Yıllar sonra beni yazmaya iten otobüs durağındaki adama..
Yıllar sonra beni yazmaya iten otobüs durağındaki adama..
Nasıl başladığını bilmediğim bir hikaye. Tam olarak nerede ve ne zaman başladığını hatırlamıyorum hafızamı zorlasam da. Şuan düşünüyorum da bu kadar düşünüp hafızamı zorlamaya değer mi? Değmedi maalesef. Yine değmedi. Yine sevgim havuz problemlerinde boşuna doldurulup, boşuna boşaltılan sular gibi aktı gitti. Yine tek üzülen ben, tek yanan ben oldum. Yalnızlıktandı belki her sabah durakta gördüğüm adamdan hoşlanmam. Boşluktaydım belli ki. Şuan bile hala bilemiyorum. Neydi bu yaşadığım. Aylarca beklemekle geçti. Neyi, kimi beklediğimi bile bilmeden. Adını, neleri sevdiğini, sevdiği birinin olup olmadığını bilmeden. Tipik deli cesareti, tipik Hülya’nın gireceği bir yol işte. Hayatımda çok az insan var benim gibi. Hatta yok diyebilirim. Önümde iki yok çıksa, birinde güvenli, diğerinde tehlikeli yazsa ben eminim tehlikeliden giderim. Öyle de manyak bir yapım var. Korkmuyorum çünkü düşünmüyorum hiç. Allah bana bir beyin vermiş ama bende bir kalp var ki düşman başına. Ne zaman kalbimi dinlesem mutlu olmadım. Ama ısrarla da dinledim. Öyle hükmediyor ki bana. İçimde sürekli konuşan bir komşu teyze var sanki. Hiç susmuyor, istediği olmayınca. Yeri geliyor 3 yaşında bir çocuk gibi inatlaşıyor, yeri geliyor Müslüm Gürses şarkılarında kendini jiletleyen ergenlere dönüyor. Dört mevsimi beklemeye ne hacet, ben gün içerisinde hepsini yaşıyorum. Bir bakmışsın günlük güneşlik, bir bakmışsın fırtınalar kopuyor. Kendimi Karadeniz’e benzetirim hep bu yüzden. Ne zaman yağmur yağacağı belli olmaz. Kendimi anlattım hep. Aslında ‘o’ adamı anlatmak istemiştim. Belki biraz olsun hafifler özlemim diye. Öyle ağır bir yük ki tek başına taşıdığım. Dedim ya ne zaman başladığını hatırlamasam da fark ettiğimde kendimi durakta tanımadığım bir adamın yolunu gözlerken bulmuştum. Bir adam vardı, her sabah aynı durakta, aynı saatte orada oluyor, kimi zaman aynı otobüse biniyorduk, bazen o başka otobüse biniyordu. Günlerim böyle, bu platonik aşkla geçiyordu. İlk başlarda kendime bile itiraf edememiştim. Ama sabahları artık zorla kalkmıyordum yataktan. Alarmımın ilk çalışıyla beraber hızla kalkıyor, hiç vakit kaybetmeden hazırlanıyordum. Saçlarımı salık bırakmayalı aylar olmuştu belki. Saçlarımı yapıyor, abartmadan biraz makyaj bile yapıyordum. Normalde ne giyeceğime sabah karar verirken, artık akşamdan düşünür, buna tasalanır olmuştum. Her şey onu göreceğim maksimum 5-10 dakika içindi. Fazlası değildi. Ara sıra trafiğe takılıyor, onu göremiyordum. İşte o günler benim için eziyet oluyordu. Güneşin doğuşu gibiydi benim için. Çok kısa bir an. Görmediğimde mutsuz olmaya başlamıştım. Görmediğimde özlemeye başlamıştım. Görmediğimde bir sonraki günü daha çok iple çeker olmuştum. Her trafiğe yakalanıp göremediğim günün ertesi durağa belki 40 dakika önce gidip bekliyordum. Sırf kaçırmamak için. O 5 dakikadan mahrum olmamak için. Yaptığım tek şey beklemek ve gizlice bakmaktı. Durakta olduğu o kısacık zamanda yüzüne bakmaya bile utanırdım, bakamazdım çoğu zaman. Bir keresinde durakta oturuyordu. Ben utancımdan durağa bile girememiştim. Durağın arkasına geçip gizlice resmini çekmiştim. Haftalarca elimdeki tek resminde bana sırtı dönük oturan bir adam vardı. Saatlerce o resme bakıp, asırlık hayaller kuruyordum. İçimdeki hoşlanma duygusu, azalmıyor gittikçe artıyordu. Hakkında bir şeyler öğrenmek için türlü yollara başvuruyordum. Üzerinde taşıdığı bir yaka kartı vardı. Uzağı çok iyi görmeyen gözlerim bir şahin gibi iyi görür olmuştu. Nihayet adını öğrenmiştim. Nerede çalıştığını. Ama kartında soyadı kısmı silik olduğundan soyismi hala bir muammaydı. Bu sebeple yine yarım kalıyordu sosyal medyada arama işleri. Google 2017 yılında en çok aranan kelimeleri açıkladığında ben çıkacak kelimeleri şimdiden biliyorum. Onun ismi ve çalıştığı şirket. Bir tek bende değil, ofisimdeki iki arkadaşımla beraber arıyorduk onu internette. Boş zamanlarımızın en büyük eğlencesiydi onunla ilgili araştırmalar yapmak. Her buldukları adamı bana soruyor bu mu diye heyecanla yanlarına çağıyorlardı. Her seferinde hüsranla yerime geri dönüyordum. Stalk’un dibine vuruyordum her gün. Çalıştığı şirketin yer bildirimlerine bakıyor, orada paylaşım yapan insanların hesaplarına giriyor, resimlerine tek tek bakıyordum. Arkadaş listelerine bakıyordum uzun uzun. Hiç tanımadığım bir adam nasıl oluyordu da beni böyle peşinden sürüklüyordu, bilmiyorum. Ama engel olamadığım bir şeyler vardı içimde ona karşı. Sanki mıktanısların birbirini çektiği gibi, istem dışı ona doğru çekiliyordum. Gün içinde binlerce senaryo yazıyorduk, tanışmak için. Yeri geliyor akbilimi onun önünde düşürüyordum. Yeri geliyor “şu araba geçti mi?” diye soruyordum. Tabi ben bunları yapmayı bir kenara bırak, daha yüzüne bile bakamıyordum. Durakta onun gelişini İETT’nin mobil uygulamasıyla takip ediyordum. Şimdi şu durakta, birkaç dakikaya burada. Otobüs yaklaştıkça kalbim deli gibi atıyordu. O otobüsten inişi yok mu? Sanki Fatih Sultan Mehmet atından inip İstanbul’u Fethetmeye geliyordu. Bende İstanbul’dum ve fethetmişti. Ama o bunun farkında bile değildi. Ya da ben öyle zannediyordum. İçimdeki duygular, beni hayattan soyutlamıştı. Uykularım kaçmış, hiç bir şeyi yapmaya iştahım kalmamıştı. Elime aldığım tüm kitaplar, iki dakika sonra onun suretiyle bölünüyordu. Kafamı toparlayıp hiçbir şeyi yapamıyordum. Gittiğim her yerde istemsizce onu görmeyi umuyordum. Bazen kendime kızıyordum. “Kendine gel hülya, ne yapıyorsun?” diyordum. Tamam artık bu yoldan vazgeç diyordum. Hatta bir hafta durakta onu görmeden ofise gitmişliğim var. Gözden uzak olan gönülden de ırak olur dedim, beklemedim onu. Görmedim.. Görmedikçe daha çok alevlendi içimdekiler. Rüzgar, içimdeki ateşi gittikçe körüklemiş, uzağımdayken daha çok yakar olmuştu beni. Vazgeçtim bende ondan kaçmaya çalışmaktan. Ondan kaçtıkça onun kollarına seriliyordum. Yine durakta onu beklemeye başladım. Bu sefer sonuna kadar gitmeye kararlıydım. Ne olacaksa olmalıydı artık. Üzüleceksem, üzülmeliydim. Akacak kan damarda durmuyordu. Göze almıştım. Zaten yeterince üzüyordu beni bu karşılıksız duygular. Zaten yeterince ağır gelmeye başlamıştı içimdekiler. 28 yaşına gelip aşk adına öğrendiğim hiçbir şey yoktu. Sevdiğim zaman kör oluyordum. Karşımdaki adam, benim ona gösterdiğim ilginin ya farkında değildi ya da umurunda değildi. Koca bir duvardı bana karşı. Bir kere yüzüme ya bakıyordu ya bakmıyordu. Ben durakta isem, durağın içine girmemeye başlamıştı. Üzülüyordum bu tavırlarına. Beni istemediğini düşünüyor, vazgeçmeye çalışıyordum. Ama onu gördüğüm an unutuyordum tüm vazgeçmelere dair söylemlerimi. Cumhuriyet parkının durağında indiğini biliyordum. Bende orada inmeye karar verdim. Orada inip, gizlice arkasından yürümek istemiştim. Nasıl olsa beni fark etmeyeceğini düşündüm. Durakta indiğimde şok olmuştum. Farkımdaydı ve bana bakıyordu. Önüme bakıp yürüdüm birkaç dakika. Nasılsa birazdan bakmayacağını düşündüm. Dönüp tekrar baktım, hala bakıyordu hem de hiç gözünü ayırmadan. Yolun karşına bile geçememiştim. Işıklarda beklemeye başladım. Nasılsa birazdan arkasını dönüp gider diye düşünmüştüm. Ama öyle yapmadı. Yolun karşı tarafında bekliyordu o da. Normalde durmadan giden adam orada durup bana bakıyordu. Dakikalarca öyle durduk. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bana sürekli duvar olan adam durmuş bana bakıyordu. Yerimden kıpırdayamadım. Bir zaman sonra durmayı bıraktı ve yürümeye başladı. Yürürken bile arkasına dönüp bakıyordu. Ne yapacağımı bilemediğimden hareket edemedim ardı sıra. O kadar gücüm tükenmişti ki, ofise gidecek halim kalmamıştı. Arkadaşımı aramış, beni gelip almasını istemiştim. Ertesi gün orada tekrar inmeye karar verdim. Neden, bilmiyorum. Sanki bunu yapmam gerekiyormuş gibi. Durakta indiğimde yine aynı şeyler oldu. Yine durmadan bakıyordu. Fakat bu sefer ben daha farklı davranmaya çalışmıştım. Sanki bir şeyi bekliyormuşum edasıyla yürüyordum yolun karşısından. Yine yolun karşına geçmeye cesaretim yoktu. O da başka bir şeyi bekliyormuş havası yaratmaya çalışıyordu ama bana baktığı o kadar belliydi ki. Ne ben ona bir adım atabiliyordum ne de o bana. Belki 3 günde bu şekilde geçti. Bir Perşembe günüydü. Artık konuşmaya gerçekten karar vermiştim. Defalarca bir konuşma hazırladım kafamda. Ne olacaksa olmalıydı. Böyle sancılar içinde yaşanmıyordu. Yine Cumhuriyet parkında indik. Bu sefer ondan hiç kaçmadım. Yanından yanından yürüdüm. O da kaçmıyordu benden. Yolun karşısına geçmek için bekledik. Adımlarımız o kadar senkronizeydi ki. Ve o kadar yakındık ki birbirimize. Elim ayağım titriyor, boğazım kuruyordu. Konuşmak için hazırladığım kelimelerin hepsi bir yere saklanmış gibiydiler. Ben ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Yolu geçtikten sonra adımlarım yavaşlamıştı. Yapamıyordum. Bir adım daha atacak gücüm kalmamıştı. O yavaş yavaş önümde yürürken ardından ağlamaya başladım. Kalbim tüm gücüyle ona tutunmak isterken, ayaklarım ona doğru tek bir adım bile atamıyordu. Gittikçe yavaşladım. Aramızdaki mesafe açıldıkça cesaretim çoktan beni terk etmişti. Parkın köşesine geldiğimde artık daha fazla devam edemedim. Benden bir yüz metre ileride durdu ve bana baktı. Yanıma gelmesi için yalvarıyordu gözlerim. Ama sadece bakıyordu. Belki bir beş dakika kadar baktı ve yoluna devam etti. Bugünde olmamıştı. Bugünde yapamamıştım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.