- 491 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CESUR DADAŞ -3
-Komutanım biliyorum, ben öleceğim. Ne olur beni İstanbul’a göndermeyin.
-Ah güzel evladım, seni sevketmek zorundayız.Senin tedavini yarım bırakamayız. Yarın uçağın hazır..Seni karşılayacak ekipte hazır. Seni yormayacaklar.
Dadaş son derece sakin dinliyor yine o tok sesiyle;
-Komutanım, inanın ölümden zerre kadar korkum yok. Annem-babam çok gariban ve fakir insanlar. Köyden dışarısını bilmezler. İstanbul’da kimimiz - kimsemiz yok, cenazemi almaya geldiklerinde çok ızdırap çekecekler,çok masraf edecekler.
Gözlerim sabitlenmişti. Şimdi benim mimiklerim donmuştu doktor olarak. Ama insan olarak, beynimden damlalar birer kor gibi düşüyordu bağrıma. Bağrımı yakıyordu. O alevleri saklıyordum binbir zorlukla. Dadaş yine devam ediyordu:
-Onların eziyet çekmelerini istemiyorum. Hiç gün görmediler. Benim acımla zaten perişan olacaklar. Ankara’da akrabalarım var. Onlar destek olurlar. Anam-babam ortada kalmaz onlar her birşeyi hallederler.
Bakışlarında ve dilinde hiçbir korku izi taşımayan bu cesur insana hayranlıkla bakıyordum. Nasıl bu kadar yiğit olabiliyordu? Nasıl ölüme meydan okuyabiliyordu? Ölüm döşeğinde kendisinden başkasını düşünmeyen, etrafındaki insanlara eziyet eden onlarca örnek vardı beynimde. Dadaş ise ana-babasını düşünüyordu. Ölüm doğaldı onun için. Ölüm sanki sevdiğine kavuşmak gibi, özlediğine sarılmak gibi sanki, sanki düğün- dernek gibi ölüm. O kadar rahat, o kadar doğal karşılıyordu ölümü.
Bense çaresiz bir insan, çaresizlikten ölümü kabullenen insan karşısındaki tüm acizlikleri yaşıyordum aslında. Ama yenilgiyi kabullenmiyordum, kabullenemiyordum. Anlattıkça anlatıyordum.
-Hele bi sabah olsun
diyerek yuvarlak bir cümleyle konuşmayı bağladım. Aslında o gideceğini, bende onun isteğini yerine getiremiyeceğimi bilerek başım önde odadan ayrıldım.
Şair diyor ya:
’Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkül budur ki: ölmeden evvel ölür kişi..’
o mısralar beynimde yankılanırken canlı cenaze gibi hüzün balkonuma çıktım. Hüzün dolmuş, gözlerimden taşmıştı.Ankara’nın ışıkları daha farklıydı. Siyah gecenin siyah bulutları yıldızları çalmışlardı. Gökyüzü simsiyahtı, karamsarlıktan kararmış, hiç duygusu yoktu.
Arasıra nöbetçi hemşirenin sorularıyla kendime geliyor sonra yine boşluğa uzanıyordum. Arıyordum ama o boşlukta birşey bulamıyordum. Sadece dadaş’ın cesur gözleri gözlerimin önünde ’anam-babam eziyet çekmesin’ cümlesi kulaklarımda. Sadece onlar, bazende parmaklarımın arasındaki derimi yakan ateş.
Aslında benimde ölümden korkum yoktu ama bu kadar cesur olabilirmiyim diye düşünmeden edemedim. Çok tarttım çok düşündüm sonunda dadaş’ın benden daha cesur olduğuna karar verdim. Ölüme ayrı bir pencereden baktım, ölüme ayrı bir mana yükledim o gece. Ve nefsin ateşine koydum kendimi.
Bu düşüncelerle dalmışım. Gözlerimi açtığımda güneş tepelerin arkasından geliyordu. Yeni güne yeni heyecan ve umutlarla başlıyordum. Uykuda kırışan beyaz önlüğümü sağa-sola çekiştirdim. Kendimce ütüsü tamamdı. Bu önlükler çok çekiyordu benden. Ne zaman odaya gittiğimi çoğu zaman anlayamam. Hastaların yükü, duygu sarhoşluğu beynimi kilitlerdi nöbetlerde. Çoğu işimi şuuraltıyla yapardım. Bazen yemek yemeyi unuturdum Bazen kahvaltı yapmayı.
Uçak saati yaklaşınca dadaş’ı sedyeye aldık. Sadece konuşuyordum, hiç gözlerine bakamıyordum. İdamlık insanın son arzusu gibiydi istediği. Yardımcı olmam mümkün değildi. Onun mahcubiyeti vardı üzerimde. Her iki arka kapısı açık ambulansın yanına gelince son cesaretle dadaş’a baktım sırtını dönmüştü. Hiç bana bakmıyordu. Bana küsmüştü belli, özür dileyim en azından dedim beceremedim benden yana hiç bakmıyordu. Sessizdi hiç konuşmuyordu gariban ana-babasını düşünüyordu tavrı ondandı belli. Bakışlarını kovaladım hep, bir ara yakaladım. Hüzün ve kırgınlık dolu bakışlardı sonra yine kaçırdı bu arada ambulansın kapıları kapandı, ışıkları yandı, siren çalarak uzaklaştı. Ambulans kayboldu, bir tek siren sesini duyuyordum. Bir de vicdan azabını; keşke merkez burda olsaydı. Bağrım yanmıştı alevalev... Akşamın kızıllığı yoktu Bağrım kızıllanmıştı.
Uçağın hareketini ,İstanbul’a inişini takip ettim. Telefon trafiği hızlıydı. Dr. Emin üsteğmenimle devamlı görüştüm. Şikayetlerini, bulgularımı anlattım. Dahası anasını, babasını, Dadaş’ın bir nevi sözlü vasiyetini anlattım.
Ağır bir durumdu o ağırlığın altında eziliyordum.Hergün Emin’le görüşüyordum. Emin devre arkadaşımdı, rahattım.
İki gün sonra Dadaşım’ın ölüm haberini verdiler.Gönlümden birşeyler kopup boşluğa düştü, orda çırpındı durdu, ya vasiyeti ? Anası, babası?
Dr Emin üsteğmenimle görüştüm, anne ve babasını hoş karşılamış. Sıcak odada ağırlamış, yatırmış. Birtek acılarını dindirememiş. Ondan gayri herşeylerini karşılamış. Cenaze için yeni bir araç kiralamış, onları sıcak ortamda uğurlamış...
Nice yiğitler geldi geçti yaşantımdan. Böyle cesurunu böyle vefalısını az gördüm. Ölüme giderken bile anasını, babasını düşüneni az gördüm.
Biliyorum ki Dadaş’ım gökyüzünden bile ana-babasını seyrediyordur. Onlara kol kanat geriyordur. Cennet bahçelerinden gül gönderiyordur. Onlara kavuşacağı günü bekliyordur. Cesur, yiğit insan, toprağın bol olsun ...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.