Adını sen koy
Bilin ki bu günah,bilin ki bu cehennem yağan yağmurun suçuydu.
Çocukluğumdan bu güne kadar yağan yağmur benim için mucizeydi.Ne zaman yağmur yağsa ben yurtsuzdum,her yağan yağmurda mülteci olurdu yüreğim.Dar taş döşeli sokaklardan süzülerek akan yağmur suları oyunun ta kendisiydi.Suyun önüne toprak setler yaparak biriken sularda ağaç kabukları,kağıt gemiler yüzdürmek biz Sarıbaba çocukları için deniz ve özgürlüğün sınır ötesiydi.Hepimiz bir mühendis maharetiyle akan suyun önüne barajlar yapsak ta hiç birimizin ileriye dönük hayalleri yoktu.Biz hayat ne yana sürüklerse gider hangi yerde hangi şartlarda olursa osun yaşamaya kader der ve boynumuzu büker kabullenirdik.
Yaşım otuzu geçmişti ama içimdeki o çocuk hala haylaz ve serseriydi.Yine yağmur yağıyordu üstelik bardaktan boşanırcasına ve ben mülteci bir ruh haliyle avare öylesine dolaşıyordum.Arabanın camları buharlanmış silecekler yağmurun hızına yetişmekte zorlanıyordu.Bademlik civarında kaldırımda yürüyen kadını fark etmiş ama arabanın tekerinin küçük göle düşmesini önleyememiş su birikinti uçarcasına kadının üzerine boca olmuştu.Bir yanım üzülürken içimdeki o çocuk gülerek ne olmuş zaten ıslanmıştı sen yinede dur özür dile derken durmak ani bir karardı.
Zayıf çelimsiz sisli küçük gözleri sanki başka bir dünyadan onu buralara getirmiş gibiydi.Dilemiştim o ise yağan yağmurda durmamış,umursamamış belki beni duymamıştı,belki duymuş kapandığı dünyanın penceresini sıkıca kapatmış perdeleri çekmişti ay karanlık ama ben güneşten yanaydım.O çocuğun halime gülüşü kahkahaları beynimde yankılanırken yaşlanıyorsun dediğini duyuyordum.Yağmur tanelerini meleklerin indirdiğine hep inanmıştım belki hanlığını bırakmış tebdili kıyafet dolaşan bir periydi bu kadın.Hala nefes alıyordum,hala yürüyor düşünüyor sevip seviliyordum oyun benimde hakkımdı.Yağmuru yere indiren meleklerin merhameti ve sevgisine sığınmıştım.Melekler yağmura bense yaşama sevdalıydım yaşayacak ve küçük sisli gözlerinde kaybolacaktım. Günler haftalar ve aylar süren bir kovalamaca başlamıştı.O küçük sisli gözlerinde kendi darağacımı kurduğumun günün birinde zindanlarda çürüyüp yaşarken her gün öleceğimin farkında dahi değildim.
O gün küçük pembe dudaklarında hissettiğim tuzun tadı benliğimi kavururken ürperdiğini hissediyordum.Kısık gözlerindeki aşkın ateşi ruhumu yakarken dudakları kurtulmuş ‘’ne olur yap maa’’ diyebilmişti.Yasaktı yasaktık ama yasaklar yıkılmak için vardı.Tüm kalbimle Zeynep derken kalbi insanoğlunun avuçlarına düşmüş bir serçeninki gibi atıyordu.Beden neyse de ruh mahşerin etrafında tur atıyordu.Ne olacaktı sanki varlığımız bir damla gidişimiz bir kova sıcak sudan ibaretti.
‘’Sen beni dinlemiyorsun’’
Diyerek ayağıma dokunan el ile araftan yine cehenneme gelmiştim.Nasıl dinlemezdim Murat dedeyi.Ben hep hürriyete vurulmuş,sessiz göl kenarlarında aşkı,gittiğim deniz sahillerinde mutluluğu yaşamış kocamış Ilgaz’ın doruğunda dahi koca dünya dar gelirken uzun koridorda beş demir kapı kapanırken beş kol demiri hürriyetimi süngülemişti.Dünya ile tek bağlantım demir kapıdaki mazgal,hürriyet ise karla kaplı avluda atılan yedi adımlık voltadan ibaretti.Burada oluşumsa karanlığın kara sanatı bu gün hain denilen cemaatim marifetiydi.Tanrı ya ulaşmanın yolu yedi alemin yedi kapsından geçip sonsuzlukta kaybolmaktı.Murat dede ise başlı başına başka bir alemdi.Ona ulaşmak şafakta evden alınmamla başlamıştı.
Çankırı Emniyet Müdürlüğünde adeta mahşer kurulmuş sırata yürüyen kurbanların hepsi tedirgindi.Her geçen dakikalar saati esir ederken hürriyeti kara rüzgarlar yalarcasına yok ediyordu.Son ekmeği çayı akşam içmiş o gün akşama kadar süren işlemlerle beş altı kişi Çankırı E tipi Cezaevinin kapısından girmiştik.Hava kararmış akşam olmuş o bitmeyen işlemler devam ederken cılız bir ses gardiyana biz çok acıktık yiyecek yok mu demişti.Merhamet sanırım devredeydi biri gidip mutfağa bakmış yufkadan yapılmış birkaç parça börek önümüzdeydi.Bir kaç lokma ilaç gibiydi hele ikram edilen bir dal sigara yolun başında esaretin taa içine üflemekti.
‘’Nerde kalmıştık’’
‘’Çenesini bağlamıştın ama neden öldü dede’’
‘’Dedim ya hastaydı’’
‘’Dede,göz çukurları çökmüş gözleri biraz dışarı çıkıp belirginleşmişti.İçtiği sigaralardan uzun bıyıkları kızıllaşmış kır saçları sarıya çalan kasketli,kesik kesik öksürüyor sanki boğulacak gibi oluyordu,sigara içiyor ama sigarasını demir bir tabakaya koyuyordu,ayakkabıları yumurta topuk ama sağ ayağının arkasına basıyor elindeki bastonun yakılarak yapılan desenleri zik zak çizerek yukarı el tuttuğu yere kadar vardı değil mi bu adamın’’
‘’Tövbe tövbe he işte o adam sen onu görmedin ki nerden biliyorsun’’
‘’Dün gece rüyamda gördüm’’
‘’Senin yattığın yerde yatıyordu orada öldü’’
‘’Desene beni çağırıyor yanına belki götürür bu gece’’
‘’Yok lan dua istiyordur,dur ben okuyayım hadi sende uyu ama oku da uyu’’
O esnada karşı ranzada uzanan Şenol ne yiyorsun dedem demişti.Dedemse sakız oğlum çiğniyorum diye perdesini çekmiş Şenol yalan durmadan fındık fıstık yiyor derken,Soğuktu üşüyordum perdeyi çekip gülümsemiş bu dünyanın anasını avradını diye okumuştum.
Her sabah kalkınca Murat dede takvimden bir sayfayı kopartıyordu.Ne kadar oldu dediğimde yedinci takvim bu demişti.Oyun havası çıkınca başlıyordu oynamaya televizyonda güzel hatun görünce gözlerini alamıyor öperim ben onları diyordu.Öğeye doğru Kuran okuma kursuna gidiyor beş vakitse hep secdedeydi alnı.Çok garipti bu dünya Ankara Büyük Şehir Belediyesinden emekli olmuş köyde baba evini tamir edip hacca giden bu ihtiyar hacı olmuştu.Bu ev baba evi benimde payım var diyen ablasını bir öfke ile tüfekle vurmuş saçma kafasına gelip ölmüştü.Vurmasam şimdiye eceliyle ölürdü derken iyi oldu çekmeden öldü demeyi ihmal etmiyordu.Gülerek çıkınca benden bahset olur mu anlat beni bir dedem vardı diyordu.Bu kadar yeter dedem yorgunum bu hayat üstüme üstüme geliyor.
Orhan Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.