olayın içinde buluvermiştim kendimi. Acı mı acı. Yüreğimin orta yerine oturttuğum biricik halamı yuvamızdan uçurup götürüyordu o acı olay. Evlendirip göndereceklerdi halamı, onu ebediyen kaybetme korkusu sarmıştı beni. O gün karışık duygular içindeydim. Beş yaşlarında küçük bir çocuğun hayalleri ne olacak denilebilir, ama benim o küçücük dünyamda büyük volkanların patladığını hissediyordum.
Büyüklerin anlattıklarından pek bir şey anlamamıştım. Dedemlerin evine tanımadığım bir misafir gelmişti. Halamın görücüsüymüş. Halamla evdekilerin telaşını anlarım da bana ne oluyor? Herkesten daha fazla telaşlıydım o gün. Misafir odasıyla kiler dediğimiz arka oda arasında mekik dokuyup duruyordum. Kiler tarafında hummalı bir uğraş vardı. Söylenen söylenene…
-“Kız çık artık; bak adam pencereden seni görmek için bekliyor; ayıptır, bekletme adamı.”
Halamda bir heyecan bir heyecan sormayın. Kızcağız sevinse mi üzülse mi? Hayat meselesiydi onun için. Hiç görmediği adama kendisini göstermek üzere pencerenin önünden bir kere geçecek, adam da başarabilirse birkaç saniyeliğine onu görerek kararını verecekti. Ben hemen misafir odasında soluğu almıştım. Halamın görücüye çıkma merasimini merak ediyordum. Pencerenin önündeki ahşap sekide oturan adamın yanına ben de kuruluvermiştim emrivaki şekilde. Adam yönünü dışarıya çevirmiş pür dikkat bakıyordu; malum; evleneceği kız bir kereciğine geçecek. Adamın bu jet hızıyla yapılacak geçişi kaçırmaması gerekiyordu. Zavallı adamın dikkat ve telaşı bundandı.
Az sonra halamın büyük bir heyecan ve telaşla pencerenin önünden hızla kaçar gibi geçtiğini gördüm. Giyinmiş süslenmişti kendince. Aman Allahım! Neydi o geçiş? Adam doğru dürüst göremedi bile. Halamın yerinde olmayı kim ister ki? Podyumda yürüyen bir manken misali kendini göstere göstere geçse “ne kadar da evlenmeye meraklıymış” deyip kınanacağından korkuyordu. Koşarak geçse yine dert! “Olmadı” deyip bu sıkıcı merasimi bir kere daha tekrarlattırılabilirdi. İki ağzı keskin bıçak misali bir şeydi zavallı kızın yaşadığı.
Halamın başındaki dert anlatılacak gibi değildi. Beğenilsin diye onu allayıp pullayıp bir nevi podyuma çıkarıyorlardı ama ona hayatını birleştireceği adamı tanımak bir yana görme hakkını bile çok görüyorlardı. Öyleydi gelenekler. Erkeğe verilen o küçük hak evlenecek kızlardan esirgeniyordu.
Bütün katı anlayışa rağmen gelenekler gönüllere hükmedemiyordu. Halam, bir yandan ağlıyor bir yandan da bağırıp çağırıp itirazını etrafındakilere duyuruyordu. Duyan ninemle kavga ediyor sanır. Halam, ne pahasına olursa olsun evlendirileceği adamı görme mücadelesini sürdürüyordu. Ama bütün çırpınışları nafileydi. Ninem, Nuh diyor peygamber demiyor; azarlıyor azarlıyordu zavallı halamı.
Üzerine yürüyerek,
-“Utanmıyor musun sen; ne biçin söz öyle; kızların evlenmeden önce erkekleri görerek seçtiği nerede görülmüş ki?” diyordu ninem.
Bütün bu engellemelere rağmen o, evlendirileceği erkeği görmeyi aklına koymuştu bir kere. Nitekim düşündüğünü yapmıştı da. Dış kapıyı gören odanın birine geçip pencereden dışarıyı dikizlemeye başlamıştı. Görecekti yörede Çilli Turi diye isimlendirilen Turan’ı; yüzü gözü çillerle dolu birisidir demişlerdi onun için. Duyumları içindeki merakı büsbütün körüklemişti. Dedikleri gibi çirkin ve çilliyse varmayacaktı.
Ninemler halama taviz vermeye hiç de niyetli değillerdi. Nasıl anlayış göstersinler ki! Berdel derlerdi buna. Ailenin şımartılacak kadar çok değer verilen oğlu Süleyman, damat adayının mavi gözlü kardeşine vurulmuştu bir kere. Bir dediği eksik edilmeyen şımarık oğlanın isteğine hayır denir miydi? Varsın ateşler içinde yanmış olsun evin kızı. Bunun hiç mi hiç önemi yoktu. Süleyman’ın biricik aşkı Hüsna Hanım gelin olarak istenmiş ama karşılığında çiçeği burnunda yeni hısımların sıradaki bekâr oğlana da halam istenmişti. “Pekala olabilir, oğlan kızı görsün beğenirse vermeye hazırız” demişlerdi. Halamın rızasını almak akıllarına bile gelmemişti. Böyleydi o yılların berdel denen canı çıkası töresi.
Sonrasında beklenenler olmuş, düğün hazırlıklarına her iki köyde hemen başlatılmış ve büyük bir hızla bitirilmişti. Ancak bu garip izdivaçların tarafları ayrı havalardaydı. Amcamla yengem birbirlerine yıldırım aşkıyla sevmişlerdi, onlar doğal olarak mutlu taraftı. Turan Eniştem yörenin en güzel kızlarından birisi olan halama sahip olacaktı. O da mutlu olanlar kervanına katılmıştı. Ya halam? Onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Karalara bürünmüştü zavallım. Düğüne kadar iki gözü iki çeşmeydi. İdam sehpasına çıkacak mahkûmdu sanki.
Her şeye rağmen gelin olup gitti. Sonrasında ne mi oldu. Çok şey. Amcamın o mutlu evliliğinde sevgi, sadakat vardı ama gelin görün ki bekledikleri çocuklar hiçbir zaman olmadı. Amcam, kusurun yengemde olduğunu düşünerek ikinci bir evlilik yaptı. Mavi gözlü sevgilinin üstüne kuma getirdi ama bu ikinci eşten de beklenen çocuk olmadı.
Halamın ise istemediği evliliğinden boy boy çocuklar geldi dünyaya. Bir oda dolusu hem de. Turan Beyi sonradan sevmeye başladı mı? Bilmiyorum; belki evet, belki de sadece seviyor gibi davrandı. Sonuçta kendisini eşine ve çocuklarına adadı.
Gözyaşlarıyla gelin gittiğinden sonra hiç kimse ondan bir şikayet duymadı. Eşini namusu olarak bildi, ona toz kondurmadı bir kere olsun.
Ancak gelin görün ki, Turan Bey amansız bir hastalığın pençesine düştü. Kanserdi. Çok geçmeden Hakkın rahmetine kavuştu. Halamın çilesi bir kere daha başladı. Çocuklar yetim kalmasın diye bekâr olan kayınbiraderi ile evlendirildi. Yine itiraz etmedi, belki de edemedi. “Kaderim” dedi binlerce Anadolu kadını gibi.
Şimdi yüreğindeki o kor ateşler birazcık olsun küllenmiş midir, yoksa hala yakmakta mıdır halacığımın o altın yüreğini? Bilmiyorum; bilmek de istemiyorum.
Ömer Adar-2010
YORUMLAR
Anadolu kadınlarının kaderi yazdıklarınız.
Aynı töre buralarda Ankara'da da var.
Eskiden burada da kızlar evlenecekleri kişiyi görmeden evlenirdi.
Halamın iki kızı da böyle evlendi ama bir şekilde birileri araya girip
kız ve oğlanı karşılaştırıyor.
Görsen ne olacak.
Ne çıkarsa bahtına.
Huyunu suyunu bilmediğin bir adamla evleniyorsun.
tebrikler,
selâmlar..