Sait Faik'le 21 Gün
Burgazada’ya gelişimizin on yedinci günü. Bu sabah yine Sait uyandırdı beni. Her sabah yüzü biraz daha asık, sesi biraz daha sönük geliyor bana. Ağzından sigarası hiç eksik olmuyor geldiğimizden beri.
Tek söz etmeden yatağımın yanındaki ahşap sandalyeye oturdu, hafifçe ileri geri sallanmaya başladı. Sabah sabah isteyebileceğim son şey, ilk şey olarak cömertçe sunuldu önüme; bir sandalye gıcırtısı ile benim olmayan bir sigaranın dumanını çekmek. Sağol Tanrım!
***
Sait nelere kafa yoruyor bilemem ama, içinde bulunduğum durum beni iyiden iyiye işkillendirip, düşündürmeye başladı.
Ada’ya gelirken yanımda; yarım paket Bafra sigarası, iki kalem, bir tomar sarı kağıt, annemin memleketten gönderdiği bir kavanoz fındık ezmesinden başka hiçbir şey getirmedim. Sait’e göre zaten, hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu. Kağıt ve kalem olsa yeterdi. Valide Hanım sağ olsundu. Öyle kolay mıydı Sait Faik’in annesi olmak!
Makbule Hanım, son derece sevecen, güler yüzlü, şen bir kadındı. Ama öyle çok lafazan bir kadın değildi. Sormadıkça ya da gerekmedikçe konuşmazdı. İyi de bir aşçıydı. Hele geldiğimiz ilk günün akşamında köşkün bahçesine hazırladığı masa, çingeneye çaldırır kürde söyletirdi! Gerçi yemekten sonra Sait’le biz de hem çaldık, hem söyledik ya, rakıya vermek lazım. Ne Sait de ne bende beş kuruş yok ama soframızda meze, şişemizde rakı eksik olmuyor. Eee, valide hanım sağ olsundu.
***
Sait, oturduğu sandalye ile birlikte dişlerini de hafifçe gıcırtadarak yılgın bir sesle sordu:
-Var mı bir şeyler?
-Eh işte
Bu, ’Yok’ demenin kaçakçasıydı. Bunu en iyi Sait Faik’ten başka kim bilebilirdi.
-Yok yani.
-Karaladım bir şeyler, ama öyle dişe damağa dokunacak bir şey sayılmaz.
’Sende var mı?’ diye sormak gereği duymadım, olmadığı Sait’in yüzünde, gözünde, alnında, burnunda yazılıydı zaten. Ama Sait sormaya da gerek bırakmadı.
-Gece sen odana çekilince bahçeye çıktım biraz. Birkaç sigara içtim, kalan rakıyı da... Bahçede ne kadar kaldım bilmiyorum, odama çıktığımı hatırlıyorum. Sonra validenin tabak çanak seslerini... Burdayım!
Döndü yüzüme baktı. İfadesiz, gereksiz, anlamsızca bakıştık bir süre. Makbule Hanım’ın tabak çanak sesleri duyuluyordu uzaktan... Sonra aynı anda gülmeye başladık. Kahkaha derecesine yükseldiğinde, hoş bir ses böldü gülüşümüzü:
-Saiiit, kahvaltı hazır evladım, nerede kaldınız?
***
Ada’da on sekizinci günümüz.. Sait odasına erken çekildi bu akşam. Ben kendimi iyiden iyiye yük görmeye başladım. İstanbul’a dönmek istiyorum ama bunu Sait’in teklif etmesini bekliyorum. Öfkeli, pimpirik bir adam, dönelim diyen ben olursam akla hayale gelmeyecek sonuçlar çıkarır, tartışabiliriz. Ah Sait ah!
***
Yirminci günümüz. Bu gün öğleden sonra Sait’le sahile indik.
Ben sadece sus pus oturup, denizi taşlar döneriz sanıyordum.
Sait beni buraya neden sürüklediğini itiraf etti bu gün.
’Gidelim, en iyi romanımızı yazıp dönelim. Kahırlarından gebersinler’ değilmiş mesele!
Aslında kısmen bu, ama tam olarak böyle değil.
Şöyle: ’Gidelim, yanımda ateş ol, sıcak tut kalemimi; en iyi romanımı yazayım, kahrınızdan geberin.’
Bencil Sait!
Bu kararı O’na aldıran sebep ise hepten başka.
Bir süre önce Orhan Kemal’in ’Suçlu’ romanı Vatan Gazetesi’nde tefrika halinde yayınlanmaya başlayınca büyük ilgi görmüştü. Durumu fark eden iki yayınevi roman için kıyasıya bir yarışa girdiler. Paraya kıyan Varlık Yayınları romanın yayın haklarını Orhan’dan satın aldı. İki yayınevinin birbirine girmesinin Orhan’ı ne hale getirmiş olabileceğini tahmin edebiliyorum. Allah’tan Orhan’ı o günden beri hiç görmedim!
Bundan bir ay kadar önce Sait, Galata’da Orhan Kemal ile karşılaşmışlar. Sait sinemadan çıkmış evine gidiyormuş, kafası güzel tabi. Orhan Kemal yukardan yukardan konuşunca, bizim Sait arka cebinde taşıdığı sarı defteri çekip, Orhan’ın yüzüne yüzüne savurarak:
-’Roman yazıyorum, romaaan.’ diyerek bağırıyor.
Orhan Kemal de oldukça alaycı bir tavırla:
-’Kaç tane?’ diye soruyor gülerek.
Bizim Sait, iyice delleniyor tabi.
-’Sen palavracısın, uzatırsın lafları yazarsın da yazarsın. Biz öyle değiliz.’
Orhan Kemal bu, altta kalır mı hiç?
’Ulan biz kalemimizle geçiniyoruz, senin gibi zengin değiliz. Anne parası yemiyoruz.’ gibi laflar ediyor.
Sait Faik hepten öfkelenince ’Hadi eyvallah’ deyip ayrılıyorlar.
Meğer ben bu karşılaşmanın kurbanıymışım. Sait Faik’e Ada’da yarenlik edip, en iyi romanını yazmasını sağlayacakmışım! Ah Sait ah!
***
Yirmi birinci günümüz Burgazada’da...
Akşam saatleri, köşkün bahçesindeyiz. Bu akşam Makbule Hanım da bizimle oturuyor. Sait aynı Sait, içiyor ve ara sıra konuşuyor. Bense, Sait Faik’in itirafını rakı ile hazmetmeye çalışıyorum.
Yarın dönüyoruz Ada’dan. Yirmi bir gündür buradayız ve yirmi bir satır yazmadık. Ne Sait’te ne bende tık yok.
Ama bunun nedenini buldun sanırım ben! Ada’ya istekli ama boş, fikirsiz bir kafayla geldik. Makbule Hanım’ın yemekleri, ağaçlar, deniz ve rakıdan başka bir şeyle temasımız yok. Oysa biz, sinemadan çıkan insanlarla besleniyorduk. Parklardaki sevgililerle, çocuğunu azarlayan anne ile, balık tutan evsizle, bir sarhoş kavgasıyla, vitrin camlarına dalan kızlarla...
Sait: -’Neden böyle oldu sence?
-’Onların her biri bir çiçekti; çiçeğim kalmadı ki balım olsun!’
-’Ne çiçekti, ne balı? Ne diyorsun kuzum?’
Neden bahsettiğimi asla bilmeyecek Sait!
Türk Edebiyatı’nın büyük öykücüsü Sait Faik Abasıyanık’a ve büyük romancısı Orhan Kemal’e derin saygılarımla...
*Kolay okunabilmesi için, bazı bölümleri aradan çıkardım.
** Sait Faik ile Orhan Kemal’in karşılaşmasını, bizzat Orhan Kemal anlatımıyla Youtube’de bulabilirsiniz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.