- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İyiliğe Dokunmak
İyilik diye bir şey gerçekten de var. Akışkan, kaypak, her an terk etmeye hazır da olsa hiç olmamasından iyidir yine de... Onu harekete geçiren ne peki? Ya da akışkan olmasını engelleyip katı hâle getiren, mıhlanıp kalmasını sağlayan..?
Ben o iyice yerine oturmuş, kalkıp gitmeye hiç de niyeti olmayan iyiliği gördüm birinde. “Nasıl yani?” dedim. “Neden bu kadar iyi ki?!”
Bunu sormama neden olacak o kadar çok yaklaşımla karşılaşmıştım ki! Gelişigüzel bir şekilde, sırf içinden geldiği için birine yardım etmek, o insanın işlerin yolunda gitmediğine dair verdiği resimde bir yere koymak kendini... Parası çıkışmadıysa cüzdanına yönelmek hemen... O resmi güler yüzlü bir resme çevirmek... Böyle şeyleri dert edinen çok az insana rastlamıştım.
Sonra O’nu tanıdım bir gün... Ve iyilik denen şeye dokundum. Evet, dokunulabilecek kadar somut bir hâle gelmişti iyilik. Ayağım sürçmüştü birden, tepetaklak düşmem an meselesiyken boşlukta bir el belirmişti. Boşluk ve bana uzanan o el... İyiliğin simgesi gibiydi.
Âşık mıydım? Ya da belki de sadece şaşkın..? İnanamıyordum bir türlü, birinin bu kadar çıkarsız, önünü sonunu düşünmeden yönelmesine hiç tanımadığı insanlara. Sanki hayatın doğal akışını bozan tüm aksaklıklardan, tesadüflerden, talihsizliklerden o sorumluymuş gibi tetikte bekliyordu bir hamle yapmak için.
Arkadaşlığımız ilerleyip duygusal bir yöne evrildiğinde, gözlerini özlediğimi fark ettim. Sürekli hareket halindeydiler çünkü. Merkeze konmak istiyordum artık. Dairenin çeperinde bir yerde olmak değil... Tamam, sürekli bana bakması da gerekmiyordu. Tabii ki başka yönlere de kayacaktı gözleri. Ona duyduğum o yoğun duygunun en baş nedeni de bu birlik bütünlük hâli değil miydi çevresiyle?... Bir çocuk ağlasa ya da bir adam karısına bağırsa o çocuk ya da o kadının, yüzünün bir yerinden el sallaması bana...
Eğer sadece arkadaşım olsaydı bu durum rahatsız etmek bir yana ona daha da hayran olmamı sağlardı olsa olsa. Ama aşk arkadaşlık kadar paylaşımcı değildi maalesef... Eğer birine böyle yoğun bir duygu hissediyorsan, sana herhangi biriymişsin gibi bakmasına katlanamıyordun.
“Tamam, yine önceki gibi yardımına ihtiyaç duyan biri var mı diye bakışlar fırlatsın çevresine” diyordun... “O insanları hep var etsin yine evreninde... Ama bir şartla... O evrenin merkezinde ben olayım.”
Bir gün ona bahsettim bundan. “Seviyor musun beni” diye sordum daha doğrusu. Çünkü bu soruya varıyordu kafamı kurcalayan tüm bu şeyler.
“Bundan kuşkun mu var?” dedi, gözlerinde ilk kez rastladığım koca bir duvarla... “Sınırı geçtin” diyordu duvar ve zaten o yüzden onunla arama dikilmişti. Yeni bir sınır ihlâli olmasın diye...
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden kalakalmıştım olduğum yerde. Duygularından emin olamayışıma gösterdiği bu şiddetli tepki karşısında mutlu mu olmalıydım, yoksa onu kızdırdığım için endişelenmeli mi, kesinlikle bir fikrim yoktu. Belki de kaybetmiştim onu... Bunu zaman gösterecekti.
Ama emin olmam için belli bir sürenin geçmesini gerektirmeyecek kesinlikte bir şey vardı: Bana olan sevgisi... Eğer o soruyu sormasaydım asla emin olamayacaktım buna. İçim içimi yiyecek, aşkına dair bir iz arayıp durmakla geçecekti onunla geçirdiğim her dakika...
Sırf bunun için bile değerdi o soruyu sormama... İliklerime kadar sevildiğimi hissediyordum çünkü. Ona baktığımda sevdiğim adamı görmüyordum sadece... Seven bir adam da görüyordum artık. Hoyrat ellerde incinip gövdesinden koptu kopacak bir çiçek gibi susuz kalmış hissetmiyordum kendimi. Gövdemle kaynaşmıştım yine... Köklerimden giren suyu çekebiliyordum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.