- 906 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜRCİSTAN SEYAHATİMDEN KARELER
GÜRCİSTAN SEYAHATİMDEN KARELER
Karadenizde geçen memuriyet yıllarımda bölgeyi gezme fırsatım olmuştu. Ancak bir eksikle. Komşu ülke Gürcistan’ı da gezi listeme almalıydım. Bu ülkenin bağımsızlığına kavuşmasıyla Karadeniz bölgemizdeki illerle kurduğu yakın komşuluk ilişkileri beni de cezp ediyordu. Bir keresinde bir fuara Ordu şehrini temsil etmek üzere görevlendirilmiş olmam, bana şarkı ve türkülerimize konu olmuş güzel Batum’u tanıma fırsatı yaratmıştı.
Batum, sosyalist sistemin özelliklerini çok hızlı bir şekilde terk edivermişti. Bir batılı kent görünümüne kavuşmuştu. Şehrin sokaklarını ve caddelerini süsleyen yapıların mimarisinde eski özen gösterilmekle birlikte hızla Ege ya da Akdeniz kıyısındaki bir şehrimize benzemeye başlamıştı…
Sosyalist sistemin yaşam tarzını, kentleşmedeki başarılı performansını bu şehir de göremezdim. Öyleyse bir başka büyük kentine seyahat etmek gerekiyordu. Bunun için en öncelikli kent, elbette ki Başkent Tiflis gibi görünüyordu. O kente seyahat edip çok merak ettiğim o sosyalist kentleşme sürecini izlemeliydim. Üniversitede “Şehircilik” diye bir ders okumuştum. Hocam kentleşmede sosyalist sistemin diğer sistemlere göre daha başarılı olduğunu hep söylemişti. Şimdi bunu test etmenin tam zamanıydı.
tum’daki kısacık görev süremde bu amacıma ulaşmam pek mümkün görünmüyordu. Karayoluyla gitmeyi seçsem en az sekiz saatlik bir direksiyon sallamam gerekecekti. Otobüs ve tren ise daha çok zaman kaybettirecekti. Havayolunu tercih edemezdim, çünkü ülkenin bir ucundan diğer ucuna seyahat etme fırsatını kaçırmış olacaktım. Aradaki yerleşim yerlerindeki hayatı, mimariyi görme fırsatı bulamayacaktım. Öyleyse en uygun seçenek özel araçla seyahat etmekti, ama bir başka zamanda.
Ailenin bütün bireyleri bir aradayken bu seyahatin tam zamanıdır dediğim bir anı yakalamıştım. Ama bir sorun vardı. Araba beş kişilikti ama biz altı kişiydik. Öyleyse bir kişi gönüllü olarak gelmeyecekti; fedakârlık yapmalıydı birisi. Cici kızlardan biri zorunlu olarak bizi bu yolculukta yalnız bıraktı. İçimiz çok da rahat değildi aileden birini geride bırakarak yola çıkmakla. Ona sanki üvey evlat muamelesi yapmış gibi hissettik kendimizi.
Seyahatimizin ilk gecesini Batum’da geçirmiştik. Orada ailenin kalabileceği otel bulmanın zorluğunu yaşamakla başlamıştık yolculuğumuzun ilk gününe. Ordulu bir hemşerimizin güzel bir otelinin olduğunu öğrenmiştik. Oraya gittik doğruca. Bizi karşında gören müzisyen otel işletmecisi hemşerimiz, hemen renk attı. Benim otel size göre değil, kadın işi yapıyorum ben ama bir arkadaşımızın temiz bir oteli var dedi ve bizi oraya yönlendirdi. Akşam vardığımız bu otel ilk bakışta bize saygın bir işletmecilik anlayışına sahipmiş gibi geldi. Bir Gürcü ile bir Ahıskalı kadının ortaklaşa işlettikleri bir oteldi. Kadın Türkçeyi çok güzel konuşuyordu. Kırşehirli bir Türk vatandaşı ile evli olduğunu söyledi. İki temiz ve düzgün oda verdi bize. Gece bir gürültü duyuldu. Sabah kalkıp kahvaltıya indiğimizde birkaç Kuzey Iraklı Kürt erkek ile Orta Asyalı birkaç kadının da kahvaltıya indiklerini gördük. Manzara kötüydü; anlaşılan temiz sandığımız otel de bu işe bulaşabiliyordu. Kahvaltıya kalmadan sinirli bir şekilde otelden ayrıldık. Ahıskalı Kadın, üzüntülerini ifade ediyor, otelin boş kaldığını bu müşterileri kaçırmak istemediğini ifade ediyordu. Biz, otel ücretine dahil olmasına rağmen kahvaltı yapmadan oradan ayrıldık. Öyle ya, normal müşteriden 50 Lari alıyorken kadın getirenlerden 150 Lari alıyorlardı.
Daha önce gezip dolaştığımız Batum şehrinden artık ayrılmanın zamanı gelmişti. Bu seyahatimizin esas rotası olan Tiflis’e doğru yola koyulmuştuk. Oradaki otelimiz de hazırdı. Hostel Otel Sistemiyle internet üzerinden çocuklar ayırmışlardı bir odayı. Dolayısıyla oraya vardığımızda hemen istirahata geçebilir bir sonraki günümüzü şehri gezmeye ve tanımaya ayırabilmenin rahatlığını yaşıyorduk.
Daha Batum’dan çıkar çıkmaz daracık bir yol ile karşılaştık. Hani şu bizim eski Karadeniz sahil yoluna benzer bir yol. Ama yol tıkabasa araba dolu. Türlü türlü markalardan ibaret arabalar. Çoğu lüks araç sınıfından. Anlaşılan Gürcü Hükümeti hiçbir vergi uygulamasına geçmeyi düşünmemiş ülkedeki yol ağı buna müsait değilken on binlerce araca kapılarını açmıştı.
En lüks arabayı on bin dolara alıp ülkeye getirmek mümkün. Haydi bakalım, sür sürebilirsen bu hengamede arabayı! Yapılacak bir şey yok artık; bir kere çıkmış bulunduk bu yola. Her kilometre başında bir kaza geçirme tehlikeleriyle karşılaşarak ilerliyorduk. Hatalı solama yapan yapana.. Ağzımızdan duaları eksik etmeden yavaş bir hızla ilerliyorduk. Bu hızla bu yol biter mi?
Mola yerleri şehirlerarası yolların olmazsa olmazları… Prestijli firmaların mola verdiği tesislerin kalite düzeyi, o firmaların itibarıyla orantılıdır. Tiflis Karayolunda da öyle bir yer aradık. Saatlerdir yoldaydık ama mola verilecek düzgün bir yere rastlayamıyorduk. Tek tük paslı teneke barakalardan oluşan tek katlı yapıların önünde kurulmuş paslı ve iri mangallarda etlerin dumanını tüttürerek pişiriyorlardı.
Zorunlu olarak böyle tesislerin birinde mola verdik. Anlaşılır gibi değildi gördüğümüz manzara. Tuvalet sorduk aşağıda bir yer işaret ettiler. Tek gözlü bir yap. Yapı demeye bin şahit lazım. Kötü tuğlalardan örülmüş bir kulübe. Bir tarafı erkeklere diğer tarafı bayanlara ait. Arada sadece kırk santim yüksekliğinde yarı çürümüş bir ahşap kapı var. Kadın ile erkek ihtiyaç giderirken göz göze bakabiliyor. Su yok. Tesisin yanındaki bir bidondan küçük bir kova ile su taşımanız gerekir yanınızda. Mecburen tuvaletin önünde nöbet tuttum bizimkilerin ihtiyaç gidermesi için.
Paslı mangalda pişen o neye ait olduğu bilinmeyen ete benzer şeyleri yemek asla mümkün değil. Açlığa mahkûm olmuştuk ailecek. Bir an evvel şartların farklı olabileceği bir muhite ulaşabileceğimizi umarak habire yol almaya devam ediyorduk artık.
Yol boyunca gördüğümüz tüm yerleşim yerlerindeki evler terk edilmiş gibi son derece bakımsızdı. Bahçe kapıları paslanmış, duvar sıvaları dökülmüş boyasız evler göz zevkimizin içine ediyordu adeta. Pencerelerinde kirli perdeler de olmasa boş ve metruk yapı diyeceğiz. Aralarda yavrularıyla otlayan domuzlar ve inekler de orada hala hayatın devam ettiğine işaretti. En çok da beni hayrete düşüren şey, bütün bu bir birine çok benzeyen tek katlı ve bahçeli evlerin bütün bakımsızlıklarına rağmen çoğunun önünde lüks arabalar görülebiliyordu. Yıkılıp dökülen evini, hanesini onarmaktan aciz insanlar nasıl oluyordu da bu lüks arabaları alabiliyordu. Bu çarpık tüketim alışkanlığı nasıl olmuş da ütün bir toplumu esir alabilmişti. Nasıl bir devlet ve yönetim anlayışı bu! Anlamak mümkün değildi benim için.
Dağlık bölgeyi geçmek üzereyken bir köye rastladık, büyük bir kasabaydı. Sağda solda çürümüş fabrika binaları vardı. Çok özensiz inşa edilmişlerdi. Bir zamanlar bir şeyler üretmiş bu binalar, şimdi sadece kuşlara ev sahipliğini yapar olmuşlardı.
Kasabada bir kilise dikkatimizi çekti. Kesme taşlardan inşa edilmiş yapı tarihi eser niteliğinde olabilirdi. Oraya direksiyonu kırıverdik hemen. İçerde ibadet vardı. Kapıdan baktık, kara çarşaflı bir kadın rahibe bir şeyler söylüyordu ama anlamak mümkün değildi. Bizi çağırdığını sandık. Birkaç adım daha atınca durumu kavradık nihayet. Bizi kovuyordu. Gerekçe ise kızların başlarının açık ve üzerlerinde askılı bluz olmasıydı. Anlaşılan Hıristiyan dininin orada ki mezhebinde de tesettür zorunluluğu vardı. Şaşırmıştık.
Öğlen yemeği saati çoktan geçmiş, biz hiçbir şey yiyemeden açlıktan kıvranan midelerimizle boğuşarak yola devam ediyorduk. Saatin on beşi gösterdiği sıralarında düz ve ovalık bir bölgeye nihayet ulaştık. Bizi en çok sevindiren yolun bu bölgede duble olmasıydı. Bizdeki yeni yolları andırıyordu. Yer yer tünellere rastlanılıyordu artık. Yeni inşa edilmiş bu yolda araba sürmenin ve trafik kazaları tehlikesinin artık olmadığını düşünmenin keyfini çıkarmaya başlamıştık.
Böyle güzel yola da güzel tesisler yakışır diye düşünürken önümüzde harika bir dinlenme tesisi görünüvermişti. O da yolu yapan Türk firmasınca inşa edilmiş olmalı. Tesisten içeri girere girmez kendimizi gelişmiş bir ülkede hissettik. Her taraf tertemiz, restoranı harika, self servis sistemi çok güzel işliyor, tuvaletler modern ve temiz. Maden bulmuş gibi başta yemek olmak üzere her türlü ihtiyacımızı giderebildik saatler sonrası nihayet.
Tiflis’e 150 km. kalmıştı. Otoyolda seyahat ediyorduk artık. Kısa bir süre sonra Gori’den geçtik. Bu küçük ve ilginç şehirde gezinti işini dönüşe bırakarak yola devam ettik.
Nihayet rotamızın son noktasına varmıştık. Bir kültür ve sanat şehri olan Tiflis’teydik artık. Tam bir sosyalist sistem şehriydi Tiflis. Yolları oldukça geniş, gösterişli ve mimari değeri yüksek saraylarla donatılmış bir şehirle karşılaşmıştık. Hayranlıkla bu her biri bir sanat eseri olan bu binaları seyrederek otelimizi aramaya koyulduk. Otele yerleştikten sonra arabayı oraya park edip şehir merkezini gezecektik.
Bir butik otele yerleşmiştik. Banyo ve tuvaleti içinde olan odada iki katlı ranzalar vardı. Altı yataklı olan bu otelde düşündüğümüzden daha temiz bulduk. Bizim kızlar başlamışlardı övünmeye. yüz Larilik yatakları yirmi Lariye kapattıklarını, babalarını gereksiz masraftan kurtardıklarını allandıra ballandıra anlatmaya başlamışlardı. Teknolojiyi iyi kullanmanın avantajını kafama vura vura anlatıyorlardı.
Üstümüzü henüz değiştirmiş ve dışarı çıkmaya hazırlanıyorken kap zili çalmıştı. Açtığımızda karşımızda kulağı küpeli, uzun saçlı bir genç belirivermişti. İngilizceyi iyi konuşan Amerikan ikametli kızlarım devreye giriverdiler hemen. Eyvah dedirten bir sorunla karşı karşıyaydık. Genç adam, bizim odadaki 6. yatağı internet üzerinden parasını ödeyerek almıştı. Önce şu sorunu çözmeliydik, sonra teknoloji iyi kullanmakla övünen kızlarımıza bir çift sözüm olacaktı. “Biz aileyiz bak dört bayan bir bey kalıyoruz bu odada, sen burada kalamazsın” dediysek de çocuk, “no problem for me” diyordu. “Senin için sorun olmayabilir belki, ama bizim için imkansız bir durum var. Başka bir odada kal” demiştik.
Resepsiyona indikten az sonra görevliyle birlikte dönmüşlerdi. Aldığımız cevap yine sinir bozucuydu. Hostel sistemin gereğiymiş bu. Oda değil, yatak satılıyormuş. “Tamam, öyleyse altıncı yatağı da biz alıyoruz” demekle de sorunu aşamıyorduk. Bu kez de “boş yatağımız yok” demez mi görevli şahıs! Uzun tartışma ve konuşmalardan sonra nihayet başka bir otelden bir yer bulunmuş ve o yerin de ücretini biz ödemiştik, ayrıca odamızdaki altıncı yatağın parasını da. Neyse ki bu kadarıyla da olsa sorunu çözmüş olduk. Meğer bizim çocuklar hostel sistemini yeni öğrenmişlerdi. Yoksa altıncı yatağa ödenecek 20 Larinin hiç önemi yoktu.
Önemsiz de olsa bizim için ciddi sayılan bir sorunu çözmenin rahatlığıyla Tiflis Şehrinin gizemli güzelliklerine dalıvermiştik. Gündüzleri ayrı, geceleri ayrı güzellikler barındıran bu harika şehrin tadına doyum olmuyordu. Bir kere Batum’daki o fuhuş rezaletinden eser yoktu burada. Şehir eski ihtişamlı mimarisini aynen koruyabilmişti. Şehrin her tarafındaki sarayların görkemli görselliği bizi şaşkına çevirmişti. Bol bol resim çektiriyor, her binanın önünde beş on dakika durup mimarisinin inceliklerini seyrediyorduk. Miadını doldurmuş binaların yerine aynı mimariye sadık kalmak kaydıyla inşa edildiklerini görüyorduk.
Tek sorun dildi. Kimse ne Türkçe ne de İngilizce biliyordu. Batum’da her üç kişiden birisi Türkçe konuşabiliyorken burada yok gibiydi. Azeri Mahallesi de olmasa sağır ve dilsiz kalacaktık o şehirde. Haydar Aliyev in heykelinin dikildiği ve o isimle anılan meydanın civarında koca bir mahalle Azeri kardeşlerimizin çoğunlukla ikamet ettiklerini görmüştük. O mahallede adeta kendimizi evimizde hissetmiştik.
Tiflis, bir kültür ve sanat şehri olarak bilinir ama biz bu yönünden pek yararlanamamıştık. Klasik müzik ve opera çok da ilgi alanıma girmiyordu. Tiyatro sinemadan dil sorunu nedeniyle yararlanmamız mümkün değildi. Öyleyse ağırlığı gezi ve incelemeye vermemiz gerekiyordu. Öyle de yapmıştık. Metekhi Köprüsünden geçerek yakın bir geçmişte inşa edilmiş teleferikle Mother of Georgia Heykelinin konuşlandığı yüksek yere çıktık. Heykel büyüleyiciydi. Yirmi metre yükseklikte olduğunu söylemişlerdi. Gürcistan hakkında önemli bir mesaj veriyordu. Bir elindeki kılıç düşmanlarına korku, diğer elindeki şarap kâsesi ise dostlarına ikram anlamına geliyormuş. Heykelin bulunduğu alandan şehre dönüşte yürümeyi seçmiştik. Şehrin oldukça eski bir kesimiydi buralar. İrili ufaklı pek çok eski yapı yer alıyordu.
Şehir merkezindeki Özgürlük Meydanını gezerken geçmişlerde burada nice siyasi gösterilerin olduğunu öğrenmiştik. Eskiden bu alanda büyük bir Lenin Heykeli yer alıyormuş. Civarda pek çok kafe ve bar yer almakla birlikte Parlamento Binası, Kashveti Kilisesi, birkaç farklı müze binaları, Opera ve Bale Binası, Tiyatro Binası gibi görkemli binalar yer alıyordu.
Gürcistan, şarapları ile de ünlüdür. Bu işten pek anlamam ama beğendiğimi söylemeliyim. Yemekleri hakkında fikir edindiğimi de pek söyleyemem. Çoğunlukla bir nevi peynirli pide sayılan haçapuriyi tercih ediyorduk. Ayrıca garsonlarla anlaşma sorunun yaşadığımız için bazen mutfaklarına dalıp yemekleri görerek seçiyor, bazen de masaya konan menü kartlarındaki resimlerden yararlanıyorduk. Tercihimiz daha çok Türk yemeklerini andıran lezzetlerden yana oluyordu. Dikkatimi çeken bir konu da porsiyonların çok büyük olduğuydu. Bazen bir porsiyonla iki kişi rahatlıkla doyabiliyordu.
Bir öğle yemeği için bir binanın ikinci katında yer alan ve geniş bir balkonu olan mütevazı bir restoranı seçmiştik. Restoranımızın karşısındaki geniş bir kaldırımda bulunan bir bankta yaşayan yaşlı sayılabilecek bir kadın dikkatimizi çekti. Perişan ve yorgun bir görüntü çizen kadının bir elinde ayna diğer elinde ruj bulunuyordu. Ha bire süsleniyordu. Kızlarıma çok ilginç gelmişti. Yanına yaklaşıverdiler, ama anlaşabilmek ne mümkün!
Yemek siparişleri verilmiş, ortanca kızım fırında tavuk istemişti. Fırında tavuk dışındaki diğer yemekler hemen gelmiş, bol olan porsiyonlarla aile boyu doymuştuk. Tam kalkmaktayken üzerinde buhar tüten hindi büyüklüğünde bir tavuk güveç tepsi üzerinde gelmez mi? Bu da dışarıdaki süslü püslü evsiz kadının kısmeti deyip güzelce paketlemiş ve ona ikram etmiştik.
Tiflis’teki iki günlük geziyi tamamlamış ve dönüşe geçiyorduk artık. Yolumuz üzerinde Gori Şehri vardı. Stalin’in doğduğu yerdi orası. Şu ünlü diktatör ve insan cellâdı herifin memleketi. Stalin Müzesi ve nefret ettiğim bu şahsiyetin doğduğu evi de merak etmiyorum desem yalan olur. Gürcüler oldukça milliyetçi bir anlayışa sahipler. Bütün Sovyet yetkililerin sorgulandığı, heykellerinin yerle bir edildiği bir dönemde bile onlar, Stalin’e söz ettirmemiş, gözü gibi bakmışlardı emanetlerine. Bunların başında da onun adıyla anılan bir müze ve doğduğu ev geliyordu. Kişi başı on Lari ödeyerek müzeye giriş yapmıştık. Tabi ki bir de rehber ücreti.
Binanın giriş kısmında idari birimler ağırlıktaydı. Ama esas gezilmesi gereken yer üst kattı. Ortadan sağa ve sola dönerli olan geniş ve görkemli bir merdivenle çıkılıyordu üst kata. Merdivenlerin her iki tarafına büyük boy tablolar asılmıştı. Merdivenin ortasında ayrılma sahanlığında üç ya da dört metre civarında büyük boy bir Stalin Heykeli konmuştu. Merdivenin bitiş yerinde yine bir büst konmuş, bu yetmiyormuş gibi bir de devasa büyükte bir tablosu yer alıyordu. Anlayacağınız, adım başı Stalin görüyorduk. Ne tarafa bakarsanız bakın sizi onlarca resim tablo ve heykel selamlıyordu.
Üst katta bulunan birbirine bağlantılı salonlarda, Josef Stalin’in yaşamı ile ilgili fotoğraflar ve gazete kupürleri, bildiri, afiş gibi belgelerle yapılmış sunumları görmek mümkün. Ayrıca burada Stalin’in bilinen en genç resmi konmuş, solunda annesi, sağında babasının resimleri yer alıyordu. Genç yaşta atıldığı siyasi mücadelesinde, zamanın siyasi önderlerinin ve dava arkadaşlarının resimleri, Leninle tanışmasına ilişkin resimlere de yer verilmişti.
Müzeyi gezenler üzerinde olumlu bir izlenim bırakmak için Stalin’in siyasi çalışmaları sonucu defalarca aldığı cezaları ve bu cezaların infaz edildiği hapishanelerle ilgili bilgilere abartılı şekilde yer verilmişti. Ayrıca bu müzede Stalin’e ait eşyalar, hayatını belgeleyen malzemeler ve kendisine sunulan hediyeler çoğunluktaydı.
Çok üzülmüş ve sinirlenmiştim. Yüz binlerce Ahıska’lı Türkü hayvan vagonlarına doldurarak Sibirya’ya ölsünler, yolda telef olsunlar diye gönderen o cellattan hiç söz edilmiyordu. Haksızlıklara uğrayan, suçsuz yere hapse atılan genç, idealist bir devrimciden söz ediliyordu sürekli. Hıncımı genç bayan rehberden almış ve ağzıma geleni söylemiştim orada. Gürcistan’da da benim gibi düşünenlerin bulunduğunu, önümüzdeki dönemde bu yönde bilgilere de bu Müzede yer verileceğini söylüyordu genç rehber, ama beni inandıramamıştı.
Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşında Stalin denen cani, Ahıska’da eli silah tutan gençlerin tamamını Almanlara karşı savaşa sürerken geride kalan analarını babalarını, eşlerini ve çocuklarını 1944 yılında, bir gece yarısı hayvan taşınan yük vagonlarına doldurarak kanlı bir yolculuğa çıkardı. "Kısa sürede geri döneceksiniz, yanınıza hiçbir şey almayın" denilen 70-80 bin civarındaki Ahıskalı, kara kışta ölüm trenine dönen bir yolculuğa çıkarıldılar. Hastalıktan, açlıktan, havasızlıktan çoğu çocuk ve yaşlı olmak üzere 14 bin ile 20 bin arasında Ahıskalı vagonlarda can verdi. Ölüler Sovyet askerleri tarafından karlı arazilere, boş çukurlara atılarak kurda kuşa yem edildi. Ruslar, "Sovyet Hükümeti’nin Türkiye ile savaşma ihtimali var. Siz bu savaşta Türkiye’den yana olursunuz. Bu nedenle sizi geçici olarak sürgün ediyoruz" şeklinde bir gerekçe öne sürdüler. Ahıskalılar Kazakistan, Kırgızıstan, Özbekistan’a dağıtıldılar. Stalin’in savaşa gönderdiği 40 bine yakın Ahıskalı’dan geride kalan 15 bin kadarı yurtlarına kahramanlık madalyalarıyla döndüklerinde boş ve harap olmuş evlerle karşılaştılar. Sosyalist Sovyet lideri Stalin’in vefasızlığı karşısında şaşkına dönen Ahıskalılar madalyalarını parçalayarak, ailelerini bulabilmek için aylarca, yıllarca oradan oraya koşturdular.
Nihayet Stalin’in doğduğu evi de gezmiştik. Evin korunma biçimi çok ilginç gelmişti bana. Eski ve üstü toprak olan o küçük ev, üzerine yapılan sütunlar üzerindeki büyük bir prefabrike yapı ile korunuyordu. Stalin’in, bu evin tek göz odasında kiracı olan, devamlı içip eşini ve çocuğunu döven bir babanın oğlu olarak dünyaya geldiği söylendi. Annesi onu papaz okuluna yollamıştı. Ama Stalin, okulu bırakarak demiryolu işçisi olmuştu. Devrimci örgütlenme için bu evin bodrum katında arkadaşlarıyla birlikte dergi çıkarmışlardı.
Stalin’in yolculukları için kullanılmış özel trenini de görmek istediğimizde 5 Lari daha ödememiz istenmişti. Gezdiğimizde bana enteresan gelen bir şey yoktu o eski buharlı trende.
Sonra Gori’yi şöyle bir dolaşmayı düşünmüştük ama mümkün olmamıştı, çünkü yerleşim çok dağınıktı. Orta yerde bir çarşı-pazardan söz edilemiyordu. Binaların hepsi aralıklı ve çoğu bahçeli. Ama bu küçücük şehirde pek çok görkemli saray vardı. Çoğu boş ve bakımsız. Taş kaplamaların bir kısmı dökülmüş ama ilgilenip onaran yok. Orada küçük bir lokanta bulmuştuk öğlen yemeği için. Çalışanların hepsi kadındı. Yine haçapuri yemiştik.
Artık memlekete dönüş yolunda başka bir yerde beklemeksizin harekete geçmiştik. Uzun ve bitmez bu dönüş yolunun sonunda sınırımıza yakın olan Batum’un girişinde önümüze bir inek çıkıvermişti ona çarpmamak için yavaşlarken arkadan bir başka araba bindiriverdi bize. Önemli bir durum yoktu çok şükür, tamponda az hasar oluşmuştu. Bize çarpan genç biri kendi dilinde bir şeyler söylüyordu. Süratli olduğunu ve hatalı olduğunu kabullenmiş olmasından dolayı yarı işaretlerle araba tamircisini olduğunu anlamıştık. Onu takip etmek suretiyle arkadaşının tamir atölyesine gitmiştik. Tamirci, birkaç saat süreceğini söylüyordu onarımın. Yapacağı şey ise sadece zedelenen yere macun çekip boyamaktı. Hakkımızı helal edip onarım istemeden oradan ayrılmıştık. Çoluk çocukla birkaç saat orada bekleyemezdik. Buna da şükür “cana geleceğine mala gelsin” deyip Türkiye’mizin yolunu tutmuştuk.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.