- 907 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Öngörülmeyen
ÖNGÖRÜLMEYEN
1. Bölüm
Takvim yapraklarının koparılmadığı ve manalı sözlerinin okunmadığı bir şubat ayıydı. Sevgililer için umut ve aşk dolu bir gün olduğu da söylenemezdi. Ayın on beşini bekleyen milyonlar için ise şubatın on dördü varılacak yer için son bir duraktı.
Gün, açmak üzere olan bir gül goncası gibiydi. Güneşin ilk ışıkları uslanmaz bir âşık gibi yeryüzüne göz kırpıyor İstanbul yeni bir güne uyanıyordu. Martılar güneşi selamlıyor, deniz mehtaptan ayrıldığı için durgun bir ruh haline bürünüyordu. Kaldırıma tünemiş bir sokak kedisi yorgun bir kentin suret bulmuş bir hali gibi orada öylece uyanmaya çalışıyordu.
Erken kalkan insanların tenha sokaklardan geçerek işyerlerine gitmenin telaşesine kapılmıştı. Böylesi kalabalık ve trafik çilesi olan bir şehir için uykudan çok fazla ödün vermek gerekiyordu. Kalabalık ve uykusuz geçmesi muhtemel uzun bir yolculukta elbette ki önemli olan bir şey ise boş bir koltuk bulup, ineceğin durağa kadar uyuklamaktı. İnsan bundan daha büyük umutlar besleyebilmeliydi. Henüz İstanbul trafiği yoktu ve bu durum bile erken kalkan insanlar için şans sayılabilirdi. Trafiğe birkaç saat sonra çıkacak diğer insanları ise az akışkan bir jel kıvamını andıran trafik çilesi bekliyordu.
Kim bilir belki de Yedi Tepeli Şehir var olduğu günden beri hiç uyumamıştı. Tek bir an herkesin uyuduğu bir an hiç olmamıştı. Sokaklarında en derin geçim telaşesi hep var olmuştu. Simitlerini taşıyan seyyar satıcılardan, elinde pet şişelerle su satan insanlara kadar herkes bu şehrin bitmek tükenmek bilmeyen geçim tiyatrosunun oyuncularıydı.
İki yakası bir araya gelmeyenlerin sahnesiydi İstanbul. Sahilde, deniz gören evlerinde başka insanlar koltuklarında bu oyunu izliyordu. Bir alkışlayan olsa bari… Oda yok. Gerçi şehrin tozunu yutmak bile yetiyordu insanlara.
Tekdüze koşuşturmaca asla eksilmezdi bu şehirde. Arabalar ip gibi dizilirdi sokaklarda, caddelerde ve hatta otoyollarda. Duran trafikte karanfil satanlardan telefonları için şarj cihazı satanlarına değin bir ekmek kavgası sürüp giderdi. Herkes herkese bakar ama kimse kimseye dokunmazdı.
Beton kentinde hiç kimsenin henüz varlığından dahi haberdar olmadığı biri, otoyolun şanslı ağaçlıklar ve soğuk bariyerlerle kaplı görünmeyen bir yerinde dünyaya gözlerini açıyordu. Henüz insanlık ve dünya adına hiçbir bilgiye sahip değildi. Kim olduğu, neci olduğu, ne için bu halde olduğu, anılarının neden olmadığı ve diğer akla gelebilecek binlerce soru cevapsız bırakılan bir sınav kâğıdı gibiydi. Orta yaşta biri olmasına rağmen henüz konuşamıyor ve yürümekte güçlük çekiyordu. Böylesi biri için fazla gariplik barındırıyordu. Neyseki hayatı ve kaderi kısa bir sınav süresince kısıtlanmamıştı.
Kendine ve hayata dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Adını dahi bilmiyordu. Öncesini biraz sonrasını hiç… Neden burada olduğunu ve ne yapması gerektiğini… Geldiği yeri çok az ama neden burada olduğunu hiç… Bir filmin ilk birkaç dakikası gibi, bulunduğu yere gelene kadar çok güçlük çektiğini hatırlıyordu çünkü yürümeyi dahi bilmiyordu. Orta yaşta birinin hatırlaması gerekenin çok çok altında bir anıydı bu. Bu haliyle yabani bir hayvanı andırıyordu. Çıplaktı ve örselenmişti. Henüz mantıklı düşünme aşamasına geçememişti. Serkeş bir halde öylece şanslı bir ağaca sırtını dayamış duruyordu.
Sokakların karanlık ve huzursuz edici anlarında düşe kalka yürümüştü. Kimse onu görmemişti. Gecenin karanlığında öylece düşe kalka ve çırıl çıplak yürümüştü. Vitrin camlarından kendisini takip eden aksini görmüştü ve ürkmüştü. Kendini ilk kez gördüğü için olsa gerek vücudunu ürperti sarmıştı. Gerçi daha önce ürperdiği de söylenemezdi. Yeni hali onu korkutmuş ve tedirgin etmişti. Evinden ilk kez ayrılmış bir çocuğun kaybolmuşluk hissiyatı tüm benliğini sarmıştı. Ağlamayı bilse çocuklar gibi ağlayacaktı. Fakat bunu dahi beceremeyecek bir yoksunluk halindeydi.
Saklanacak bir yer arıyordu. Bu halini her şeyden saklamak ve hiç var olmamış olmak istiyordu. İnsanın kendi kendisine dahi yabancı olduğu o garip noktadaydı.
Neyse ki otoyolun insan girmeyen ağaçlık bir yerine atmıştı kendini. Orada saklanacak çok yer vardı. Nitekim öyle de yaptı. Korkuyordu ve gördüğü her şey onu tedirgin ediyordu. İçgüdüsü gereği, önce örtünmeyi ve açlığını bastırmayı istiyordu. Dakikalarca ayaklarına, ellerine ve vücuduna baktı. Bir insanın uzaylı gördüğünde vereceği bir tepki ve şaşkınlık hali hâkimdi üzerinde. Şu an her şeyin garibi ve yabancısıydı. Bu değişim, açlık ve yorgunluk benliğini çok yormuş olsa gerek ki öylece uykuya dalmıştı.
Uyandığında ilk hissettiği şey kesif egzoz dumanı olmuştu. Kulaklarını tırmalayan araba gürültüsü ise yabani bir hayvanı andıran o anki halini, daha yabanıl bir duruma sokuyordu. Binlerce araba geçiyordu ve o her birine hayretle ve merakla bakıyordu. Bakışlarına tuhaf bir enerji hâkimdi.
Dikkatli gözlerle renk renk arabaları izlerken zihninde kısacık yaşamının ilk anları canlanıyordu. Vitrin camında kendini görmüştü. Çocukken yaşanan kötü bir anının sürekli canlanması gibi kendi sureti sürekli zihninde canlanıyordu. Yüzü ona çok yabancı gelmişti. Siyah ve beyazın ayrımı gibiydi şu an ki hali. Evet, bir ayrıma bir değişime uğradığı kesindi. Henüz sorgulayacak ve idrak edebilecek bir durumda değildi. Peki, ama ona ne olmuştu? Neden bu haldeydi ve neden evinden çok çok uzaklardaydı?
Zihninde bir ampulün aniden yanıp sönmesi gibi kesik kesik anılar canlanıyordu. Çıplak bir halde olduğu... Kendini ilk kez görüşü... Hissettiği şaşkınlık... Korku... Çaresizlik... Koşmak denirse kaçmıştı ve bilmediği bir yol kenarına sığınmıştı. Yalnızlık ona daha cazip gelmişti. İnsanlara rastlamadığı bir otobanda bulmuştu kendini. Yorgundu, açtı, örselenmişti, şaşkındı...
Yürümeye yeni çıkmış bir çocuk sakarlığı hala bacaklarına hâkimdi ama öylece oturarak vakit geçiremezdi. Açlık duygusu tüm bedenini sarmıştı. Nasıl besleneceğini ve ne yemesi gerektiğini bilmeden ağaçların arasında dolaşmaya başladı. Orda öylece yürürken sürekli ardını kontrol ediyordu. Yoksa ardından biri mi geliyordu? Korku her yanındaydı ama açlık tüm bu duygulardan daha diktatör bir devlet adamı gibi her yanını sarmıştı. Uzaktan belli belirsiz yabani böğürtlenleri görmüştü. Yeşil, kırmızı ve bordo… Renkleri bilmediği için yeşilden başladı ve ekşimsi tadı yüzünü buruşturdu. Kırmızı ve bordo renkli böğürtlenleri tadınca yüzü gülmüştü.
Dakikalarca sakince böğürtlenleri yedi. Farkında olmadığı bir şey vardı; evsiz biri onu uzaktan uzağa seyrediyordu. Farkında olmadan başkasının yaşam alanını işgal ediyordu. Bir evsiz için İstanbul gibi bir şehirde güvenilir bir yer aransa otoban kenarları ilk sırayı alırdı. Evsiz adam bu hiçbir şeysiz tuhaf adamın yanına gidip gitmemek konusunda çekiniyordu. Adamın durumu korkulmaktan çok acınacak halde olduğundan onunla iletişim kurmaya karar verdi. Nedense büyük bir merhamet kaplamıştı her yanını. Bu garip adamı uzaktan izlerken onun farklı bir enerjisi olduğunu hissediyordu.
‘’Kim bilir ne yaşadı da bu hale geldi.’’ Diye geçirmişti Yunus adamın çıplak bedenine bakıp ona acırken. Bu adama yardım etmek istiyordu ama adamın bu yabani hali ister istemez onu tedirgin ediyordu. Her şeye rağmen Yunus bu adamda farklı bir şey hissettiği için ona yaklaşmaya karar verdi. Tabi bu karşılaşma riskli olabilirdi. Yıllardır sokaklarda yaşamış biri olarak tedbiri elden bırakmadı ve sürekli yanında taşıdığı bıçağını her an harekete hazır bir halde yamalı ceketinin cebinde tutarak son derece temkinli adımlarla adama yaklaştı. Ona ilk önce elbise fırlattı. Çıplak adam, yabani hareketlerle Yunusa baktı ve gözlerini hemen elbiselere dikti. Âdem fıtratı baskın geldi ve çıplak adam hemen elbiseleri giyindi. Yunus, Adamın aç olduğunu düşünerek yakındaki barakasından yiyecek ve içecek bir şeyler getirmek için oradan uzaklaştı. Elindeki yiyeceklerle ve bir şişe suyla adamın karşısına tekrar geldiğinde adam bu defa kaçmaya çalıştı ama henüz ayaklarına hâkim olmadığı için sürekli yere düşüyordu. Yunus, ona şefkatle yaklaştı ve elindeki yiyecekleri önüne koydu. Açlık diktayı yendi ve adam önüne konanları yemeye başladı.
Çıplak adam böylece ilk kez bir insanla karşılaşmıştı. Daha milyarlarcası vardı. Kim bilir belki de varlıklı biri ile karşılaşması onun kaderini değiştirebilirdi. İstif yapmamış biriyle karşılaşmak onun kaderiydi.
Yunus, bu garip adamdaki tuhaf enerjiden olsa gerek ona yardımcı oldu, Otobanın bilinmeyen bir yerine yaptığı insandan uzak barakasında misafir etti onu. Bir bebek kadar bakıma muhtaç birine evsiz, beş parasız biri ne kadar bakabilirse o da o kadar baktı.
Çıplak adam çok zekiydi. Gözlem yeteneği son derece gelişmişti. Çabucak öğreniyordu. Öğrendiğini unutmuyordu. Yunusa göre adamın hafızası sonsuz bir hard disk gibiydi.
Yunus, kendisi için artık yemek veren yerlere uzun zamandır gidip geliyordu. Yemeği biraz fazla alması kimseyi rahatsız etmiyordu. Böylece adamın yeme sorununu çözmüş oldu. Giyim konusuna gelince önceden yetesiye giysi temin etmişti. Soğuk kış gecelerinde hem bedenini sarmak için hem de barakasının rüzgâr giren bir taraflarını tıkamak için bu kıyafetler çok çok önemliydi Geriye tek sorun kalıyordu, ısınmak. Çalı çırpı toplayarak üç uzun kış geçirip hayatta kalmayı başarmıştı. Evsiz biri için kuru kalmakta çok önemliydi. Bazı soğuk gecelerde küçük bir ateşle idare etmeye alışmıştı. Adam da buna alışmak zorundaydı.
Aradan aylar geçmiş ve mevsim kışa dönmüştü. Hikâyede anlatılan ağustos böceği gibi bir eşeklik yapmayan ikili kış için gerekli şeyleri toplamış ve baraklarını daha bakımlı bir hale getirmişlerdi.
Kış pekte soğuk geçmemişti ama her iki evsiz için de hırpalayıcı olmuştu. Çoğu zaman sobayı yakacak odun bulmuşlardı ama birkaç gece birbirilerine sarılarak idare etmişlerdi.
Günler geçmiş ve çıplak adam Dünyaya alışıp, onu anlamaya başlamıştı. Açlık yerini meraka, korku yerini sorgulamaya bırakmıştı. İki evsiz aylarca vakit geçirdiler. Yunus, bu tuhaf adamla defalarca konuşmayı denedi ama adam ona asla cevap vermedi. Önceleri adamın deli olduğuna kanaat getirse de adamın öğrenme yeteneği ve kavrama kabiliyetini gördükçe böyle olmayacağı kanısına vardı. Ortada tuhaf giden bir şey vardı, ya bu adam yabani bir hayvan gibi doğada yaşamış ve Yunusun karşısına çıkmıştı ya da hafızasını kaybetmiş bir vatandaştı. Yunus ikinci olasılığın daha ağır bastığını ihtimal veriyordu çünkü çıplak adamda tuhaf bir hal vardı ve bu durum onu daha merak edilesi bir hale sokuyordu. Neresinden bakarsan bak bu tuhaf adamın etrafı gizemlerle kaplıydı.
Yunus, adama dair tek bir cüzdan, ehliyet ya da buna dair bir şey bulamamıştı. Bu garip adama ait sadece köstekli bir saat vardı. Adam bu saati asla elinden bırakmamıştı. Yunusa kalsa adam, düzenli aralıklarla saati kontrol ediyordu. Bu durum tuhafına gitse de tüm meseleyi düşününce adamın saati sürekli kontrol etmesi pekte tuhaf kaçmıyordu. Polise gitmeyi ise aklına dahi getirmemişti. Başını durduk yere belaya sokmak istemiyordu. Kimse evsiz birine inanmazdı.
Saatler günleri, günler ayları kovaladı ve kendine dair hiçbir şeyi olmayan ve geçmişini hatırlamayan adam, Yunus’tan çok şey öğrendi; konuşmayı okumayı ve diğer insani gereklilikleri. Bu öğrenme süreci hiçbir şey bilmeyen biri için çok kısa ve başarıyla geçmişti. Yunus bu duruma çok şaşırıyordu. Bu gizemli olduğu kadar zeki, zeki olduğu kadar karanlık biriydi. Tüm bunlara rağmen insana huzur veren bakışları vardı bu garip adamın. İnsanı içine çeken ve onun önünde eğilmeye iten sebepsiz bir duygu seziyordu Yunus.
Bu tuhaf adam artık kendine yetebilecek bir duruma gelmişti. Bir adı yoktu. Köstekli saatine her gün defalarca bakıyordu. Yunus artık bu durumun düzenli olduğuna hükmetmişti. Tuhaf adam günde tam üç kere saatine bakıyordu. Yunus bu tekdüzeliği merak ediyordu ama bu garip adama soru sormakta istemiyordu.
Vakit geceyi geçmişti. Sabah ezanlarının sesi belli belirsiz geliyordu. Adam saatine ilk defa bu kadar odaklanmıştı. Dakikalarca baktı. Ve en sonunda doğruldu. Yunus henüz uyanmamıştı. Kendisi için vakit gelmişti artık. Beklediği zaman sonunda onu bulmuştu. Dünyaya geldiği ilk andan bu yana tam bir yıl geçmişti. Yunusu uyandırmaya niyeti yoktu. Öylece gitti. Yunusun başucuna bir tomar para bıraktı. Ona yeni bir hayat kurabileceği kadar.
Hemen ardından kendi yazgısıyla yüzleşmek üzere Yunustan ayrıldı. Çünkü benliğinde ne yapması gerektiği ona emredilmişti.