BİR ÜSTADIN HİKAYESİ
Dün ile bu gün kolkola girmişler, kâh neş’e için de şarkı söylüyorlar, kâh birbirlerinin için de erimişlerdi. Ufukta, dağların ardın da, güneşin ilk ışıkları dağları, bayırları ve yeşillikleri kucaklamaya başlamıştı. Gece boyunca zikr’ederek çiğ düşmüş filizler, fidanlar, ağaçlar, yapraklar, artık eğik başlarını güneşe doğru kaldırarak zikrullah’a devam ederlerken. Börtü böcekler, yuvalarından çıkarak hem doğaya eşlik ediyor, hem de yavrularının doyurmak için, rızklarını aramaya başlamışlardı.
Sanki dün, bu günün önüne geçmişti. Her bir şey, mucizevi ve ilâhi biçim de, aklı şuur’un acizce seyreylediği, güzellikler ve hayat ortaya çıkmaya devam ediyordu.
Âşık gönüllerin çılgın akışına teslim olan üstat, Anadolu yaylarında ki Yörük yuvalarını, şöyle bir dolaşmak istemişti. Bir yandan düşünüyordu; ’neden halâ bu kadar, acıtıyor içimi isteyip de yapamadıklarım’, yaşadıklarımın menşeyi, geçmişte aldığım İlâhi eğitimdir. O menşei ki, körpecik bahar tomurcukları ekti yüreğime, neden belki’yi aklıma getiremedim, oysa ’belki’ daha sonra ki, ’keşke’lerin önüne geçe bilirdi, belki’ler. diyordu, kendi kendine, Yörük dağı’nın yokuşunu çıkarken...
Devam etti sesli düşünmeye; ’Hayır, hayır, bu kadar basit değil, dile getiremediğim, söyleyemediğim , o kadar çok şey var ki. İtiraf edilmeyen, edilemeyen, sadece gönüllere yansıyan sevdalar, bir gün gelir buluşurlar, asıl olan ’Tek’liktir, ’Bir’liktir, ’hep Birlik’teliktir, ’Hiç’lik değil...
Ey gafil nefis, senden hesap sorabilecek güçte ki içimde ki âşk’ı, öldürdüğünü sandın ama bakasın, tüm diriliğimle karşındayım. Evet’le hayır arasın da, ılımlı bir yol yok mu? Oysa gerçek âşk, yürek işiydi ve gönlün aktığı yerde, yüreğin gücü biter, ’Hiç’ olurdu, yürek gönülden gelen emirle, âşk kapısını açarmış, içine düşen yangınla beraber...
Sevgili dinleyiciler üstadımız, dünya gailesinden biraz olsun sıyrılabilmek, saflığa, birliğe ve tekliğe ulaşabilmek için çıkmaya devam ediyordu, Ağı dağının yokuşunu...
Derken yolu, Anadolu’nun bir köyüne düşer. Köyün insanları yoksul ama mutlu, gönüllleri zengin ve neşeli halleri, Anadolu Kültürü’nün verdiği rahatlıkla, tüm insani değerleri içlerin de saklayan, koruyan ve uygulayan kişilerdi. Köylü sanatçıyı en güzel ve hoş şekilde ağırlamak için, ellerinden gelen her şeyi gerektiği gibi yapabilmenin telaşına düşmüştü.
Köyün kahvesin de çaylar geldi, taş fırından pideler, köyün büyüklerinden Neziha bacının yaptığı börekler de, kahveye gelmiş ve sıcak bir sohbet başlamıştı. Köyün yaşlıları sanatçının hemen yanın da yerlerini alırken, köyün gençleri daha geride, bu sohbetten bir şeyler öğrenip, kapabilmek için, merakla bekliyorlardı.
Yörük köyünün yaşlılarından Gazi Deli Hüseyin emmi, sanatçıya sordu; ’beyim, biz buralar da buğday, mercimek, nohut ve sebze eker biçeriz, ya siz ne işler yaparsınız, ne eker, ne biçersiniz?’ diye sordu. Üstat cevap verdi; ’Dede biz, duygu eker, nağme biçeriz’, Hüseyin emmi şaşırır ve sorar; ’şey beyim, bu duygu yenir mi, içilir mi, nasıl bir tohumdur bu?’ diye?
Üstat cevap verir; ’Hüseyin emmi, bu duygu tohumu, elle tutulmaz ama hem yenir, hemi de içilir’ der.
Hüseyin emmi; Allah Allah, hem elle tutulmaz dersin, hemi de yenir, içilir dersin bey, hele de bana, ne menem şeydir bu tohum?’ diye sorar.
Üstat; ’Dede bu tohum aha iler de şu koyunları otlatan, şu çobanın kavalından başlar, kavalın sesi, koyunların daha rahat, daha güvenli otlamalarını sağlar. Sonra bu duygu tohumunun, nene’nin yaktığı mayası, ağıtı, anne’nin söylediği ninnisi, âşıkların çığırdığı türküsü, askerlerin marşı, destanların sesi gibi, bin bir çeşidi vardır. hepisi de yaratandan ötürü, yaratılanlar içindir’ diye cevap verir.
Hüseyin emmi; ’bak hele bak, bunun neyi içilir, neresi yenir? Hele bir de bana, nasıl bir sihirdir bu duygu tohumu, nedir, nasıl yenir, nasıl içilir?’ derken, üstat bu görmüş geçirmiş yörük Anadolu köylüsünün, maksadını anlar ve hafifçe gülümser, belli ki, yaşlı kurt Hüseyin emmi bu tohumu çoktan biliyor, tanıyordur, maksadı hafifçe, ağır ağır muhabbet etmek ve Allah CC ve bütün âlemlerin şefaatçısı, Resulu Efendimiz hakkın da, daha çok söz etmek ve bu güzel sünnet’in tadına varmaktır . Bu Anadolu köylüsünün mayasında vardır, zira...
Üstat anlamamış gibi görünür ve devam eder; ’ Emmi ’Duygu’ Kur’anla başlar ve Kur’anla biter, Duygu, ezan ile başlar ve yine ezan ile biter, Duygu, Sela’dır, İlâhi’dir, Nefes’tir, topraktır, sudur, yer yüzüdür, gök yüzüdür, sevmektir, sevilmektir, yaradanı bilmektir, bir araya gelmektir, Emine bacının okuduğu mevlüt ve İlâhidir, nefes almaktır, güzelliktir, müzik ruhun gıdası, aynası, şifasıdur. Gönül gönüle konuşmaktır, gönülleri fethetmektir, bazen öyle bir sihirli olur ki, dinleyen hasta ruhlu insanların ruh sağlığına kavuşmasıdır, insanca yaşamaktır, nefsi yenmek, hakikati öğrenmektir, hoşluktur, âşk sarhoşluğudur, her tohumu ektiğin de, yeni bir tohumu dikmektir. Efendimiz, Hazret-i Muhammed’in S. A. V. sünnetidir, haydi de bana Hüseyin emmi, efendimiz; ’ ezanı güzel sesi ve makâmı olan, kişiler okusun ki, müminler huşu içerisin de dinleyip, namazlarına koşarcasına gitsinler’, dememişmiy di?
Duygu tohumunu biz, tarlaya değil, gönüllere ekeriz, gönüller de var olanın yanın da, gıdasını alır ve büyür duygu tohumu, büyür, genişler ve tüm kainatı sarar ama o tohum, o kadar temiz ve berrak olmalıdır ki, bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah CC, gönüllerimize gıdasını versin ve Rabbimizin biz kullarına, karşılıksız sunduğu, gökyüzünü ve yeryüzünü var eden, yaradılışımıza sebep olan, âşk tohumudur duygu tohumu. O’nun serpildiği yer temiz ve saf gönüllerdir. Dünya âleminde ki tüm güzel şeyler, bütün şiirler, melodiler, nizam, intizam ve insicam içerisin de, bu tohumları yeşeren, ’nağme’ denilen, şarkıyı mırıldanırlar’ der, demesine der de, arkasında da, ’aman Allah’ım keşke demeseydim’ der, zira Mustafa emmi, iyice
coşmuş ve gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı...
Evet sevgili dinleyiciler, hikayesini kaleme aldığımız, değerli ve tam bir gönül ehli, ülkemiz de, ve tüm dünya da, tanınan, sevilen ve bilinen bir ut virtüözü, bestekâr, güftekâr, gazelhan, yapımcı, şef ve gerek aldığı Hak İlmin den, gerekse Hak âşıklarından öğrenip uyguladığı, Hak dilinden anlayan, Hak fakiri idi, üstadımızın ismi, sevgili Hüseyin İpek dostumuzdur. Güftesini naçizhane, ben Hüseyin A. Tuna’nın yazdığı, "Çengelköy de Bahar" isimli şarkının bestesini de yapan, Tokat’ın, Pazar ilçesi’nin, Erkinet köyün de (şimdi kaza oldu), doğup büyüyen üstad, Erenler mahallesinde ki Anadolu Erenleri’nin türberleri, Şeyh Muhammed, Şeyh osman ve Şeyh Ömer efendilerinin kabr-i şeriflerinin bulunduğu, yeşillikler , Ballıca mağrası, Değirmendere’nin değirmenleri arasın da büyüyen bu büyük usta, bu köyde Anadolu kültürü’nün mayasını ve bu mayanın getirdiği, örf, adet, edep,erkân gibi, ritüelleri gerek dillerden, gerekse gönüllerden, fazlasıyla almış ve tabiri caizse, su gibi içmişti. Üstadımız, bu büyük ve ûlvi meziyetlerin, ileri yaş ve sanat hayatın da ki, yapacağı işlerin, eserlerinin oluşmasın da ki, temel taşlar olacağını nereden bilecekti? Değil mi, sevgili okurlar...
Çok küçük yaşlar da babası Cemal efendinin bir gün bindiği, minibüs şoförü Şükrü dayının, oğlu Abdullah’ın çalması için aldığı bağlamayı, Abdullah çalamayınca, Şükrü dayı; ’Cemal emmi, ha bu bağlamayı al ve şu oğluna götür, bizim oğlan beceremedi, senin oğlan bunu becerir’ demişti. Cemal efendi buna çok keyiflenmiş, bağlamayı alarak, koşarcasına, geleceğin üstadı olacak oğluna teslim etmişti.Hüseyin İpek’in dedesi nam-ı değer, Deli Hüseyin efendi, bir gaziydi ve komutanı olan binbaşı’sını eşi ve çocukları ile birlikte, Sarıkamış Allahuekber dağları’ın da, 22 Aralık 1914 yılın da, 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında Sarıkamış’ta gerçekleşen kara çatışmaları devam ederken, İstanbul’a çok zorluklarla kaçırıp, saraya teslim etmiş, hatta orada kalıp bahçıvanlık yapabileceğini söyleseler de, Gazi Deli Hüseyin bu teklifi nazikçe reddederek; ’sağolun benim Tokat’da bakmak zorun da olduğum, garip anam, babam, eşim ve çocuklarım var’ demişti.
Babannesi Zekiye bacı, anneannesi Mine hanım ve annesi şaire Neziha hanımın, söyledikleri ninniler ve manilerele büyüyen üstat, Tokat ’ın Pazar ilçesi’nin Erkilet köyün de, ilk kez eline bağlamayı almış ve Allah vergisi sihirli elleri ve parmakları, dedesi Deli Hüseyin, babası Cemal efendi, babaannesi Zekiye hanım, anneannesi Mine hanım ve annesi şaire Neziha hanım ve emmilerinden öğrendiği Anadolu’nun geleneksel kültürü’nün her nağmesine dokunur olmuş. Daha sonra bu parmaklar, divan sazı, cümbüş, tambur’un her teline dokunduktan sonra, ud ilmin de karar kılmıştı, sanatçımız.
Çok küçük yaşlar da ehil eller de aldığı, Kur’an ve Kur’anı nağmeyle okuma eğitimi, onun zaten özel olan yeteneğin de, çok büyük fayda sağlamıştı. Nağme-i Kur’an, Nağme-i Ayin, Nağme-i Hadis ve Nağme-i Gazel derslerinin yanı sıra, bu ilimlerin nağmelerine, gönlündekileri de katarak, mızrabı, ağzı ve diliyle de tasdik edip, onaylayarak seslendirmeye başlamıştı.
Sevgili dinleyiciler, bu ara da dün, bu gün ve yarın da boş durmuyorlardı. Dün, bu güne; ’yarına, güzel şeyler olacak’ mesajını vermeye devam ediyordu. Dün doğru söylüyordu, Hüseyin İpek, ilk önce Erzurum, Ankara ve İstanbul radyoların da, şef, yapımcı, gazelhân, bestekâr ve yönetmen olarak yer aldı, kariyerini TRT’nin çeşitli TV kanalların da ve dünya televizyonların da devam ettirirken, TRT bünyesinde ki, Türk Tasavvuf Müziği korosunun şefliğini de yapıyordu.
Efendim, sanatçımız pozitif ilimlerden Tıp Eğitimi, İlâhi İlimlerde de, en az üstat kadar eğitim alan, otoriter, isabetli ve doğru kararları hızlıca, doğru, korkusuzca alabilen, yine bir Anadolu kızı olan, Yasemin hanım ile evlenen üstadımız, tohumları ana ve babaları gibi sağlam, basiretli ve ayakları yere basan, birisi Furkan Enes, diğeri Muhammed İsmet isimli, iki erkek ve annesi gibi hızlı ve doğru düşünebilme ve karar verme, babası gibi de ilim sevme ve araştırma yeteneği olan, melekler kadar güzel Şulenur ismin de, bir kızları olmuştu.
Sevgili okur sanatçımız, Türk Anadolu kültürünün, örnek birer üyeleri olan, dedesi, anacığı ve babacığı, kardeşlerine ve bu aileye eşdeğer de eşi Yasemin hanımın ailesine, kısacası hem kendi, hem de hanımefendi’nin ailesine de çok düşkündür. Bu aile, diğer bütün Anadolu ailesi gibi onlar için, kutsal ve sağlam, sarsılmaz bir yuva olmuştur. Allah CC, mutlulukların daim kılsın, İnşallah...
Efendim, gelelim köy kahvesine, Belli ki sanatçımız, bu kısa ama kısa olduğu gibi, anlayana çok uzun ve anlamlı mesajlar vermişti. Gönül gönüle konuşarak, gözgöze bakışarak anlaşmanın verdiği ’Cezbe’, Hüseyin Emmi’ye ağır gelmiş, yaşlı bedeni bu heybetli sohbete dayanamamış ve bayılmıştı, ancak yüzün de ki gülümseme onun, bir başka büyük Hak âşığı Yunus Emre’nin, " Haktan İnen Şerbeti İçtik Elhamdülillah, Şol Kudret Denizini Geçtik Elhamdülillah", deyişini hatırlatıyordu...
Dün, bu günün önüne geçmişti sanki. Her bir şey, mucizevi ve ilâhi biçim de, aklı şuur’un acizce seyreylediği, güzellikler ve hayat ortaya çıkmaya devam ediyordu..!
Sevgili okurlar, sağlıkla kalınız efendim....
T u n a c a n
Hüseyin A. Tuna
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.