- 1357 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Pis kelimeler
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İşaret ettiğim kaldırımda beni işaret eden bir adam; karşılıklı bakışmalar. Bir masayı dengede tutan ucuz bir kağıt parçasından daha pişkinmişçesine dikizliyor ağzımdan fırlayan salyaları. Saçlarım eskisi kadar mülayim değil mesela, onu da hafifletici bir sebep olarak önünüze serebilirim. Şu an için beni meşgul eden sorular başka ama, yalnızca beni ilgilendiren ve neden sadece benim dediğim sorular. Sandık kırıldı. Ateşe su verildi. Kurtlar uluyor. Dağ başını duman almış ve güneş durmuyor ufukta. Hafızam eşeyli üremesini yitiriyor sanki her geçen gün biraz daha. Biraz daha miskince. Haklılık ya da haksızlık paradigması içinde kaçış yolunu aramaya çalışmak da boşuna. Boş olan boştur, çerçeve değil. Çekilen ağrıların kahverengi olması bile beni diğerlerinden ayırmaz, olsa olsa benzetir; fakat o denli eksik. Bu da aramızda bir sır. Farklı olan bir şey var. Ama.
Aması sıradanlık belirtmekten başka ne işe yarayacak?
Gözlerimin kalın yanlarını köreltiyor zira bu kuşku. Her beşeri mahlûkatın, yani insan veya biraz daha yakına gidelim, ben. Çekebileceğim türden basit bu acılar aslında. Dayanılabilir. Çembere sıkışmış üç d: diş ağrısı, dil ağrısı. En fenası din ağrısı. Acı diyorum çünkü ağrım çoktan fışkırdı damarlarımdan ve bununla kendimi ancak avutabiliyorum. Suratınızı ekşitmek de ne; böyle olmasını gerektirecek hiçbir cüzam-bir harf eksik olsa da bulaşır etinize- belirtisi yok üzerimde; hepimiz biliyoruz ki en az benim kadar suçlusunuz. Üzerinize alınmanız için kendimi daha ne kadar öne sürebilirim. Mevzubahis benim kederim ama; kendimden başka birilerinin acılarına yer vermek derdinde değilim. Bencillik deseniz, gene kabul edebilirim. Bu konuda mutabık olalım istiyorum evvelce. Velev ki yücelttim sırlarımın kabasını. Hatta acılarımın varlık sebebini Tanrı’ya bağladım ve Tanrı’ya isyan naraları gönderdim; o zaman geriye elimde başka bir mesele kalır mıydı pişmanlıktan başka? Yani elimizde ne kalacak dokunabileceğimiz? Şimdi biraz bekleyip bahanelerin ardına sığınarak bambaşka edimlere değinmek istiyorum. Sonra uzaklaşarak kendimden alakasız kanallardan bahsedebilirim.
‘’Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım
İstersen’’
Mesela İmroz’dan. İnsanların el ele dolaştığı terk edilmiş Rum köylerinden. Kuşlardan. Tanımaktan başka kastım yok diyerek kendimi öne atmaktan. Çirkinliğimden dem vurabilirim biraz belki. Fakat hâlâ yeteri kadar samimi değilim kendime. Ruhumun kenar mahallesinde sakladığım, kimseye anlatmaya tenezzül etmediğim kıvılcımı harlamakla meşgul olmak istiyorum, olmuyor: dembu dem. Bunun için çocukluğuma inmeye ne hacet. Modern hayatın manyaklığından öte ne olabilir ki başka. Rahat bırakalım. Oralar da rahat bir vaziyette gebersin gitsin.
Evet bir öyküye başladım. Kabul edelim melankolik bir aurası (ambiyans değil) var bu cümlenin. Peki neden öykü? Böyle soruların cevabı da bulanık olur aslında. Galiba yeni bir şiire başladım demek yerine bir şiir daha bitirdim demek kana kan katmak kadar can alıcı bir duruş olurdu. Hem öykü hem şiir, her ikisine de birden başladım diyebilme cüreti neden yok bende? İyi de bunları merak eden kaç kişi var? Annem bile ne yazdığımı bilmezken daha. Gene de ‘’Niçin yazıyorsun?’’ sorusu tek başına kuru bir gürültü. Kabul edelim ve öyle okuyalım. İleride neler olabileceğini kestirmek de güç. İyi bir romana veya öyküye sahip olabileceğime de ihtimal vermiyorum. Daha fazla uzamasın. Bir gerçek var, o da yazıyorum. Hatta en çok yazarken kendimi bir halt zannediyorum. Yaşamak, bahanesi bu işin yalnızca. Bu mesele daha çok filozofları ilgilendiyor zaten. Neyse işte. Yazdıklarımda yeni bir şey yok. Yeni bir şey varsa da o da benim bu yazdıklarım. Buna rağmen hâlâ bir şeyler eksik. İçimdeki hisler bulvarındaki kalabalık bunu dedirtiyor bana. Tam da eksik demişken. Aradan onca yıl geçmesine rağmen ilk defa çok bilindik bir film izledim. Aylar önce gazetelerde John Coffee öldü haberini okuduğumu hatırladım sonra. John ölmeseydi belki izlemeyecekitim. O öldü ve ben izledim. Utandığımı söylemeyelim. Yazıya devam ederken bunların hiçbiri yoktu aklımda. Belki de filmden sonra susup uyumak yerine saçmalamayı tercih ettim.
‘’Kuş düşünce damdan
kızlar saçlarıyla ölümü düşünürler
uzun bacaklı tanrılar koşuşur sokaklarda
kuş öldü herkes mi arıyor’’
Bir yoldayız. Kuşlar yok artık. Kuş...
Öleceğimizi bilmiyoruz. Demek istediğim ne zaman olacağı muamma. Güneşin eli kulağında olduğu böylesine bir zamanda rahatlamak için yazdığımı söylersem pişkinlik yapmış olurum gözlerime. Bunu dediğim an, sokaktaki camiden sabah ezanı vuruyordu cama. Ölümün en mahrem olduğu zamanların içinde olmuş olabilirim. Kime göre kutsallık? Hiç bu denli vuzuh olmamıştı kelimelerim şimdiye dek. Belli ki değişen bir şeyler vardı. Değiştiğime kanaat getirdiğime göre âşık olmalıydım. Çünkü ben en çok âşıkken büyük konuşurum. Bana metanetten bahsederseniz kaçar giderim. Yıllar geçti söz verdiğim bir çok şeyi yerine getirmediğimi fark ettim. Anladım çünkü, daha fazlasını yapamazdım. Çok şeye başladım, ama o çok şeyleri hep yarım bırakarak kısalttım tırnaklarımı.
‘mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin.’
YORUMLAR
Ölen kuşlar var ya ... hiç yaşamadılar... Bazen içimizden akan kanlı nehirlerde boğuluruz .Yazmak sadece iyi gelmez ki ..Acıtsın diye,kanatsın diye yazmadınız sa kimi zaman öldürülmüş ölü kuşlar kadar ruh taşıyamaz kelimeleriniz.
Bu sıralı kelimeler sıradanlık kadar sade ..Bu iyi bir şey...
Sevgilerimle..
en güzel cumartesiye öykünüyor insan galiba. hafta arası günlerdeki koşuşturmacaların, ikircikli oyunların hiçbiri bugünde yok gibi sanki. bu bir yanılgı. geçici süreliğine dünyadan uzaklaşma hissi yalnız. derinleri kurcalamıyorum çünkü elimin değdiği yerde de gül bitmeyecek biliyorum. yağmur yağmaya görsün uzaktan bile gözüne çarpar hemen meraklı solucanların toprağı yarma çabaları. yeryüzünde kaideye alınacak ne kaldıysa artık. ama onlar daha iyi görüyor insanın göremediği felaketleri. burunları lağım kokularına hassas ve duyarlı. pusuda bekliyorlar halihazırda öyle. onlara buralardan gitme isteğimizin duyumlarını vericek olsak anında kemirip yok ederler bizi. ne var ki, insan bazen, bu başıbozuk zamanda yalnızca işine gelen şeyleri duyar ve görür. hatta bazen bi çocuk parkında tahterevallinin üstünde ruhunu öbür tarafa çoktan teslim ettiği hayaletiyle sallandığını düşünür ama farkında da değildir bir tarafının toprağa verildiğinin. uyumak ister o, annesi yanık bir ninni söylesin, masallar anlatsın. ve bu onu çok mutlu eder. gözü kulağı kapalıdır dünyaya. oysa farklı şeylerin düşleri de kurulabilir pekala. salıncaklı bi gökyüzü. penceresiz evler. kilitlemeye gerek bile duyulmayan kapılar. devlet güvencesinde bulunan bütün resmî kapılar dahi.
haliyle insan kendi evinde rahattır. dilini yutmuş kuzudur. öyle ki "meleklerle senli benli konuşur". ama bi yanı da hep çelişkidedir, güvensizdir. allah korusun meee'lerse alıp götürürler yoksa. kendini duvarlara hapsetme ve zincirle tutma isteği hep bu kendini koruma, boyunduruk altına alma isteğinden doğmaktadır.
bu göze hoş görünen feşmekãnlardan çıkabilirsek çok iyi aile terbiyesi almış eski alışkanlıklarımızı da bırakabiliriz belki...
p.s: yukarılarda martı sesleri var. buraya ilk geldiğim zamanlarda bazı yolların sonunda denizi göreceğimi hayal ederdim hep. böyle bir şeyin imkãnsız olduğunu bildiğim halde sırf bana o duyguyu yaşatıyor diye kilometrelerce yürüdüğümü hatırlıyorum. çünkü her seferinde küçük bir göl havzasının bile beklentilerimi karşılayacak boyutta oluşuyla o yola çıkıyordum ve o gücü de buluyordum ayaklarımda. sonunda havamı alıyordum ama olsun hayali bile güzeldi.
cumartesi günlerinin insanın içine derinlemesine işleyen bir tılsımı var ama yine de eskiden olduğu gibi tez canlı değil. hani bana 'hadi pılını-pırtını topla git şimdi!' diyecek kuvveti barındırmıyor bünyesinde. cesaretden yoksun. ürkek ve alıngan. daha çok vücudunun ceset tarafına uzatıp duruyor ayaklarını. 'bana ilişme' yanı ağır basıyor bugünde.
ama burnumun direğini sızlatan az yosun kokusu, martı sesleri ve o denizli yol hâlâ hiç değişmedi. bir adım uzağımda kaldı hepsi sanki. kopmadım hiç o hayalden. bir de bundan bir ay önce terkedilmiş çocuk parkındaki salıncakta yarım saat sallandım dersem yapayalnız bana inanın. karnımdaki karıncalanma hissini size nasıl anlatabilirim ki başka¿..
Gule tarafından 7/8/2017 9:50:03 PM zamanında düzenlenmiştir.
"Ne saçma şey bunlar" dedi. Sonra içinden geçen kelimelerin sanki bir geçmişi varmış gibi , yuttura yuttura, hayal meyal yazdı. Dil bilen ve şiir yazan bir adam gibi. Bir aynanın önünden geçiyor göz ucuyla, aynada başka bir kişiyi görmesi şaşırtıcı değil mi ? Ama sanki her zaman olagelen göz aldanmalarından biri olduğunu ya da son kzdeh içkinin karaciğerine ve kafasına iyi gelmediğini düşünecegim.
Tanrı'nın burada ne suçu var ? Var elbette. Kader karalayıcısı. Oysa simdi canlı bur istakozu kaynayan suya koyup pişirmek bu yazıyı okumaktan daha zevkli olabilirdi.
Eller toprakla uğraşırken, onunla karışır. Yok ! Şövalenin yüzeyine toprağın renkleriyle yaklaşmalı ressam. O da yok ! Bir yüzü, çıplak bir bedeni, bir camın parıltısını veya bir vazo içindeki iki beyaz gülü resmetmeye hazırlanırken tokrağın her re gini ruha işlemek. Kesinlikle yok !
Tanrım, git başımdan lütfen !