- 1122 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ON
Elimde kurdeleli bir diplomayla okulun kapısında buldum kendimi. Kırmızı kurdeleli bir diploma… Rulo yapılmış ve rulo açılmasın diye de kırmızı kurdeleyle bağlamış, güzel bir de fiyonk yapmışlar. Bizim okulun bu janjanlı işleri de pek hoş oluyor doğrusu... Hemen askerlik şubesine gittim, yatırdım bedelliyi, aldım teskereyi! Sonra koşa koşa gittim ÖSYM’ye, KPSS’ye girdim. İdare eder bir puan alıp, atanacağım günü beklemeye başladım. MEB kadro açtı. Hemen başvurdum, atanayım diye… Atamaların belli olacağı gün MEB Şûra Salonuna da gittim. Kendimden eminim ya!… Atamam hemen yapılacak, kesin, eminim, yüzde yüz sınıf öğretmeni olarak atanacağım işte!.. Milli Eğitim Bakanı butona basar basmaz ilk atanan öğretmen ben oldum yav! İnanamıyorum! Kendime, ne hızlı adamım, diyorum… Atandığım yer Kars… Hemen gidip sonuç belgemi aldım. Kars ilinin Kağızman ilçesinin Onuncu Köy isimli köyü. Ama haritada yeri yok ki!..
İşte bu hızlı Celal’in hayatı da buradan sonra yavaşlamaya başladı.
Su yudum yudum yutuldu; yol adım adım atıldı. Hayatım ağırlaşmaya başladı sanki.
Kars ilinin Kağızman ilçesinin Onuncu Köy isimli köyüne doğru yol almak üzere Ankara Otogar’ına gidip biletimi aldım. Yeşil Kağızman isimli firmaya ait otobüsün 10 numaralı koltuğu, hem de 10 lira… Saat 10 sıralarında arkamda el sallayanım olmadan, bindim otobüsüme. Otobüs gitmek bilmiyor, yol bitmek bilmiyor, on il saydım Kars’a kadar, Kağızman’a kadar da on ilçe. Öğlen saatlerinde indim Kağızman’a... İndiğim yer Kağızman mıydı? Onu da bilmiyorum. Şoför ile koltuk arkadaşım, öyle dedi. Tabela bile görmedim.
Günlerden Pazardı… Taş Kahve isimli meşhur dükkana gidip, Onuncu Köyü sordum. Bilen yok! Yaşlılara sormam gerektiğini düşündüm. On yaşlı amcaya sordum, onuncusu bildi, Onuncu Köyü. İsminin Mehmet olduğunu öğrendiğim, iri yarı ve aynı zamanda da ressam olan bu amca da o köyde öğretmenlik yapmış, o köyün son öğretmeni de oymuş. Ama köyün okulu yokmuş. İnanmıyorum, bu milenyum çağında, köyün okulu mu yok?.. Maalesef yok, dedi Mehmet Amca.
Neyse ki on sokak sonra Kağızman İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binasının önündeydim. Kendimi güvende hissettim birden… Okul yoksa, eğitim de olmaz, belki de beni ilçede bir okula verirler, diye düşündüm. Pazartesiyi iple çekiyordum. Kendime bir otel bulayım dedim. Kağızman Otelinin 10 numaralı odasını verdiler bana. Hem de 10 liraya. Kendimce hayaller kuruyordum.
Sabah saat 10’a kadar uyumuşum. Kalktım, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün kapısına vardım… Tayin belgelerimi gösterdim. Hemen beni İlçe Milli Eğitim Müdürünün odasına yönlendirdiler. Kapının en üst çerçevesinde 10 yazıyordu. İçeride kim var, kimle görüşeceğim, diye bile düşünemeden içeri girdim ki, Fikret isimli Kağızman İlçe Milli Eğitim Müdürüyle gözgöze geldim. Müdür Bey hemen “Hoşgeldiniz öğretmenim!” diyerek buyur etti ve bana bir Kağızman çayı ısmarladı. Kır saçlı olup, öğretmen profiline çok uygun bu beyefendiyle uzunca bir sohbet yaptıktan sonra geldik sadede. Sayın müdürüm, Onuncu Köyde okul var mı? dedim. Müdür Bey, “Elbet ki var öğretmenim, okulsuz köye öğretmen mi atanırmış” derdemez, ben birden rahatladım. Kağızman İlçe Milli Eğitim Müdürü tarafından belgelerim alındıktan sonra, Onuncu Köye gitmek için oradan ayrıldım. Taş Kahvedeki Mehmet Amcanın dediği dolmuşa bindim ve onuncu sıradaki köyde indim. Orda bir köy vardı uzakta, varlığı fark edildikçe yaklaşılan bir köy. Sanki zamanın durduğu, suyun ağır ağır aktığı, havanın ağır ağır ciğerlere sindiği, taş üstüne tesadüfen konan taşların dahi binlerce yıl önce konulduğu hissini uyandırdığı bir köy... Sanki binlerce yıldır orda duruyormuşçasına kükreyen köprünün üzerinden geçtim. Köprünün altından sıcacık havada donmuş gibi akan derenin minik çığıltıları içimi rahatlatıyordu.
Köy muhtarını sordum, köyün muhtarı köyde yaşamıyordu. İmamı sordum, imamı yoktu. Sağlık ocağı var mı dedim, sağlık ocağı da yok, dediler. Kahve var mı, dedim. Hah o var, dediler. Kahveye girdiğimde, sanki dilimi yutacaktım. Burası bir kahveydi evet, ama insanlar, kıyafetler, çay bardakları, tabakları, şekerlik ve masalar ile kahvecinin bıyıkları haricinde; kahvenin ışıkları ve duvarları bana şaşkınlıktan başka bir şey vermiyordu. Çünkü kahvenin duvarları kitap raflarından yapılmıştı, raflarda da bir sürü kitap vardı ve masalarda oturanlar tüttürdükleri dumanın yaşarttığı gözlerini arada bir silerek kitap okuyor, çaylarını yudumluyorlardı. Bir masaya oturdum. Pos bıyıklı kahveci, kıtlama şekeriyle birlikte çayımı koydu masaya, kaşıksız çay bardağıyla. İçerde benimle birlikte on kişi vardı.
Bu sırada elindeki kırbacı deri körüklü çizmelerine vurarak yürüyen bir şahıs belirdi kapıda… Herkes birden ayağa kalktı. Ben de bu kişinin kim olduğunu bilmeden birden ayağa kalkmış bulundum. Gelen kişi köyün muhtarıymış, Musa Paşa derlermiş kendisine. Her gün öğle saatleri köye şöyle bi uğrarmış. Muhtar beni yabancı görünce, yanıma geldi, hoşgeldin etti. Ben de hoşbulduk, dedim. Tanışma faslı, daha doğrusu; neciyim, nereden geldim, niye geldim şeklinde kafasında oluşan soru işaretlerinin cevaplarını vermeye çabaladım. En nihayetinde en önemli soruyu sordum: Köyde okul var mı?... Muhtar bir var, dedi; bir yok... O anda ne olduğumu şaşırdım. Okulsuz köye öğretmen gitmiştim. Hızlı hayatımdaki yavaş dönülen ikinci virajdaydım işte. Nerde? dedim. Kahvedeki herkes ve muhtar birden ayağa kalktı ve okula gitmek üzere yola çıktık. Muhtar ve ben önde; kahvedekiler arkada, köyün yukarılarına doğru çıkmaya başladık. Köyü ve Kağızman çevresine kadar olan mesafeyi rahatça gören, kartal yuvası denilen türde bir tepe üzerinde, sırtını hafif bir tepeye vermiş bir yapıya geldik. Kapısı pencereleri olmayan, içerisi köhnemiş bir yapıydı bu. Tabelası bile yoktu derken; muhtar kapının üzerindeki tabelayı elleriyle ovalamaya başladı. Tabelada “Bu okul Cılavuz Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından yapılmıştır” deniyordu. İçerisinin hali içler acısıydı. Gözlerim yaşardı. Ankara’da saatlerce oturduğum kafe geldi aklıma. O an çıkıp gitmek istedim Ankara’ya… Köylüler halimi anlayınca “Hoca sen şimdi git, yarın gel he mi?” dediler. Muhtar, atını bana vermek istedi, ben binmeyi bilmediğimi söyledim. Yine de beni ata bindirip, ana yola kadar yürüyerek bana eşlik ettiler. Gelen bir dolmuşa bindirdiler, emanetimizi Kağızman’a ulaştır şoför, dediler.
Şoför beni kaldığım otelin önünde bıraktı. Ben de oteldeki 10 numaralı odamın kapısının önüne geldim. Hay ben bu 10’un!... İçeri girdim ve yatağa uzanmamla uyumam bir olmuş. Sabaha doğru açlıktan uyanmıştım, sabah ezanı da okununca uyuyamadım bir türlü. Hep kahır, hep kahır, hep kahır, bıktım be!.. Yatakta dönüp dururken, gidip Ankara bileti alarak, bir an evvel buradan gitmeyi aklıma koymuştum. O hızla Kağızman Otogarına gittim, Yeşil Kağızman otobüs firmasının yazıhanesine girdim. Ankara’ya bir kişilik bilet rica ediyorum, dedim. Yazıhanedeki görevli Ankara otobüsünün 10 numaralı koltuğu dolu, dedi. Söylediklerinden bir şey anlamadım, 20 ver o zaman yav, dedim. Hocam, size sadece 10 numaralı koltuğu verebilirim, o da dolu, dedi. Ne demek istiyorsun sen, günlerdir 10, 10, 10… Usandım bu 10’dan, tartışacak mıyız burada senle? dedim. Görevli, “Otobüste yer yok arkadaş, aklın dolanmış senin, anlamıyor musun?” dedi. Tek yazıhane, tek otobüs, tek görevli!.. Ağzımın payını almıştım, dışarı çıktım, azarlanmış bir çocuk gibiydim… Köye dönüp, Ankara’ya döneceğimi söyleyecektim. Sabah, otelden çıkarken hala bu sayrılıklar içinde, hiçbir şeyin farkında olmadan, Onuncu Köyden geçen dolmuşa binmişim, dolmuş köye yakın yere yaklaşınca, dün köylülerin beni emanet ettiği kişi olduğunu hatırladığım şoför, “Hoca, seni köyüne götürüyorum ha” dedi. “Yolunuzdan ayrı kalmasaydınız keşke” dedim. Dolmuştakiler hep bir ağızdan “Olur mu hiç öyle şey Hoca!” diyerek benim içimi rahatlattılar. Dolmuş köye girdi, derenin üzerinde kükrercesine duran köprüden geçtik, köyün içine girdik, yukarı doğru çıkmaya başladık, kelledeki okul denilen o yapının önüne kadar gittik. Şoför beni tam okulun önünde indirdi. Neden orada indirdiğini de anlamadım, ama yazıhanedeki görevlinin beni azarlamasının baskınlığı hala üzerimdeydi, bu nedenle de hiç sesimi çıkartamadım.
Okulun kapısının monte edildiğini gördüm. Kapıyı açtım, içeri girdiğimde, içeride bir sınıf olduğunu, etrafın temizlenip düzenlendiğini gördüm. Doğrusu köylülerin bu süprizi, benim içimi içime sığdırmadı. Tahtaya doğru ilerledim. Öğretmen masasını ve sandalyesini gördüm. Sandalyeye istemsizce oturdum. İlk kez bir öğretmen masasına oturuyordum. Sınıfa baktım, boş sıralara baktım. Bir şeyler eksikti. Arkamı dönüp baktım, Atatürk resmi yoktu, dışarıda bayrak gönderi de boştu. Köylülerin bu süprizi, beni de heyecanlandırmıştı. Okul daha açılmamıştı, ama okulun bir çok şeye daha ihtiyacı vardı. Tam bu sırada uzun boylu beyaz takım elbiseli, kar beyazı saçlı bir amca geldi, elinde çerçevelenmiş bir Atatürk resmi vardı. Sayın öğretmenim hoş geldiniz, dedi. Hoşbulduk amca, dedim. Nur beyazı adam Atatürk çerçevesini tahtanın üzerindeki yerine astı. Bana dönerek “Sizin yapacak çok şeyiniz var, ben sizi meşgul etmeyeyim” dedi ve gitti. Ben bu adamın arkasından sadece bakakaldım…
Biraz sonra muhtar geldi. Ona Atatürk resmini getiren kişiden bahsettim. “Ağabeyimdir” dedi, muhtar. “Musti Baba” deriz ona, dedi. Muhtar, Hoca eskigimiz var, ama uşakların eğitimini kesecek bir eskigimiz yok, dedi. İşte bina, işte sıra, an da Atatürk resmi, arka tarafta da senin ev var, dedi. Ben, muhtarla göz göze geldim. Onun ve köylülerin heyecanlı ve istekli hallerini görünce; vazgeçtiğimi, dönmek istediğimi söyleyemedim. Sadece, tamam, diyebildim. Muhtar benim karmaşık düşünceler içinde olduğumu anladı sanırım ve “Kötek kazasındaki okula gitmek için kilometrelerce yol yürüyen uşaklar çok mutlular biliyor musun? Hele şu sıralarda o uşakların oturduğunu fikir et!” dedi ve gitti.
Ben de öyle yaptım, saatlerce sıralarda; çocukların o kocaman gözleriyle oturduklarını hayal ettim. Neler yapabileceğimi, onlara nasıl eğitim verebileceğimi planladım…
Lojmana geçtim, dinlenirken, gece yarısı kapı çaldı, hayırdır, diye düşünürken, bir köylünün sesini duydum: “Hoca hoca kapıyı aç”. Ne oldu dedim. “İnegim doğuramir, hele bir yardım et” dedi, adam. Ben bu işten anlamadığımı söyledim. Adam, “E sen örgetmen değil misin?” dedi. Eveet, dedim öğretmen olduğum için zaten bu işten anlamam, dedim. Köylü, koca köyde sanki bir ben varmışım gibi kapıma dayanmıştı; aldığı cevabın umutsuzluğuyla köye doğru koşmaya başladı.
Sabah uyandığımda kapım yine çalmaya başladı. Kendi kendime burası köyün en tepesi, yolun uğrağın olmadığı yer, ama yol geçen hanı oldu, diye düşünürken; bir köylü “Hoca hele kapıyı aç” diye seslendi kapının ardından. Kapıyı açtığımda benden 6-7 yaş büyük bir adam “Benim süt makinası bozulmuş hele bir tamir edek.” dedi. Yav ben ne anlarım dedim süt makinasından, sen yanlış kapıya geldin abi, tamirci çağırman lazım, dedim. Abi, üzgün bir şekilde köyün içine doğru inmeye başladı.
Öğle vakti, okul duvarında yaşlı bir amcayı otururken gördüm. Beni yanına çağırdı, gittim. Hoş beş ettikten sonra amca: “Hoca, biliyorsun bizim köyün hocası yok” dedi. ‘Ben varım ya, ben bu okulun öğretmeniyim ya!” dedim. Amca, haa orası öyledir, ama ben namaz kıldıran hocayı diyorum, dedi. Hoca ile öğretmeni ayıran bu amcanın yanında çok utandım doğrusu. Amca, camimiz küçük bir cami ama bize yeter, öğlen namazını bize kıldırır mısın? dedi. Demesiyle başımdan aşağıya kaynar sular boşaldı. Benden beklentiler çok, ama ben bunları yapamam ki… Amca, benim boş bakan gözlerimle temas edince, yavaş yavaş köye doğru inmeye başladı…
Okulların açılmasına 2-3 gün kalmıştı, kayıt dönemi çoktan başlamıştı. Ama daha bir öğrenci bile kayıt olmamıştı. Öğle vakti muhtar gelebilir, diye kahveye indim. Köylüler çay, sigara yaparken, kitap okuyorlardı. Beni görünce ayağa kalktılar. Ben daha söze girmeden, öğrenci kayıt konusu açıldı. Ne zaman kayıt için gelelim hoca? deyince; ben hemen getirin, dedim. Haber kulaktan kulağa yayılmış. Herkes kahveye doluştu. Bu sırada muhtar da geldi. Ben de okuldan kayıt defterini getirdim. Kayıtları hemen orada yaptık.
Aklım iyice karışmıştı, 4 ayrı sınıftan da öğrenciler vardı, ben hem 1.sınıflara, hem 2.sınıflara, hem 3.sınıflara, hem de 4.sınıflara nasıl ders verecektim. Üstelik üç gün sonra okullar açılacaktı ve köylülerin bana biçtikleri ziraatçi, tamirci, imam rollerinin ardı arkası da bir türlü kesilmiyordu.
Bu yılın eğitim öğretim başlangıç günü geldi çattı. Pazartesi sabahı, güzelce traşımı olup, takım elbisemi giyip, kapının önüne çıktığımda dışarıda tüm öğrencilerin sınıf sınıf, kendiliklerinden sıraya girdiklerini gördüm. Onları, o kocaman gözleriyle karşımda görünce bana bir cesaret gelmişti. Ama tüm çocuklar bayrak direğine bakıyorlardı. Ben bu kadar acemilik yapabileceğimi ise hiç tahmin etmemiştim! Evet, okulumuzun bayrağı yoktu! O sırada köyün aşağısından uzun boylu, kavanoz dipli gözlükleri olan bir amca bana seslenerek, daha doğrusu kükreyerek geldi, elinde güzelce ütülenmiş ve katlanmış al bayrağımız vardı. Hatta İstiklal Marşıyla birlikte bayrağı göndere o amca çekti. Ben çocukları içeri alırken, o ortadan kaybolmuştu bile… Çocuklara sordum. Bu amcanın adının Cabir olduğunu öğrendim. Okulun ilk gününü çocuklarla eğlenerek, kendilerini tanıyarak, köyü bana anlatmalarını dinleyerek geçirdik.
Öğleden sonra çocukları dağıttıktan biraz sonra da muhtar geldi. Bayrak töreninde yaşanan olaydan bahsettim. Muhtar, “O da benim kardeşimdir; Deniz Gezmişler asıldığında bayrağı yarıya indirmişti. Sonra bunu sürdüler sağa sola. Birkaç yıl sonra da bu okula öğretmen vermemeye başladılar. İki yıl önce; toplanıp, düzenin partisine oy vermeye karar verdik, 5-6 ay önce de gittik il milli eğitime, bize öğretmen verin dedik, düzenin partisi köyde biraz oy toplayınca bu sene de öğretmeni kaptık. Aramızda haaa!” dedi. Eliyle de beni göstererek, kaptığımız öğretmen de sensin, dedi. Beraberce gülüştük...
Ama köylülerin geldiğimden beri benden beklentileri beni iyice bunaltmıştı. Okulda bir veli toplantısı düzenleyip, hem öğrencilerin eksiklerini hem de benden beklentilerini konuşmak gerekiyordu. Akşam kahveye indiğimde, herkesin orada olduğunu görünce, toplantıyı da burada yapabilirim, diye düşündüm ve bu konuyu açtım. Herkes benden bir şeyler bekliyordu. Karayağız, uzun boylu, pos bıyıklı bir amca elini masaya vurarak, “Biz sana niye Hoca diyoruz, biliyor musun?” dedi. Ben demek istediğini anlamadığımı söyler söylemez, tokat gibi bir cevap geldi: Çünkü sen öğretmen değilsin!..
Ben bir şeyler mırıldandım ama Ahmet Amca devam etti: “Bu köye yıllar önce gelen son Öğretmen; süt makinası tamir ediyordu, dam aktarıyordu, inek doğurtuyordu, çocukların aşılarını yapıyordu, cenaze namazını kıldırıyordu, köylüye rençberlik ediyordu, çünkü biz köylülerin de bu konularda öğretmene ihtiyacı var, bizim alıştığımız öğretmen odur, bildiğimiz öğretmenin özü odur. Sanıyoruz ki her öğretmen de o enstitülü öğretmen gibi olacak. Sen bize kırılma, ama bunları bilmiyorsan bizim bildiğimiz öğretmenliği yapmıyorsun.” dedi.
Bu sözler bana çok ağır gelmişti. Köylülerin benden beklentilerinin ne kadar yukarıda olduğunu, benim verebileceğimin ise ne kadar az kaldığını anlamıştım. Bunu çok belli ettim sanırım; Ahmet Amca iskemlesini yanıma çekti, pos bıyıklarının altından gülümseyen dişlerini gördüm, kocaman elini omzuma koyup, “Ama Hoca, sana çok ihtiyacımız var, bunu da bilesin…” diyordu. Ama ben bu bozgunlukla, geceyi zor geçirdim.
Ertesi sabah, kimseye görünmeden, ana yola kadar yürüyüp; ilçe milli eğitime gidip durumu anlattım. Fikret Bey, ben de o köydenim, seni de hiçbir yere bırakmayız, dedi. Ben ısrar etmeye devam ettim. Fikret Müdür, pencereden dışarı bak, sonra ısrar edersin, deyince; pencereye yöneldim. Tüm köy, ilçe milli eğitimin önüne toplanmıştı. Kocaman gözlü öğrencilerim, Onuncu Köylüler, muhtar, Ahmet Amca, Mehmet Amca, elinde Atatürk çerçevesiyle Musti Baba, omzunda Türk bayrağıyla Cabir Amca… Herkes oradaydı. Yanlarında bir de eğeri boş kınalı at vardı… Aşağıya indim, herkesle kucaklaştım; davul zurna bir taraftan, köylüler bir taraftan bar tutuldu, halay çekildi. Musti Baba; “Öğretmenim, siz artık köye dönün, eğitim boşluk affetmez!” dedi. Ben de kendisine “Tamam öğretmenim, doğrusunu yapmalıyız.” dedim. Yanıma gelen Ahmet Amca bir ıslık çaldı; alnı kınalı beyaz at, tanırcasına yanıma geldi, köylülerin yardımıyla ata bindim, acemi biniciye uyarak tüm köylülerle birlikte Onuncu Köyümüze gittik...
On yıldır bu köydeyim, evlendim, onlarca yıl daha bu köyde kalacağım. Aynen o okulu ayağa diken enstitülüler gibi…
NOT: Bu öykü Dikili Belediyesi tarafından 2016 yılında düzenlenen "Köy Enstitülerinden Yansımalar" isimli öykü yarışmasına katılmıştır. Herhangi bir ödül almamıştır. Ancak Dikili Belediyesi tarafından yayınlanan öykü kitabında yer almıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.