- 1009 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEYHİN DUASI
ŞEYHİN DUASI
Soğuk bir kış günüydü; külüstür bir minibüsle karlarla kaplı olan dar ve virajlı bir yoldan Hakkari’nin ücra bir ilçesine doğru, kaplumbağa hızıyla ilerliyorduk. Buzlarla kaplı yolda her an kaza yapma riski yüreğimizi ağzımıza getirmişti. Çok çetin geçen kış mevsiminde karlar, yolun her iki tarafında tepecikler oluşturmuştu. Sağa sola baktığımızda gördüğümüz tek şey greyderlerin süpürdüğü karın oluşturduğu duvarlardı. Yolun bazı noktalarında çığın getirdiği karların içinden açılmış beyaz tünellerden geçerek ilerliyorduk.
Büyük kızım, gönüllerden olmasa da gözlerden ırak bir ilçenin ücra bir köyünde öğretmen olarak görev yapıyordu. Görev yaptığı yere giderek ona manevi destek sağlamıştık bu seyahatimizle. Oraya bu zamansız çıkarma yapmamızın nedeni buydu.
Gittiğimiz köyde herkes bizi yürekten gelen bir misafirperverlikle karşılamış, ağırlamış ve yardımcı olmuştu. Köyün fakir ve çilekeş insanları, zor yaşam koşullarına rağmen iyilik yapma, yardımlaşma gibi üstün vasıflarını günümüze kadar getirme başarısını gösterebilmişlerdi. Ah Anadolu’muzun güzel insanı ah! Var mı senin gibisi yeryüzünde? Bin kere maşallah! Evinde ambarında ne varsa koyar misafirinin önüne. “Tanrı misafiri” deyimi tam da onlar için girmiştir güzel Türkçemize.
Üç koca günümüzü geçirmiştik insanı güzel, doğa harikası o köyde. Güvenlik endişesiyle kimliğimi, işim ve mesleğimle ilgili bilgileri o iyiliksever insanlardan saklamıştım. Kendimi emekli öğretmen olarak tanıtmıştım onlara. İşe de yaramıştı. Kim bilir; o güne kadar nice öğretmen tanımış, nicesine gönül kapılarını açmışlardı. Ben de onlardan biri olmanın ayrıcalığına sahip olmuştum. Fakat vicdanım rahattı; çünkü söylediklerim yalan sayılmazdı; ne de olsa ben de koca altı yılımı öğretmenlik denilen o kutsal görevi ifa etme şansını kullanmıştım. Kendimi onlara öğretmen olarak takdim etmem doğruydu bir anlamda.
Köyün erkek öğretmenleri, okul ile iletişimi iyi olan bir köylünün evine götürmüşlerdi beni. Anlaşılan hep orada bir araya geliyorlardı dertleşmek için. Ne yapsın garibanlarım; bir araya gelebilecek kahvehane ya da köy konağı gibi bir yer yoktu o fakir köyde. Duyan gelmişti oraya. Geniş sayılabilecek bir odaya çeşitli yaş gruplarına mensup otuz kadar insan doluşmuştu. Aaaah…ah! Bir de şu sigara denilen illetten vazgeçip bizi duman altı etmeselerdi, ne güzel olurdu. Anlaşılan toplu yerlerde sigara içme yasağı daha oralara ulaşamamıştı. Neyse, “Hamama giren terler” demiş atalar. Çok geçmeden koyu bir sohbet başlamıştı kendi aralarında. Biz anlayabilelim diye Türkçe konuşmaya çalışıyorlardı. Bozuk yerel şiveyle yapılan esprilerin tadına doyum olmuyordu. Önce bir ikisi kadın kız meselesini konuşmaya kalkıştılarsa da diğerleri hemen uyarma ihtiyacını hissetmişlerdi. Konu hemen değişivermişti. Din, diyanet derken yörelerinde yaşayan bir şeyh, konuşmamızın ana konusu oluvermişti birden. Duyduklarım beni hayretler içinde bırakmıştı. Hani “ağzım açık kaldı” derler ya; işte o andaki durumumu anlatan söz buydu.
Kavgaları andıran yüksek sesli konuşmalarında espriler havada uçuşuyordu. Bir birlerini kınamaya kadar varan takılmalarla süslüyorlardı karşılıklı atışmalarını. Gördüğüm kadar hiç birisi günahsız değildi. Neredeyse herkes, farklı zamanlarda şu veya bu şekilde kendini şeyhe soydurmuştu. Ama onlar, her defasında birinin durumunu alay konusu yaparak işin tadını çıkarıyorlardı. İşte bu zevkli sohbetin tavan yaptığı bir esnada ağzı iyi laf yapan birisi, herkesi susturan yüksek bir sesle:
“Heeey !.. Durun bakalım; hiç biriniz masum sayılmazsınız; bu güne kadar hepiniz şeyhe verdiniz vereceğiniz kadar. İzin verin de hepimizin nasıl söğüşlendiğini ben anlatayım da öğretmenlerimiz bizim başımızdaki bu büyük belayı duysunlar, bilsinler” diyerek yaşadıkları trajikomik olayı gözlerimizin önüne sermeye başlıyordu. Orada bulunanlara göre daha güzel Türkçe konuşabilen orta yaşlı bu zatın ağzından dökülen sözcüklerle komşu köylerindeki Şeyh Efendiyi tanımaya başlıyorduk; tanıdıkça da hayretler içinde kalıyorduk.
Köylerinin yakınlarında yaşıyormuş Şeyh Efendi. Mübarek mi mübarekmiş bu zat-ı muhterem. İnsanlar akın akın el öpmeye ve hayır duasını almaya geliyormuş. İster fakir olsun, ister zengin; her gelen gönlünden ne kopuyorsa şeyhimize veriveriyormuş. Şöyle gizliden; elini beyaz cübbesindeki çuval benzeri cebine sokarak hediyesini bırakıyormuş. Karşılığında da makbul sayılacak bir dua alıyormuş. Şeyhim onlara “Allah sizi bağışlasın” deyince dünya onların oluyormuş. Şeyhin mübarek ağzından çıkan duadan sonra ona verilen para ya da altınların sözü mü olurmuş. Varsın evdeki bebelerle hatunlar aç kalsın. Mübarek şeyhlerinden aldıkları duayla verdiklerinin misliyle geri döneceğini düşünüyorlarmış.
İş bununla kalsa ne ala; hayır hasenat dinimizin gereğidir deyip geçiştirilir. Ne de olsa memleketimizin her yöresinde bu denli olaylar Türk halkı için vaka-i adiyeden sayılır. Fakat muhterem Şeyhleri için ziyaretçilerin getirdiği hediyeler kifayet etmiyormuş, o daha büyük oynamayı kafasına koymuş. Bunun için ilk adım olarak, her kapıda bir koyun sürüsünün olduğu zengin bir komşu köye göz koymuş. Bir mübarek cuma günü köylerinin camilerini şereflendirmiş, o gün köyde koçlar kesilmiş, sini sini pirinç pilavları üzerine löp löp etlerden oluşan sofralar kurulmuş onun için. Yüce Peygamberimizin mübarek sülalesine mensup bu mübarek zatın hayır duasını almak için hiçbir şey eksik edilmemiş.
Sofrada yok yokmuş adeta. Büyük bir odada baş tarafa oturtulan Şeyh Efendiye yemek yedirmek için iki temiz ve sağlıklı zat sofranın başına çöküvermiş. Şeyhlerinin rahat yemesi için etleri parçalamak üzere memur edilmişler. Onlar ellerindeki bıçaklarla etlerin en leziz kısımlarını parçalayarak bölüyorlarmış, şeyhimiz ise vakit kaybetmeden löp löp götürüyormuş maşallah. Cemaat karşıdan olup bitenleri seyrediyormuş sadece. Biraz sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlarmış elbette. Usul öyleymiş; önce yemeğin tamamı şeyhin önüne konularak ona yediriliyor, böylece yemeğin kalan büyük kısım kutsanmış oluyormuş. Sonra bu teberrük yemeğin bir kısmı cemaate mensup davetlilerce, arta kalan kısmı ise evin arka odalarında bekleşen kadınlar tarafından tüketiliyormuş. Malum, herkesin bu teberrük yemekten yararlanması esasmış.
Bir başka yağız delikanlı hop oturup hop kalkıyordu odanın diğer köşesinde. Gören de söylenenlere itirazı olduğunu sanır, fakat o da söz alıp bildiklerini söylemek istiyordu yalnızca.
“Adem Abi! Yahu hep sen mi konuşacaksın; sen ağamız mısın? Bırak biraz da biz konuşalım” diyordu.
Adem konuştuklarıyla yeterince günaha girdiğini düşünmüş olmalı ki hemen sözü vermişti yağız delikanlıya. Bu defa o almıştı sazı eline:
“Şeyh Efendimize yalnızca yemekler vermekle kalmıyordu o köyün saf insanları. Şeyh onlardan o yılki zekâtlarını da istiyordu. İlim irfanla meşgul olduğunu, bu nedenle çalışamaya zaman bulamadığını, Allah’ın emri gereği zekâtlarına talip olduğunu söylüyordu. O saf ve gariban köylülere göre; Peygamber Efendimizin elçisi olan Şeyh, her şeyin en doğrusunu biliyordu; eğer zekâtlarını istiyorsa ahırlarındaki koyunlarının kırkta biri mutlak surette onundu.
Delikanlı hızını alamayarak bize sormaya başlamıştı bu kez:
“Hocalar, siz şeyh olsaydınız ne yapardınız?”
Bizden tık yoktu; bir birimize boş boş bakmaktan başka bir şey gelmiyordu elimizden. Bizim çaresiz kaldığımızı gören bir başka köylü imdadımıza yetişiyordu:
“Hocalarım, siz bakmayın bizim Deli Haso’ya; o bazen gereksiz konuşur, lüzumsuz sorular sorar ve yorar insanı. Zavallı öğretmenler ne şeyh sülalesindendir ne de zekât almaya yetkilidir. Öyleyse onlar senin soruna cevap veremezler. Ben cevap vereceğim sana. Şeyhimiz o köyde bir ahır tutuyordu her yıl; ayrıca da bir çoban. Şeyhin çobanı, her yıl ahır ahır geziyor; kırk koyun için iyi bakımlı ve besili bir tane koyun, seksen koyun için iki tane, yüzyirmi koyun için ise üç tane koyun seçerek şeyhin ahırına götürüyordu. O köydeki herkes bu yapılanların bir ilahi emir olduğunu düşünüyordu. Fakir akrabaları varken onlar, her yıl zekâtlarını şeyh efendiye vermek zorunda kalıyorlardı. Şeyhin çobanını boş çevirmeye kalkışanlar, Allah katında günahkâr sayılacakları gibi ahalinin de gazabına uğramaktan kurtulamıyorlardı.”
Yıllardır bu garip ilişki şeyh ile komşu köylüleri arasında sürüp gittiğini anlatıyordu bu köy delikanlısı.
Bir diğer köylü acelesi varmış gibi lafını sokuşturuveriyordu konuşmaların arasına. Üstelik yeminle başlıyordu:
“Vallahi de billahi de yalanım, hilafım yoktur benim. O köyden arkadaşlarım var. Ben onların yalancısıyım. Şeyh onlardan aldığı koyunları hemen alıp götürmüyormuş, zekât olarak aldığı koyunu işaretledikten sonra ahırlarına geri katıyor, bahar gelince aldırıyormuş çobanına.”
“Peki, o niye?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap daha da ilginçti. Kış mevsiminde hayvana bakmak zor ve masraflıymış, o nedenle şeyhe koyun zekâtı verenlerin yükümlüğü bitmiyormuş; kış mevsimi boyunca verdiği koyunları bakıp besliyorlar, kış mevsimi geçince teslim ediyorlarmış.
Bir başka köylü daha söz alıp koyun meselesini anlatmaya devam edince diğerleri itiraz ediyor:
“Bıktırdınız koyun meselesini dinletmekle bizi. Biraz da başka marifetlerini anlatalım şeyhimizin” diyordu.
Azarlanarak sözü kesilen adam: “Abi şeyhin dişi koyunları erkek şişeklerle değiştirdiğini söyleyecektim. Onu söylemeyi unuttular; malum, erkek koyunları hemen elden çıkarıp paraya dönüştürmek daha kolaydır.”
Fısıltı ile konuşan iki kişiye azar basan başka bir köylü dikkatimizi bir kez daha celp etmişti. “Susturmayın adamı içindeki kurtları döksün” dediğimizde cevap yine ilginçti.
“Yahu Hoca siz bakmayın bunlara, saçmalıyorlar; güya Şıhın küçük oğlu köydeki kızlara dadanmış; doğru olsa bile normal bir şey değil mi? O da genç nihayetinde; o da tıpkı diğer gençler gibi güzel kızlara ilgi duyar elbet” diyordu.
Susturulan genç hemen ekleyivermişti:
“Tamam abi, haklısınız; o da genç, sevmek onun da hakkıdır elbet. Ama onun yaptığı başka bir şey; kızları sağda solda sıkıştırıyor; kızlar ona hayır demeyi günah sanıyorlar.”
Cemaatin içinden birisi bu iddiayı çirkin ve haksız bir suçlama olarak değerlendirmiş ve iddia sahibi gençlere:
“Gözlerinizle gördünüz mü şerefsizler?” diye çıkışınca,
Suçlamayı yapan gençlerden biri:
“Vallahi de Billahi de Şeyhin oğlu geçen yıl bizzat bana söyledi. O zaman kendisiyle kankaydık biraz.”
Bu konuşmanın kavgaya kadar varacak bir tartışma başlattığını gören bir öğretmen:
“Belden aşağı vurma derler buna; size yakışmaz” deyince o konu bir daha açılmaksızın kapanmıştı. Fakat komşu köyün şeyhine karşı itirazları bitmek bilmiyordu bir türlü. Odadaki otuz kişi, köşede sessiz sedasız kendi halinde oturan birine kaçamak bakışlar atıyorlardı sürekli şekilde, ama kimse bir şey söylemek istemiyordu. Sanki bakışlarıyla onun bir şeyler söylemesini bekliyorlardı. Onunsa bir çekincesi vardı sanki. Konuşma kervanına katılma niyetinde olmadığını gören arkadaşları onun yerine anlatmaya başlamışlardı. Söylenenler yürek sızlatacak cinstendi. Sessiz gencin sevdiği kız ile ayrılmasına şeyhin sebep olduğunu söylüyorlardı. Dini lider iddiasında olan birisinin yapamayacağı bir şeyden söz ediyorlardı; inanamamıştık duyduklarımıza. “Yok artık, bu kadarı da olmaz!” dediğimizde olayı ayrıntılı şekilde anlatmışlardı.
Anlatılanlara göre; bir genç kızın taliplisine “evet” dememesi ya da ailesinin kızlarını vermemesi durumunda talipli aile, hemen şeyhi devreye sokuyormuş. Şeyhin kız istemeye gelmesi halinde kız sahibi ailenin söyleyebildiği tek şey; “Şeyhim sen Allah adına geldin, kız bizim değil senin; nasıl istiyorsan öyle olsun.”
Durum böyle olunca birçok seven genç, şeyhin gereksiz işgüzarlığı yüzünden ayrı düşmüş. Pek çok kız, sevdiği erkek yerine istemediği bir başka insanla evlendirilmek zorunda bıraktırılmış. Bize o akşam tanıttıkları genç de şeyhin kurbanı olmuş onlarca gençten birisiymiş. Hala üzerindeki şoku atlatamadığı, yüreğindeki derin yaranın hala iyileşmediği her halinden belli oluyordu. Anlatılanlar şeyhe olan kızgınlığımızı bir kat daha artırmıştı.
Gruptan birisinden farklı bir görüş çıkmıştı nihayet. Yüzündeki ifadeden samimi olduğu belliydi. Konuşması bize yönelikti, anlaşılan cemaatten ümidini kesmiş bizi ikna etmeyi amaçlıyordu.
“Hocalarımız, siz bunlara bakmayın, hepsi münafıktır bunların; Şeyhimiz da bir insan, herkes gibi onun da hataları olabilir. Fakat Şeyhin Allah rızası için nice kavgalarla husumetleri sonlandırdığını niye söylemiyorlar. Onun bu şevkati olmasaydı Fenerli Köyündeki iki kabile bir birlerini öldürerek bitirirlerdi. O araya girdi, barış sağlandı. Yalnız bu durum bile tek başına şeyhin diğer bütün hatalarını kapatmaya yeter. Beyler; ben insan hayatından bahsediyorum. O hayat kurtaran muhterem bir zattır. İki koyun verdiniz diye söylenip duruyorsunuz. Onun gibi mübarek bir zata her zaman bu insanların ihtiyacı var. Bizim bölgede kavga ve kan davaları bitmez. Şeyhimiz aramıza girerek bizi barıştırır.”
Hani derler ya her tezin bir antitezi olur. Antitezler anında uçuşmuştu ortalıkta. İtiraz eden edene. Odadaki herkes ayaklanmıştı adeta. Araya girmek zorundaydık artık; ortalığı sakinleştirdikten sonra memlekette demokrasi diye bir şeyin olduğunu hatırlatmıştık. Herkesin fikrini rahatlıkla ifade etmesi gerektiği hususunu yüksek sesle ifade etmiştik. Çıkışımız sadece kavgayı önlemeye yaramıştı. Odadaki uğultu sinir sistemimizi bozmaya devam ediyordu. Hala pek çok kişi aynı anda konuşuyordu.
Nihayet köylülerden birisi gür sesiyle diğerlerin sesini bastırmayı başararak sohbetin devam etmesini sağlamıştı:
“Arkadaşlar, Allah için söyleyin; Şeyhin kavga eden tarafları barıştırdığı doğru, ama her kavganın bitirilmesinden sonra taraflar ona hatırı sayılır miktarda mal ve para vermiyor mu? Ayrıca o hangi hakla araya giriyor; bu memleketin başka sahibi yok mu da şeyh bize sahip çıkıyor. Bu şehrin Valisi, Belediye Başkanı, Milletvekilleri ne güne duruyor? Ama suç bizim gibi cahillerdedir. Biz, şeyh denilen adama bu fırsatı veriyoruz. Kavga varsa mahkemeye gitmeliyiz, haklı ile haksızı orası ayırmalı; barışmak istiyorsak köyümüzün iki yaşlısı yeter bu iş için; onlar yetmiyorsa haber yollarız valisine, kaymakamına; onlar zahmet buyurmazlarsa seçimde rey verdiğimiz belediye reisi ne güne duruyor. Bazı münafıklar hemen şeyhe koşuyor, o da maden bulmuş gibi koşup geliyor. Ondan sonrası malum; namının yürümesi bir yana gelsin paracıklar; oh be, ne dünya!”
Birisi bize soruyor: “Hocalar siz bu güne kadar herhangi bir şeyh ile hiç tanıştınız mı?” Ben hayır anlamında başımla işaret etmiştim. Orada çalışanlar hiç bir tepki vermemişti. Uzun süreden beri bölgede çalıştıklarına göre tanışmış olmalılar. Fikir beyan etmediklerine göre çekinmiş olabileceklerini düşünmüştüm. Malum, şeyh bölgede güçlü bir şahsiyettir. Bir kelimelik sözüyle anında görev yerleri değişir gariplerimin.
Söze devam etmişti köylü vatandaş:
“Geçen yıl alışveriş için ilçe merkezine gitmiştim. Cuma namazından çıkan şeyhin yüz metre kadar bir mesafeyi yürüme zahmetinde bulunduğuna şahit olmuştum. Allah inandırsın sizi, öpsünler diye uzattığı eline yüzlerce insan sarılmıştı. Elini öpenlerin yüzüne bile bakmaya fırsatı olmuyordu Şeyh Efendinin. O birisiyle konuşurken onlarca kişi elini öpüyor. Haliyle kaçıramıyordu elini. “Allah bağışlasın seni, berhudar ol” babından şeyler dökülüyordu ağzından. İlçeye gittiğinizde herhangi bir kahvede kalabalık oluştuğunu görürseniz biliniz ki şeyhimiz için ücretsiz işçi aranıyor. Fakir fukara beleş çalışmak için bir biriyle yarışıyor adeta. Müslümanlığın neresinde var bunlar Allah aşkına? Bu kadar çok insan hangimize kulluk, kölelik ederse biz de yoldan çıkmaz mıyız? Aslında onun hiç günahı yok suç bizim gibi cahil insanlarda” diyordu.
Bir diğeri:
“Hayır, sana katılmıyorum suç bizde değil, bizi cahil bırakanlarda”
Başka biri:
“Hayır, suç yüce dinimizi istismar edip bizi koyun gibi güdenlerdedir” diyordu. Sevinçten şok yaşıyordum adeta; biz bu kadar rahat konuşan bir toplum olabilmişsek sırtımız yere gelmez diye düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi. Yoksa bizim tavrımız mı teşvik etmişti onları?
Adamın birisi şeyh ile ilgili küçük bir anısını anlatmaya başlamıştı. Herkes aklına geldiği gibi konuşuyordu zaten. Galiba ilk kez söylediklerine değer veren dinleyiciler bulmuşlardı. Adam, beş on yıl önce bir yaz günü yol kenarında köyü istikametinden geçen bir arabanın kendisini alacağını ümit ederek bekliyormuş. Çok geçmeden resmi bir araç çıkagelmiş. Adam heyecanla el kol işaret yaparak durdurmuş arabayı. Binmiş de. Arabadaki kravatlı adam, yol işlerinden sorumlu kelli felli bir adammış. Arabanın şoförü kendisine “Müdürüm” diye hitap ettiğini duyunca onun müdür olduğunu anlamış. Bir hayli yol aldıktan sonra aralarında koyu bir sohbet başlamış.
“Sen bu köyden misin?” diye sormuş müdür;
“Evet” demiş adam.
Müdür:
“Şu komşu köydeki şeyhi tanır mısın?” diye sormuş.
Adam:
“Evet, onu herkes tanır begim, ben de tanırım elbet. Ne oldu ki?” demiş yol işleri müdürüne.
Müdür kaşlarını çatarak:
“Az önce kenarından suyu yararak geçtiğimiz inşa halindeki köprüyü gördün mü?” demiş. Köprüden söz edilince bizim köylü vatandaş için fırsat doğmuş ve hemen sorusunu yapıştırıvermiş müdürün yüzüne.
“Görmez miyim müdür beg; sahi siz niye bitirmiyorsunuz o köprüyü; bak kış yaklaşıyor, biz oradan nasıl geçeriz. Valla su o kadar yükseliyor ki geçmek mümkün olmuyor” demiş.
Müdür sert bir ifadeyle:
“Sen onu şeyhine sor” demiş.
Şeyhe mi? diye cevaplamış adam.
Müdür sözüne devamla:
“Köyün bütün adamları iki aydır şeyhin kendisi için inşaa ettiği villasında bedava çalışıyor. O adamlar daha önce bizim köprüde ücret karşılığı çalışıyordu. Şeyh, ona yardımcı olmaları için haber yollamış. Adamların tamamı işi bırakmış oraya gitmişler ve iki aydan bu yana onun inşaatında hiç bir ücret talep etmeden çalışıyorlar. Dışarıdan işçi getirtmeye vicdanımız el vermiyor. Bekliyoruz ki şeyhin inşaatı bitsin. Ancak bu gidişle kışa kadar şeyhin villası bitmez, bizim de köprümüz” demiş.
Bir başka köylü:
“Müdür doğru söylemiş vallahi. Biz de şeyhin otunu, ekinini az mı biçtik, harmanını dövmedik mi, hangimize kaç para verdi ki?”
Başka birisi:
“Haksızlık ediyoruz şeyhe; o para vermek istedi, bizim münafıklar almak istemedi.”
Ötekisi kızgın bir ifade ile:
“ Ulan! Ben almak istedim, ama bir kaç lüzumsuz adam para almayız, biz Allah rızası için geldik deyince o da paramızı ödemekte ısrar etmedi. Ben aslında paramı isteyecektim, ama yalnız kaldım, verin paramı diyemedim, nasıl derim ki?”
Dayanamayıp sordum:
“Din görevlileri itiraz etmiyorlar mı şeyhin bütün bu yaptıklarına; sizleri aydınlatmak onların görevi değil mi?” Meraklanmakta haklıydım. Şeyh Efendiyi onlara önder kılan bu yarı cahil sözde din adamları, asla mazur görülemezdi ve hak huzurunda kendilerini savunamazlardı bana göre. Çünkü bu hal ve hareketlerinin Kuran-ı Kerim’de ve Peygamberimizin hâdislerinde hiçbir yeri yoktu. Oysa din adamının, her şeyden evvel Kuran ve hadislere göre hareket etmesi gerekirdi.
Yine Adamlardan biri söz almış ve başlamıştı anlatmaya:
“Hoca sen ne diyorsun? Bu memlekette hiç bir din adamı şeyh hakkında en küçük bir olumsuz ifade kullanamaz. Şeyhten önce bizim insanlar anında bitirirler o hocayı. Kimse artık onun arkasından namaz kılmaz. Zaten hocalar şeyhi parlatıyorlar o da hocaları. Al gülüm ver gülüm hesabı onlarınki. Toplumun aydınlanmasını hiç birisi istemez. Şeyh insanımızı sömürürken hocalar da bundan nasibini alıyor. Allah rızası için din adına hizmet verenlere zekat verilir, sadaka verilir denilince hocalar da bundan nasipleniyor elbet. Öyle olunca hocalar şeyhe neden karşı çıksınlar ki?
Bizim bu fakir ve cahil memlekette çocuğunu okula gönderecek olanlar öce şeyhten izin alırlar. Gerçi o kolay kolay izin vermez öyle herkese. Köyümüzdeki hocadan kuran dersi almamızı ister. Eğer çok ısrar edersek İmam Hatip Lisesini adres gösterir. Kendisi ise söylediklerinin tam tersini yapar. Şeyhimizin bir oğlu geçen yıllarda İstanbul’da üniversiteye gitti. Ama buna rağmen biz onun yaptığını değil söylediğini yapıyoruz.
Bu kadar mı hepsi? elbette ki hayır. Evlenecek olanlar hocaya gider; boşananlar da. Arazi davası olanlar şeriat mahkemesi kursunlar diye onlara koşar; hatta hasta olanlar bile şifa bulmak üzere doktor yerine şeyhe ya da hocaya koşar. Ben küçük iken şeyhin oğluna bir düğün yapıldı, o düğünde bir teneke dolusu altın takıldı gelin ile damada. Hocalar takı takmada bir birleriyle adeta yarışmışlardı. Gerçi hocalar cebinden takmıyorlardı o sarı liraları; yine saf müslüman insanımıza yüklemişlerdi o ağır yükü. Şeyhe para pul vermek nasıl bir islami yükümlülük ise hocaya da vermek o kadar dini bir vecibedir bizim gibi saf müslümanlar için. Şeyhlerle hocalar bizim her şeyimiz olmuş anlayacağınız.”
Hızını alamayan adam anlatmaya devam ediyordu:
“En çok da neyin gücüme gittiğini biliyor musunuz? Yine çok eskiden şeyhimizin bir yeğeni gariban bir adamı haksız yere yaralayıp hapse girmiş, iki yıl yattıktan sonra çıkmıştı. Herkes kanun karşısında eşittir, dolayısıyla suç işlendiğinde da cezaevine girmek kaçınılmazdır. Buraya kadar anlattıklarımda bir anormallik yok, ama gelin görün ki şeyhin yeğeni cezaevinden çıktıktan sonra servetine servet katmış. Nasıl mı? Köy köy dolaşmış, gittiği yerlere şeyhin selamını götürmüş; iftiraya uğradığını, cezaevinde haksız yere yattığını böylece her şeyini kaybettiğini, fakir düştüğünü söylemiş. Selam şeyhe ait, getiren ise onun yeğeni olunca akan sular durmuş. Sonuçta tamı tamına altı yüz tane dana toplamış. Ne servet be! Şimdi lütfen söyleyin; siz dört öğretmen çalışarak kaç yılda bu kadar servet yapabilirsiniz? Suçluya koca bir servet aktarmak İslam dinimizle nasıl bağdaştırılabilir?”
O ana kadar söze hiç karışmamış bir köylü öğrenci gibi parmak kaldırınca çevresindekileri almıştı bir gülme. Gülüşmelerden ötürü biraz bozulmuş olsa da söyleyeceklerini esirgememişti. Kızaran yüzüyle başlamıştı anlatmaya:
“Bu akşam dilimiz döndükçe yaşadıklarımızın çok küçük bir kısmını sizlere anlatmaya çalıştık. Durun daha gerisi var” diyordu. Sonra arkasında oturan bir komşusuna dönerek, “Senin dedenin o mendil hikâyesini niye anlatmıyorsun sen, unuttun mu, yoksa işine mi gelmiyor?” demişti.
Bir diğeri:
“Yahu şimdi yine midemizi bulandırma” demez mi. İki kişi hemen böğürerek kendini dışarı atıvermişti. Biz bir şey anlamamıştık. Mendilin mide bulandırmasına bir anlam verememiştik ilk etapta. Ancak ayrıntısı anlatılınca mide spazmı geçirenler arasına biz de katılmıştık. İnanılır gibi değildi duyduklarımız. Elli yıl kadar önce mevcut Şeyhin babası olan Şeyhefendi yöredeki köylerden birisini hanesini şereflendirmiş. Kâğıt mendilin henüz icat edilmediği o yıllarda ipekten tutun da satene kadar türlü türlü mendiller kullanılırmış. Şeyhimiz cebinden çıkardığı mendiliyle burnunu sildikten sonra onu tam da cebine koymaya kalkıştığında işgüzarın teki hemen atılmış ve şeyhin elini yakalayıvermiş. Duasını alarak cennete girecek ya; mesele o tabi ki. “Şeyhim, verin o mübarek mendilinizi yıkayalım da getirelim” demiş. Mendil arka odadaki kadınlara yıkanmak üzere verilmiş. Köyün erkekleri cahil ama kadınları kara cahilmiş. Mendil Şeyhe aitse sümüğü de teberiktir diye düşünmüş zavallı kadınlar. Sümüklü mendil bir leğende yıkandıktan sonra mendilin kirli suyu büyük bir kazandaki temiz su ile mayalanır gibi karıştırılmış ve oradaki bütün kadınlara birer tas şifa niyetine içirilmiş.
Diyeceksiniz ki bunda Şeyhin ne kabahati var? Yok ilk bakışta. Ancak Şeyh denilen zat-ı muhterem, kendisini peygamberin torunu ve onun yegâne mümessili olarak cümle aleme ilan ederse eğitimsiz ve cahil insanlarımız bu gün sümüğünü yarın da dışkısını kutsal sanacaklar.”
Anlaşılan şeyh efendinin marifetleri anlatılmakla bitmeyecek ve bütün cemaat uykusuz kalacaktı o gece. İşi tadında bırakmak gerekir diye düşündük ve müsaade isteyerek oradan ayrıldık. Köylünün ise hevesi kursağında kalmıştı. Kim bilir! Dinlemeyi bilen birkaç kişiyi karşılarında görünce daha neler neler anlatacaklardı o uzun kış gecesinde.