yaşamak için direnmek, direnmek içinde çalışmak gerekiyordu,
.. Babam öldüğünde henüz (13 ) on üç yaşındaydım, ince uzun boylu görünüşüm, aşırı derecede zayıf oluşumdan dolayımıydı, yoksa gerçekten de yaşıtlarıma göre çok mu uzundum …, hala daha muamma benim için …bildiğim tek şey, çok zayıf olduğum ve de ayakta nasıl durduğuma insanların şaşırıyor olmasıydı…Yani bu insanları anlamakta zor be kardeşim.Zayıf olursun dert, şişman olursun başka bir dert, ortasını nasıl bulup ayarlayacağız, bu konuda fikri olan yok, bende zaten anlamadım ama neyse..
. Yığınla rivayet söylendi konuşuldu, ama benim okuduğum bir rivayete göre, orta Asya’dan gelip, bu ülkeye yerleşmemizden kısa bir süre sonra İran’a, göç etmemizin ardından, daha sonraları da Suriye’ye, Suriye’den sonra, tek bir kişiyi dahi arkamızda bırakmadan, yeniden bu ülkeye gelip yerleştiğimizdir…
Öyle din falan bilmiyor, inançlarımızda yokmuş.Kendine has bir yaşam tarzı, biriktirme alışkanlığı olmayan, sürekli oradan oraya göçebe değiliz ama göçebe gibi yaşamışız kaç yüz yıl, bilmiyorum..Tam olarak ne oldu, nasıl oldu bilemesem de, bu göçebe hayatı o yıllardan kalmış bize, bu kısmını biliyorum, okuduklarımdan biliyorum..
bir tür göçebe hayatı yaşayan bizlerin yazın önemli bir kısmını evin dışında, dağlarda, yayla ve mezralarda geçiyordu.’’Geçiyordu diyorum’, çünkü artık o hayat yok, o yaşamdan da eser kalmadı artık, bitti, ne yayla kaldı nede mezra, nede hayatın o tadı.Şimdilerde tatsız tüssüz bir yaşamın içerisinde, sanki yaşıyor muşuz gibi yaşamaya çalışmak, ne bizi tatmin ediyor, nede bizden sonrakileri tatmin edecektir, eğer bu düzen böyle devam ederse, bakalım ‘’yaşarsak,’ eğer,yaşayıp göreceğiz..
...Ben kendimi bildim bileli dağlarda, yani yaylalardaydım, ondan sonrada mezra, kışa doğru ancak gelirdim gerçek yaşam alanıma, yani evime, tüm ailenin yaşadığı dışarısı taştan iç mekanı tahtadan örülü evimize..Kısacası, biz gezginlerin gerçek yaşam alanı neresiydi, bu tartışılır doğrusu....
…Ben daha çok yaylalarda, annemin, bir miktar para karşılığında bakmak için aldığı hayvanlara çobanlık yaparak,geçirdim onca yıllarımı.. Çobanlık yapardım, annem el malı dediğimiz hayvanlara…‘LAZ’ derdik, o yıllarda hiç aklıma gelmezdi, neden ‘’LAZ ‘’da başka şey değil. LAZ’ lığı biz, el malı.., yani başkalarının hayvanları olduğu için dediğimizi zannediyordum. Daha sonraki yıllarda öğrendim ki, LAZ diye bir milletin varmış ve LAZ’ larda böyle yaylacılık geleneği olmadığı için, yazın köylerde bakmakta zorlandığı hayvanlarını, yaylacılara’ yani bizlere verdiklerinden dolayı…,’’LAZ’Lar diyorduk.. ,
Aslında burası biraz karışık, genel anlamda, kendi hayvanlarımız dışında başkalarından gelen bütün hayvanlara laz diyorduk…kendi köyümüzden olsun, başka köylerden de olsun, top yekin hepsine laz diyorduk.Bu şunu gösteriyor, zamanla pek çok şeyin nasılda karıştırıp, iç içe geçtiğidir..
Galiba bu konu çok uzadı, uzadıkça da karıştı sıkmaya başladı. En iyisi burada kesip, yola kaldığımız yerden devam etmek, ha ne dersiniz…
LAZ, malı, yani el malı diyorduk… Dışarıdan gelen hayvanlara belli bir para karşılığında bakıyorduk ( 85 )seksen beş gün, ne bir eksik, belki bir gün fazla olabilirdi, o da nadiren, yâda önemli bir mazereti olmalıydı hayvan sahiplerinin, yoksa kıyamet belki kopmazdı ama bayağı bir laf işitirdi, hayvan sahibi, yayla sahiplerinden… Çünkü anlaşma vede gelenek böyleydi
85, günün sonunda gelip hayvanlarını alacaksın, be kardeşim…, başka çaren yok, çünkü her şey ona göre hazırlanmış, bağ bozumu denir ya, yaylacılar içinde geçerliydi bu durum, katık dağılımı yapılır, herkesin alacağı tartılırdı ve bir yere yerleştirilip sahibinin gelip alması beklenirdi…
Bir de, şöyle bir inanış vardı, en tehlikeli günler, yaylanın başları, bir de inime doğru olan o bir kaç gündü. Ya o son gün o hayvanlardan birinin başına bir şey gelirse, yazık değil mi?
Gel ki yaylacılarla mal sahipleri arasında her hangi bir anlaşma falan olmuyordu..O seksen beş gün içerisinde hayvanlarımın başına bir şey gelirse, yabani hayvanlar yerse falan, yiyordu da, yayla sahipleri, hayvan sahiplerine her hangi bir hesap vermiyordu, bu bir şansızlıktı o da senin hayvanının başına geldi der, olay kapanırdı.Yaylada öyle bir dayanışma vardı ki, bakmakta olan hayvanlara yayla sahipleri kendi hayvanlarından daha iyi bakar gözetirdi.Bu durum bütün yayla sahipleri için geçerliydi.. Dediğim gibi bir gelenek vardı, herkes o geleneğe harfiyen uyardı ve seksen beş gün, kardeşinle bile bir arada kalıp anlaşamadığı yerde, bu yayla sahipleri tam seksen beşgün anlaşıyorlardı, ya da buna mecburlardı. Yani en azından birbirlerine mecbur olduklarını biliyorlardı, bu da az şey değildi hani
…LAZ,. Yani el malı gitsin ki, yayla sahibi de kendini hazırlayıp insin yayalardan, daha bundan sonra mezra vardı sırada…Mezralar…, ortak, otlak olanı olduğu için geç kalınmamalıydı, taze vede büyüyen otları başkaları kendi hayvanlarına otlatabilirdi, ne çok işimiz vardı ya, of anam of.Şimdi düşündükçe daralma geldi bana, ne bu ya deyip şimdiki aklım olsaydı demekten kendimi alamıyorum ama yapacak bir şey yok, olan olmuş, yaşanansa yaşanıp geçip gitmişti işte.
.O yıllar öyle idi, yaşamak için direnmek, direnmek içinde çalışmak gerekiyordu, o yörenin çetin şartlarına başka nasıl karşı koyabilirdik ki….
Yani, kısacası vakit nakitti ve hayvan sahipleri zamanında gelip hayvanlarını almak zorundaydı… Kağıda yazılı her hangi bir kural yoktu ama ille de bir kağıda yazılı olması gerekmiyordu bazı kuralları uygulamak için. Birlikte yaşamanın kuralları neyi gerektiriyorsa onu yapıyordu yayla sahipleri, harikada işliyordu bu kural. Kimse kimsenin hakkını yemiyor, çiğnemiyor, gasp da etmiyordu. Belki mecburiyetten, belki yaşamın getirdiği şartlardan dolayı ama ne olursa olsun bence çok güzeldi bu yaşam biçimi, zorluklarını bir tarafa koyarsak, süperdi diyebilirim…
…Kural seksen beş gündü.(85) gün… Çünkü böyle olmak zorundaydı. Yaylalara birlikte çıkılır, birlikte inilirdi yaylalardan öyle bir gelenektir ve hala daha kısmen de olsa bu gelenek devam ediyor mu, tam olarak bilmiyorum ama etse de.., artık herkes için tatil yeri olarak bakılıyordur bu durum bizim oralarda.
Üç aya yakın çobanlık yapmamıza rağmen, tek kuruş alamayan biz çobanlar isyan etsek de hiçbir yararı olmuyordu ve gelecek yıl yine aynı koşulları yaşamak için yine o dağlarda hayvanların peşinde koşardık, ne günlerdi desem mi diye düşündüm bir an da, diyemedim…
Annemden hiç harçlık alamadım, benden önce abim çobanlık yapmış, onun öncesinde de ablam, onlara da hiç harçlık vermedi, yani bu konuda adil davrandı annem hakkını yememek lazım.)))
,,, üç ay boyunca onca soğuk çektik, onca sisin altında onca yağmur yağdı üzerimize, yeri geldi ( ğalaz’a )doluya kafa tuttuk,rüzgarla dans ettik figürler rüzgarın yön değiştirmesine bağlı olsa da biz bir şekilde o figürlere uyum sağlamayı başarmanın gururunu da yaşadık tüm çobanlar olarak…..Yeri geldi doğayla, yeri geldi yabani hayvanlarla mücadele ettik, bu parayı alın, bu da sizin hakkınız, bir harçlık olsun sana demedi.
Allahtan Annem bu yazdıklarımı okumayacak, okursa çok kızacak onu da biliyorum ama geçmiş geçmişte kaldı, yaşandı bitti, büyüdük yaşlandık artık ve her şeye birer anı olarak bakmanın zamanı diye düşünerek yazdım.Öyle her hangi bir art niyetim yok vallaha)).
..Annemden para istediğim zaman,, hemen arkasından eklerdim.Güya devrimciyim,Evimize gazete giriyor kitap okuyor, hak hukuk öğrenmişim, kendime güveniyor, kendimi yetiştiriyorum..Ezmenin ve de ezilmenin ne demek olduğunu biliyorum, bu kadar da olsun, dimi.))
Anneme…, bu kadar emek harcadım, bu kadar sıkıntı yaşadım, benim de’’ hakkım’’ var dediğim oldu elbette ki..Annemin en büyük savunması, ben bu parayı kendim için mi harcıyorum, bu parayı gene size harcıyorum deyip, işin içinden sıyrılıp çıkmasına hala daha kızıyorum.
Annem elbette ki doğruyu söylüyordu, tek kuruşunu kendisi için harcamaz, şu parada bir kenarda kalsın ilerde ne olur, ne olmaz demez, elindeki harçlığı son kuruşuna kadar harcardı ev için.
Ama şunu anneme anlatamazdık… ben, abim, ya da ablamın demek istediği, o parayı bize ver, o para bizim hakkımızdır, değildi ki, sadece küçük bir harçlık, yok, asla olmaz olmadı da….
Bazen ekstra bir şey isterdim, genç kız olmuşum giyinmek hakkım, yada çeyizlik bir şeyler. Elbette ki o çeyiz için aldığımız eşyaların ne kadar boş, ne kadar Fuzuli bir harcama olduğunu yıllar sonra anladım ama o yıllarda durum öyle değildi ki, köy hayatı yaşıyoruz sonuçta…
O yıllarda çok bohçacı kadın, ya da erkek gelirdi bizim oralara, inanılmaz kazıklar atarlardı bize ‘’’uç kuruşluk bezi, on, yirmi, beklide çok daha fazla, para karşılığında’’’satın alırdık, bazen taksitte yaparlardı köy halkına. , şimdi aklıma geliyor da, gülüyorum..
Ne yapsın köylüler. Hayatlarında şehir mi görmüş, bir mağazaya mı girmişler. Sadece evlenecekleri zaman, koca tarafını soymak için şehre inip, rast gele girdikleri bir mağazadan, ne kadar işe yaramayan kumaş varsa kestirip satın alırlardı ve sonrada o satın aldıkları kumaşlar, sandıkların dibinde eğer naftalin konmasa güvelere yem olurlardı.
Kim biçip dikecek o gereksiz kumaşları.
O zamanlarda dudak bükerek bakılan kumaşlardan yapılan kıyafetler, şimdi ateş pahası, o başka..Hem bu kadar zamanı kim ayırabilirdi ki?Bu bir bahane elbette ki.Yani böyle bir sanatımız olmamasına rağmen, sandığın yarısı divitin, basma ve de pazen den oluşan bir sürü kumaşlarla doldurulurdu..
Ha belki lastikli etek olurdu ama o lastikli etek bizim oralarda hiç giyilmedi, hiçte sevilen bir giyim tarzı değildi, ne yalan şöyleyim.Ben bu yaşıma geldim, hala daha lastikli etek giymedim Vallaha..
Köy kadınları, biz kızlar, en güzel kıyafetlerimizi giyerdik ama üzerine bağladığımız bir peştamalla o güzelim kıyafeti kapatırdık
Bu anlattıklarım,Levent yükselin söylediği bir şarkı vardır ya…, işte tam da o şarkı gibi oldu,… kimin ayağını sıkmışım tramvay da, onu da daha sonra anlatırım, deyip devam ettiği o şarkı gibi….
Annem aldığı paraları gene ev içerisinde harcıyordu, bunu zaten hepimiz biliyor, hiç birimiz karşı çıkıp inkâr etmiyor, itirazımızda yoktu ki…
ben arada terslik yapıp, bir şey ister yada annem öder diye borç aldığım olmuştur, olmuştur ama annemden neler, neler işitirdim..Yok onları şimdi burada söylemeyeyim.)))),
annem günlerce bana kızar bağırırdı, neden alıyorsun diye.Ona, anne bende çalışıyorum buna hakkım var desem de anam çok sinirli ve dediğim dedik bir kadın olduğu için onun dediği olurdu gene.Aldıklarımı ya iade eder, yada günlerce annemin bağırtılarını dinlerdim..
.. Annemin(uşaklarum) dediği, yani oğulları…
Oğulları ne yaparsa yapsınlar, hiç kızmaz, çalışmaz işten kaytarırlardı, neden çalışmıyor, neden kaytarıyorsunuz demezdi.
Daha önceki yazımda da bahsetmiştim, babam aşçıydı ve kendi iş yerimiz vardı ilçede, kirada olsa evimizde vardı…yani oğulları ilçede babamın yanında kalıp,yer içer gezerlerdi hatta okula da gidiyorlardı, üstelik benim böyle bir şansım bile yoktu..
.Gel ki Oğulları da babamdan şikayetçiler, babam hep çalıştırmış, hiç oyun oynama hakkı tanımamış onlara diye..
Kısacası…, GÜLÜM, ne yaparsan yap, memnun olan taraf yok, herkes şikayetçi, herkes iyiyi hep kendine istedi, hepimiz bir şekilde bir şeyleri kendimize almak istedik ama ne kendimize aldık, nede karşımızdakiyle paylaştık.Belki de bu yüzden hep eksik, hep bir yanımız yarım kalmış, kim bilir…
Annam’ın bu ‘’ Uşakları’ Yani Oğulları, Köye geldiklerinde de, yine en iyi şekilde ağırlanır en iyi yemekleri gene onlara sunardı annem. Sen yemişsin yememişsin hiç umursamazdı Sen kızsın ve bir şekilde karnını doyurursun, hem kız kısmına ne lazım öyle iyi yemek, sen en iyi şekilde hizmet etmelisin ki, beğenilip
koca evine erkenden varasın, tüm köyde yaşayan kız çocuklarının annelerinin hemen-hemen bütün düşüncesi bu yöndeydi, kızlarının beğenilmesi ve erkenden kocaya gitmeleri….O zamanın taze gelinleri, yada çocukları şimdilerde anne olmuş olanların hiç birisi, bize reva görülen o hayatı kendi çocuklarına yaşamadı ve kesin bir dille ret edip, kendilerinin yaşadıklarını asla çocuklarının yaşamasına izin vermediler, bana da tebrik etmek düşüyor..
Şimdi o zamanın annelere böyle bir şey söylersek…,kendi annem içinde geçerli, hala daha hayatta vede çok da iyi durumda, inşallah bu şekilde çok zaman daha hayatta kalmayı başarır, tüm duam budur…
asla kabul etmez, asla, sakın sormayın, sadece sorduğunuzla kalırsın, bir de gene hak etmediğin o bağırmalardan dinlemek zorunda kalabilirsiniz, işin bir de o tarafı var.Ha duygu sömürüsü mü, en alası.Hemen, elini açar, öteki eliyle parmaklarını göstererek,bu elin beş parmağı var hangisini kessen acı duymazsın, hepsi de aynıdır.Sanki biz ona acıyı soruyor muşuz gibi.., amaç buydu, ısrarla devam ediyorum bu ısrarıma…
Şu an benimle küs olan abimle çok iyi anlaşırdık, bana yardım eder, beni asla başkalarına ezdirmez, beni ezenlere ilk önce o karşı çıkardı. Küçükken de çok kavga ederdik ama her şey eskilere kadı ve ne olmuşsa küçükken oldu elbette ki..
…Şimdi düşünüyorum da, mücadele o yaşlarda başlamıştı benim için. İlk önce anamı aşmalıydım, babam ölmüştü, sonra elkızları geldi, aynı evde oturduk yıllarca, onları da aşmalıydım aşıp aşmadığımı bilemiyorum, demek ki aşamamışım ki hala daha mücadele veriyorum hayata tutunabilmek için. Anam hala oğullarım der başka şey demez, hala onları bir görmeye hepimizi verir, bunu inkâr etmiyor zaten, bizde alıştık, ya da kabullendik, mecburen..
. Şimdi annem artık yaşlandı,söylenecek bir şey yok, hayat hiç kimseye adil davranmadı, anneme de davranmadı ki, annemde hayattan hep korktu bu yüzden erkek egemenliğine teslim olmuş, oğullarını ileriki yaşamında bir güvence olarak gördü kendine hep, haklıda..Bizler ne yaptık?
Hiçbir şey, hepimiz bir yerlere dağılıp kaybolduk, ben kaç yıl oldu annemi görmedim, ne zaman göreceğim o da belli değil.Yani oğullarını kızlarından daha evvel görmesi, böyle bakınca olaya, çok normal…. Eğer bize de onlara verdiği kıymetin yarısını verseydi, belki de hayat çok daha kolay olabilirdi biz kızlar için.
..Dediğim gibi, koşullar aldığı eğitim ve yaşanan onca adaletsizlikten sonra, o zamanlar isyan ettiğim şeylere artık kızmıyorum, doğaldır diyorum, yani kabullendim)
Biz kızlar, hiç birimiz sevdiğimiz yâda çok istediğimiz için evlenmedik, hepimiz kaçtık, kaçıp kurtulmak istedik. Hepimiz irademiz dışında evlendik, her ne kadar da istediğimiz’’ oldu diye düşünülse de…
.Annemin bağırmaları, küsüp evi terk edip gitmeleri, sürekli bir kasvet vardı evin içerisinde. Öte yandan da anneme kızamıyorum.Ondört yaşında hiç tanımadığı birine verdi onu babası, yüzünü gerdek gecesi gördüğü birisine, oldukça yüklü bir başlık parası karşılığında..
Tam dokuz tane çocuk doğurdu, beş tanede düşük yaptı kendi imkanlarıyla.Yaşı kırk beş olmadan dul kaldı..Bu kırtdört yaşın, tam dört yıl da babamın peşinde hastana- hastane dolaşarak geçti…,babam hastasıydı çünkü.. İnsan derinlere gidince ne düşüneceğine karar veremiyor, öyle değil mi?
Gündüz Yavuz...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.