- 1174 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ŞU AŞK FİLAN DEDİKLERİ MESELE ÜZERİNE BAYAĞI CİDDİ NOTLAR
Ulan dedim kendime kızarak, "Bir kedi kadar olamadın." O kedinin yerinde olmak vardı, girip koynuna mışıl mışıl uyumak. Kediler pek tabi ki kendi cinslerine ilgi gösterirler. Zaten ben de, o kediyi değil, kendimi kastettim. Bir kedi sizi kucağına almaz ama, kucağa alınan, sevilen, okşanan pek çok kedi var.Ben bunlara şanslı kediler diyorum. Bu mesele de nereden çıktı demeyin, piyangodan çıkmadı, konu bayağı karışık olunca, örnek vererek başlamak istedim. Sonuçta kalbi olan her canlının sevgiye ihtiyacı vardır.Kalp dedim de, düşündüm şimdi, böceklerin, sürüngenlerin de kalpleri var mı, onlar da severler mi birbirlerini diye. İnanın bilmiyorum. Bu husus biyolojiyi ilgilendiriyor. Benim ilgi ve ihtisas alanım edebiyat olunca mesela yılanlarda da kalp var mıdır, şayet yoksa neden birbirlerine dolaşırlar? Onlar da öpüşürler mi ki? Neyse bu konu beni aşar.
Para parayı her zaman çekiyor da, gönül dengini çok zor buluyor. Bulduğunda da iş işten geçiyor. Geçiyor ama, gönül bir türlü gönlünden vazgeçemiyor. Tabi sonrası hayal kırıklıkları ve hüzün. Zamansız zamana mı kızmalı, yoksa bizi vakitsizce dünyaya getiren anamıza babamıza mı?
Biraz daha ileri gidersem kadere isyan diyecekler adına. Yok, hayır, takıntılı aşk hastalığı diyorlar adına. Bir çoğunuz bu adı belki de ilk kez duydu. Tıp literatürüne girmiş, ’Saplantılı veya Takıntılı Aşk Hastalığı’ diye bir hastalık var ve tedavisi basit gibi görünse de, müthiş bir irade, mantık ve beyin gücü lazım.Öyle her babayiğidin de harcı değil bundan kurtulmak. Babayiğit dedim de, aklınıza hemen erkekler gelmesin.Bu konu tek taraflı olarak sadece erkekleri de ilgilendirmiyor. Erkekler ve kadınlar için geçerli.Yani platonik aşk tuzağına her iki cinsin düşmesi her zaman olağan. En çok da bu tuzağa erkekler düşüyor ve bu konuda en mantıklı düşünen taraf ise kadınlar. Şayet kadınlar bu hastalığa yakalanmışlarsa, psikolojik olarak çok daha fazla etkileniyorlar ve ciddi anlamda doktor yardımı almaları gerekiyor.Depresyon ilaçları bile tesirsiz ve yetersiz kalıyor. Sonuçta ince, hassas ruhlarında çok büyük derin yaralar açılıyor ve uzunca bir zaman alıyor tedavisi.Şayet tedaviler olumsuz sonuç vermişse, intiharlara kadar gidebiliyor. Hastalığın ilk evresinde kurtulma şansınız var. Arabanız ile yavaş seyir ediyorsanız,freniniz patlasa dahi, ufak tefek sıyrıklarla kurtulmanız mümkün iken, ilerleyen evrelerde hızınıza bağlı olarak- ki kontrol devreden çıkmıştır- artıyor ve çok daha vahim sonuçlar doğuruyor. Hatta hayatınıza mal olabiliyor. Hani görüyorsunuz ya tvlerde, okuyorsunuz ya gazetelerde, ’ çılgın aşık önce sevgilisini öldürdü, sonra da intihar etti. ’ Seven insan bu sapkınlığı yaparsa varın siz düşünün ötesini. Bunun adı sevgi filan değil. Böyle sevgi olmaz. Seven hiç kıyabilir mi sevdiğine? Asla... Asla kıyamaz.
Aşk, sosyal antropologlara göre cinsel bir tutkudur. Şairlerin özlemli ve duygulu şarkılarıdır. Psikologlara göre, aşk hem normal hem de nörotik olmaktır, yaratıcı ve yıkıcıdır. Filozoflara göre, aşk erkekler için başkadır, kadınlar için başka. Ama herkes için iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin başlıca kaynağıdır veya aşık olana dek, o güne kadar hiç aşık olmadığınızı anladığınız bir durumdur.
Birbirini hiç tanımayan bazen tamamen başka ailelerden gelen ve farklı eğitimi olan iki kişinin aşk yaşaması.Günümüzde bilim adamlarının açıklamakta zorlandıkları konulardan biri bu. Bazı kişiler ilk görüşte aşık olur, bazıları da yıllarca aşkı arar durur. Aşkı başlatan “şey” nedir? Sadece karşıdaki kişinin çekiciliği, dış görünüşü veya davranış biçimi mi bunda etkili? Yani aşık olmak için karşı tarafın yakışıklı veya güzel ve bunun yanında çekici olması gerekli mi? Son zamanlarda yapılan bilimsel araştırmalar, çiftlerin aşkın başlangıcında bunlardan çok ilk karşılaşmalarında elde ettikleri izlenimin ve duyguların çok önemli olduğunu gösteriyor. Bu ilk karşılaşma sırasında her iki taraf da birbirini çocukluk çağında elde ettikleri ve artık bilinçaltında depolanmış bulunan kusursuz arkadaşın özellikleri ile karşılaştırır. Bu kusursuz arkadaş özelliklerine bir uyum sağlandığında da aşkın ilk kıvılcımları oluşur.Bilinçaltında depolanan kusursuz arkadaş özelliklerine uygun biriyle karşılaştığımızda aşkın ilk kıvılcımıyla birlikte kimyası da işin içine giriyor. Uyarılan beyin ile aşkın ilk fazı olan büyüleyici fazda feniletilamin, dopamin ve norepinefrin salgılıyor.Feniletilamin, aşkın molekülü olarak tanımlanıyor. İlk görüşte aşktan sorumlu kimyasal. Aşk gülücüklerinin nedeni ve bulutlar üzerinde yürüyor gibi hissetmemizin kimyasalı.Cazibe, heyecan ve her şeyin iyi olduğu duygusunda rol oynar. Romantik filmler seyretmek feniletilamin düzeylerini yükseltiyor. Belki de insanların ilk aşklarını hep hatırlıyor olmalarının sebebi, bu kimyasalın salınımının en yüksek olduğu an olabilir ve böylece bu beynimize kazınıyor olabilir. Dopamin; beynin “ödül kimyasalı” olarak da bilinir. Aşık olunan kişiye karşı ilgi ve dikkatin artmasına neden olur. Dünyamız o kişi üzerine odaklanır.
İlk aşkın başlamasında; hiperaktivite,kısa süreli hafıza, uykusuzluk, konuşkan, coşkulu, öforik ve seksi olma,gıda alımının azalması, dopamin etkilerine bağlanıyor.Aşık olduğumuz kişiyi düşündüğümüzde salınımı artar.Bu üç kimyasalın karışımı ile aşk ve aşkın ilk fazı oluşur.Bu üç kimyasalın 6 ayla 3 yıl arası zaman diliminde salınımı azalır. Gerçek bir aşk var ise ikinci faza geçilir.
İkinci fazda endorfinler rol oynar.Endorfinler; ilişkide sükunet,içtenlik,sıcaklık, güven ve bağlılık verir.Ne kadar çok sever ve sevilirsek endorfin salınımı o derece artar. İkinci faz birinci faz gibi heyecan verici etkileyici değildir fakat ilişkideki bağlılığın temellerinin atıldığı dönemdir.İlişkide bağlılığı artıran ve aşkın üçüncü fazında etkili olan hormon oksitosindir.
Aşk; bugüne kadar kimsenin etkisine karşı koyamadığı, zaman zaman mantık ile kalbin birbirine düşman olmasına sebep olmuş yegane duygu. Aşk insana hayat verir, onu yüceltir, ama ya saplantılı platonik bir aşk ise?
Elena Hoyos, tüberküloz hastalığına yakalanmış genç bir kadındı, tedavi gördüğü hastanede başına gelecekleri nereden bilebilirdi ki! Carl Tanzler, Elena’yı ilk gördüğü ana kadar gayet sıradan bir yaşantısı olan başarılı bir radyologtu. Hastanede ve özel hayatında sevilen bir insandı. Elena’yı ilk gördüğü gün, hem onun hem de kendisinin hayatını sonsuza kadar değiştireceğini o da bilmiyordu, üstelik bunu yapan o değil, onun saplantılı aşkıydı.
1933 yılında Elena tüberküloz tedavisi için hastaneye geldiğinde burada radyolog olarak çalışan Carl Tanzer, Elana’yı görür görmez ona çok büyük bir aşk ile bağlanır. Çünkü Elena her gece rüyalarında gördüğü, dokunduğu, öptüğü o kadının ta kendisidir, bulmuştur onu, evet rüyalarında yaşayan o gizemli kadını bulmuştur. Elena’nın tedavisi iki yıl boyunca sürdü, bu zaman zarfında Tanzer hiçbir zaman aşkına karşılık bulamadı ve aralarındaki ilişki iki yıl boyunca hasta ve radyolog ilişkisi dışına bir türlü çıkamamıştı. Bu zaman zarfında Elena’nın başkası ile evlenmesi bile onun Elena saplantısının önüne geçemedi. Elena onundu, onun olmalıydı.O bir an bile vazgeçmeden Elena’nın hayaliyle yaşarken, taptığı kadının ölüm haberini aldı...
Ailesi Elena için özel bir türbe yaptırmıştı, buranın anahtarını bir şekilde ele geçiren Tanzler her gece sevdiği kadının yanına gidiyor ve sabaha kadar onun yanında yatıyordu. Zamanla bu Tanzler’e yetmedi ve o sevdiği kadınla evlenerek aynı evde yaşama fikrine yenik düştü. Bir gece Elena’nın cesedini olduğu yerden alarak büyük bir gizlilikle evine götürmeyi başarmıştı. Nihayet rüyalarının kadını kollarının arasındaydı ve tamamen ona aitti.
Tanzler artık çok mutludur ve günler sevdiği kadının yanında hızla akıp gitmektedir, ama ne var ki Elena’nın vücudu zamana yenik düşerek çürümeye ve kokmaya başlar. Tanzler sahip olduğu tıbbi bilgiyi kullanarak Elena’nın yok olan gözlerini yapma gözlerle değiştirir.Cildini ise özel olarak hazırlamış olduğu bal mumu ile kaplar, ağır kokuya karşı da tütsü ve parfüm kullanır.Bu saplantılı aşk yaklaşık yedi yıl boyunca aynı yoğunluk ile devam eder. Elena’nın kardeşi bir gün bu durumu öğrenerek polise haber verir. Tanzler nekrofili (ölü sevici) suçu ile tutuklanarak ceza evine gönderilir. Ancak Tanzler hiç vazgeçmeyerek ceza evinde ona benzeyen bir kukla yapmaya başlar...
Ceza evinde uzun yıllar kalan Tanzler bu aşkını anlatan bir kitap yazar ve kuklası ile 1952 yılında son nefesini verene kadar aşkını yaşamaya devam eder.
Her şey beynimizde şekilleniyor, aklımızı kandırdık diyoruz da, şu namussuz gönlümüze laf anlatamıyoruz. Bir şey söyleyeyim mi, aslında kendimizi kandırıyoruz, boş bir hayal bizimkisi.Hayallere de şiirler yazılabilir pek ala. Hatta cilt cilt romanlar da. O romanların kahramanları olmak, hele ki şiirlerin baş rol oyuncuları olmak kadar acı bir şey yok. Platonik aşk demişler adına, araştırdım bu konuyu da,hem de derinlemesine. Belki de ilk kez okuyacaksınız ve çok şaşıracaksınız. Platonik aşk, adını ünlü düşünür Platon’dan alır. Platonik aşk, sekülerlikten çıkarak tinsele (ruhsal, manevi,maddeyle ilgisi olmayan) dönüşen aşk anlamına gelmektedir. (Seküler kelimesi, dünyevi veya çağa uygun olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir.)
Bizde genelde karşılığı olmayan, karşılığı sorgulanmayan aşk anlamında kullanılmaktadır. Platonik kelimesi sözlükte "Gerçekte var olmayan, düşte kalan, hep öyle kalması istenilen" anlamına gelmektedir. Platonik aşkta, her şey duygusal ve ruhsal düzlemde olur. Platon’a göre gerçek sevgidir. Fiziksel doyum için değil, yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, öpüşmek vb. yapılabilir ama bu sayılanların yanında seks şart değildir.- Bakınız burası çok önemli- KİŞİNİN KENDİSİNİN KENDİ OLDUĞU İÇİN ONA AŞIK OLMA DURUMUDUR.
Eskiçağ filozoflarının çoğu aşkı sadece bedensel bir istek olarak tanımlamışlardır.Eflatun’a göre, aşk güzelliğin doğurduğu bir çekiciliktir. Gerçek güzellik ise düşünce ile kavranan güzelliktir. Duyu yoluyle algılanan güzellikler gerçek güzelliğin bulanık bir taslağı, solgun bir yansımasıdır. Descartes ve Spinoza gibi klasik filozoflara göre aşk bir tutkudur ve kişi bu tutkuya akliyle egemen olmaya çalışmalı, onu duru ve temiz bir duygu haline getirmelidir.
Platonik aşkta, insan bir kişiye aşık olurken, önce onun güzelliğine aşık olur, sonra bu güzelliğin tanrıdan geldiğini anlar ve artık herkes güzel görünmeye başlar çünkü herkes tanrının verdiği o güzelliğe sahiptir. Son aşamada kişi tanrıya aşık olduğunu farkeder. Yani bu kişinin aşkı artık seküler değil, tamamen tinseldir. Tasavvufta buna "müşahhas" tan "mücerret"e ulaşma denirki,divan şiirinde çokça işlenen bir konudur.Romantik akımla birlikte aşk anlayışı da değişmiştir. Nietzsche ve Schopenhauer aşkı insan soyunu sürdürmek için insana kurulan bir tuzak olarak tanımlamışlardır. Herbert Spencer ise aşk duygusunu büyük bir ustalıkla çözümlemiştir. Spencer cinsel sevgide yer alan öğeleri "duygulanma; hayranlık; beğenilme sevinci; kendine değer verme; sahip olma duygusu ve zevki; büyük bir eylem özgürlüğünün doğurduğu zevk; yakınlık duygusunun verdiği coşkunluk" olarak sıralamıştır.’
Ki ben, Spencer’in fikirlerine katılıyorum. Şayet bu bilgileri okumamış olsaydım ve tarihin sayfalarında yazmamış olsaydı, şu anda Spencer’in yerine adım soyadım yazıyor olacaktı.
Sözün özü : Aklınızı başınıza toplayın ve düşmeyin bu tuzağa. Biliyorum, söylemesi çok kolay da uygulaması çok zor.Siz yine de sözümü dinleyin, aksi halde sizi ben bile kurtaramam...
Kalın sağlıcakla.
Vecdi Murat SOYDAN
02/07/2017, Isparta
YORUMLAR
yüreğinize kaleminize sağlık degerli üstadım o güzel yüreğinizin sesi hiç susmasın saygılar