Uzun yollu kısa hayatım 3. Bölüm (hoca'ya gitmeliymişim...)
Babam beni birgün karşısına alarak ciddi bir şeyler konuşacağını söyleyip anlatmaya başladı. Hocaya gitmeliymişiz cin varmış bende, doktor işi değilmiş hocalıkmış mesele. Zaten gitmediğim hastahane görünmediğim doktormu kalmış, onlardan çare olmadığı apaçık ortadaymış kesinlikle cin varmış bende. Anamda doğrulayıp başı ile tastık etti evet cin dedi. Hayatımın geçmiş ağırlığını bilip görüneni görmeyenler, görünmeyeni görerek içimde cin olduğuna kanaat getirmişlerdi. Bu tespite güldüm sadece, zaten kendi içimden doğan düşüncelerin çokluğu ile uğraşmaktan, başkalarının ne düşündüğü umurumun çok dışındaydı. Ama babamın mutlak inancı ve acımaklı olduğu kadar da yardım istekli bakışını kıramadım. Halime ne kadar üzüldüğünü bana ricada bulunmasından hatta kendi karakteri dışına çıkarak yalvarmasından anlayabiliyordum. On dört yaşından beridir karşısında beş vakit eksiksiz durduğu allahından başka kimseden ricacı olmaz, kimseye yalvarmazdı o. İlk defa kendi kabuğu dışına çıktığına şahit oluyordum, bunu yapmış olması gurur verici olduğu kadar üzücüydü de. Gurur vericiydi; çünkü benim için yetmiş yıllık kalıplaşmış karakterinden ödün verip ilk defa taşlaşmış kabuğunu kırmıştı. Üzücüydü; demekki dışarıdan o kadar vahim görülüyordu. Sırf benim için bunu yapmış olmasının mutluluğu, benim acınası durumum için bunu bile yapabilmeyi gerektirdiğinin üzüntüsü içinde kaybolup gitti. Maalesef ben taraftan yetmiş, bu taraftan yirmi altı yıl sonra gelenbu konfordan zerre yararlanamamış hatta daha da hüzünlendiğimle kalmıştım. Elbetteki babamın o an iç dünyamda oluşan bu dalgalanmalardan haberi yoktu, o sadece dış nefesle fısıldadığım olumlu cevabımla ilgilenmişti, peki..
Çok enteresandır ki bu kısa cevabım onun gözlerinde aynı anda gördüğüm üç beş duyguyu silip atmış yerini canlı bir sevinç almıştı. İyi olacağıma kesinlikle inanıyordu, ne de olsa içime cin girmişti ve hoca bu alanda öyle dünya çapında bilim adamı değil, ünü dünya dışı varlıklarla da bilinen ilim adamı, bir ordinaryüstü. Beni hemen ertesi gün çevrenin en bilgili en bilinen hocasına götürdüler. Küçük bir kaleyi andıran büyük bir yapı, dış sur kapısından iç bahçeye uzanan dar bir çarşı yolunda iç zenginlikleri dışarıya taşmış dükkanlar vardı. Kalabalığını kendi gizleyen durağan bir kalabalık, herkeste aynı tip inadına gri renkte şalvar, ve yine inadına farklı renkte takkeler altında her tipte insanların, yavaş adımlarına tezatla sanki bir yere ulaşma gayreti içerisindelermiş gibi gezindiği bir meydana çıktık. Bizi fazlaca zayıflıkta yine benzeri kıyafetli bir zat karşıladı, yığınla harukülade söz söyleyip kendi de bir şey anlamayan sözcü gibiydi. Kamelya tarzında gayet şık bir gölgeliğe oturtulduk, babam geliş sebebimizi ve rahatsızlığımın belirtilerini bir ön bilgi olarak ona aktarırken, ben sadece gıdığından aşağıya mısır püskülü gibi uzanan sakallarının ilginç görünümünü inceliyor adet sayısını bulmaya çalışıyordum. Onlar başka başka konulara geçtikçe ben bu manasız matematiksel uğraşıma yoğunlaşıyor olsamda, her tekrarım farklı çıkıyor otuzlu sayılardan bir türlü kırka varamıyordum. Ben yokmuşum gibi davranmaları bana ne kadar geniş zaman alanı açsa da mümkün değil tam sayıyı bulamıyordum, fakat kırk olmadığına artık emindim. Bir süre sonra sanırım bekleme odası işlevi gören dar bir salona götürüldüm, orada benden başkaları da vardı, tek delinin ben olmadığımı görmek hoşuma gitmiş farklı bir özgüven vermişti bana sanki. Babam o zat ile hemen yan odaya girdi, o oda önemliydi zira içeriye giren ayrı çıkan ayrı toparlanıyordu. Yine hal hatır sesleri sonrası, babam göremediğim o pek muhterem zata benden bahis açarak yarı kapıdan gösterip, bu benim torunum Abdullah dedi. Başımı önümden kaldırmıyordum o sebeple hoca hazretlerini görmedim, ancak yaydığı mistik havayı yoğun şekilde hissedebiliyordum. Babam; hoca efendi hazretleri dedi, bu çocuğun gitmediği hastahane doktor kalmadı, avrupada yaşadı Amerikalara kadar gitti, oralarda da doktorlara göründü ama çare bulamadı. Ne kadar eğlenceli neşeli bir çocuktu, askere sağlam gitti dönüşte yaralı ve sakat geldi, ayrıca o yaralanmadan kaynaklı tedavisi olmayan bedensel bir hastalığa yakalandı. Daha önce de ufak tefek delilikleri vardı, evden kaçtı istanbulda babasının yanında her türlü imkana sahipken orada da durmadı, sokaklarda baliciler ve tinercilerle yattı kalktı, ama askerden sonra tamamen farklı bir hal aldı, gittikçe daha da kötüleşti, mapuslara düştü buralarda yoktu geleli henüz bir ay oldu hiç kendinde değil. Durduk yerde sinirleniyor hiç sebepsiz gülüyor, sessizleşti, eline kalem alıp ağacın altında saatlerce oturuyor, sonra bişeyler yazıp yırtıyor yakıyor kendi kendine konuşuyor, geçenlerde kurban için kesilen inek için saatlerce ağladı düşünebiliyormusunuz? Cin var çocuğumda hocam bir sizden fayda olacak inşallah dedi. Yine beynimde uğultular başladı, artık ne anlatılıp ne cevap verildiğini anlamıyordum. Söylemler kafamın içinde iş makinası gibi çalışıyor tüm kelimeleri beynimde boğucu gürültüler olarak duyuyordum. Kulaklarımı tıkayarak belki dış sesleri önleyebilirdim lakin böyle yaparak etrafımdakilerin dikkatini çekmek istemiyordum. Onlar artık benim anlayamadığım yan odadaki söylemlerden sızan delilik belirtilerime hepsi birden kulak veriyor, sonra gözlerini bana dikip tuhaf tuhaf bakarak benim derecemin kendi ölçülerine yakınlığı hakkında fikir oluşturmaya çalışıyorlardı. Sanki kendileri normalmiş de oraya turistik gezi için gelmişler gibi bir hal içerisindelerdi. Oysaki bu anlamda yerlerimiz değişikti, en başta babamın hatırı sonra merak için gelen onlar değil bendim, turist konumunda olan ben, asıl deli olan ise daha çok onlardı. Babam hala susmuyor anlatıyor anlatıyordu, dünya bir gevezelikten ibaretti, çoğu zaman söylenmeye hiçte luzüm olmayan şeyleri konuşuyorduk, yaşamımızın yarıdan fazlası düşünmekle değil konuşmakla geçiyor olmalıydı. Aksi halde bu kadar uzun süre anlatıma ihtiyaç duyulması için cinleri bizzat görüp, neye benzediklerini görmeyene tarifi durumunda olabilirdi. Ben hala kulaklarımı tıkamıyordum, -ki bunu yaparsam oradakiler beni deli sanabilir, ya da deli olduğumu anlayabilirlerdi. Neden kulaklarımızda da gözlerimiz gibi kapaklar yoktu? Nasılki görmek istemediklerimizden bu kapakçıklar sayesinde sakınıyorsak, duymak istemediklerimizden de bu yolla korunabilirdik. Eksik mi donatılmıştık? O anda ne bunun detayını sorgulayacak halde, ne yan odadan gelen babamın ses gürültüsüne, ne de salondaki diğer deli arkadaşlarımın gözlü tacizlerine katlanabilecek durumda değildim. Kendimi hışımla dış bahçeye attım, seslerden uzaklaştığım halde kulaklarıma yönelen basıncı hala hissediyor, sanki artık onlarla değilde beynimle duyuyordum. Ve o deli arkadaşlarımın gözleri, artık bana bakmıyor olmalarına rağmen kafamın içindelerdi. Avluda bulunan şadırvan başına oturup musluktan akan soğuk su ile birkaç tekrarla yüzümü yıkadım. Sonra donuk bakışlarla akan suyun görsel şölenine daldığım anda, kulaklarımdaki kanın çekildiğini, suyun huzur veren müzik sesini duymaya başladığımda anladım. Burada bana iyi gelen bir şey varsa işte bu boşa akan su idi, demekki bana neyin iyi geldiğini kavrayabiliyordum. Bir taraftan duygudurum bozukluklarım diğer yanda hasta ruhumun, mantıksız beynimi çekiştirerek kendi emirleri altına almaya çalıştığını hissedebiliyordum. Bu zorlu savaş sebebiyle ruhsal ve duygusal bakış açılarımın sürekli olarak kayma yapması ve bu yön değiştirmeye paralel olarak bilinçsel kovalamacam, herkes gibi dingin düşünmekten men ediyordu beni. İçimde oluşan olağandışı akımların dışarıdan birine ifadesi bile çok zor. Var sayalımki olmaz olanı oldurup yazılı veya sözlü şekilde o zamanki anlayamadığım kendimi anlatabilmeyi ifadede zirve yapıp biran başardım. O zaman bile boğulmakta olup suya batıp çıkan insanın bir anlık durumuyla dışa görünür, bir sonraki satır veya söz ile tekrar dibe gömülürüm. Belki birkaç cümle ile yüzeye çıksamda tekrar batacağıma şüphe yok, çünkü yaşamımın ayağının takılarak benliğimin içine yuvarlandığı bu deryada yüzeyde kalmayı becerebilmek zor. Evet elinde ip gördüğüm her insan umutlandırıyordu beni -ki bunların çoğu en uzun ipin onlarda olduğunu iddia edip sonra elindeki ipin diğerlerinden de kısa olduğu anlaşılınca psikolojimi daha da bozan psikiyatr’lar dan oluşurdu. Diğerleri ise normalde pek farkımda olmayıp sözlü veya yazılı çırpınışlarımda ancak beni görebilen, halime üzülmekten başka elinden bir şey gelmeyen duyarlı insanlardan ibaret. Okuyucumda buna dahildir..
Şimdi bu hal delilikse evet ben deliydim, bu deli düşüncelerimin süzgecinden geçirmeden görmeme imkan yoktu dünyayı. Bunu koşulsuz kabul edişinde belli bir kafa konforu vardı, sağlıklı insan bilincinin pek ulaşamayacağı düşüncelere ilk benim temasımın hazzı da vardı. Bunların çoğu hayatta işe yaramayan şeyler oluyordu oluyordu belki, ama beyine sürekli ilginçlik pompalaması bu çileyi çekilesi hale getiriyordu. Ben bir deli olarak birçok saçma şey düşünebiliyordum kimsenin farkında olmadığı, bir de zır deliler vardı ki onlar gerçekten kıskanılası düşünürlerdi. Hiçbir şekilde kendilerini ifade edemedikleri için de kendi içlerindeki olağan dışılıkları dışarıdaki olağan kişilere aktaramıyorlardı ve bu hal insan ruhunu tanımada çok büyük kayba yol açıyordu. Anlatımımın dış dünyadan içe doğru kaydığının farkındayım, fakat ruh hallerimle sosyal durumlarımı başbaşa götürebilirsem okuyucumun beni daha iyi anlayabileceğine inancımdandır bu. Zira babamın o delilik belirtilerimi anlatırken kulaklarımda duyduğum korkunç gürültülerin bir benzerini, şu an yazarken şakaklarımda hissediyor olmak gibi mazeretimde var. Evet o su sesi iyi gelmişti bana, eski tarihlerde akıl hastalarını böyle tedavi etmiyorlarmıydı, bunun bir rehabilite gücü vardı demekki insan ruhunda. O esnada hemen yanımdaki çeşme başına kar beyaz kıyafetli biri gelip oturdu, ak sakallı9 nur yüzlü tabirine birebir örnek siması ile tv lerdeki o mistik programlardan fırlamış gibiydi. Aynı anda iç güdülerimin taaruzuna uğrayarak her insanda var olan iman kapaklarımın hepsi birden açılıverdi. İçime giren giren o tatlı ürpertinin etkisiyle heyecanımla başedemedim ve tüylerim diken diken oldu. Eğer o an bana dönerek yumuşak bir yüz ifadesi ve davudi ses tonuyla iki söz etse, tek kıblem olarak savunduğum aklımı geri plana iterek bu meçhul adamın peşine takılıp gidebilirdim. Benden isteyebileceği herşey o an zaten içimde olup bitiyor gibiydi. Bir nevi hipnoza girmiştim, bütün önyargılarım ürkütmüştü beni, hoca efendi hazretlerine olan ciddiyetsizliğimden korkmuştum. Ama ne zaman ki çeşmeyi açıp burnundan bir nevi vuvuzela sesleri çıkarıp salya sümükler içinde sümkürmeye başladı, tüm o mistik havam kaçtı. Açılan içgüdü kapaklarım sert bir şekilde kapanıp aklım etkin şekilde devreye girerek kontrolü ele geçirdi. Hep bu beyaz kıyafetli ak sakallı tipler değilmiydi rüyalara girip, ya da tenhada herhangi birine görünerek beylik laflar eden. Her ne hikmetse biri de siyah sakallı veya sakalsız, üzerinde jilet gibi lacivert takım elbiseli olmazdı bunlar. Öte tarafın resmi kıyafeti bu olmalıydı. Cebinden çıkardığı yeşil elmayı suyun altına tutmaya başladığında kendisine bakışım tamamen değişmişti. Beyaz kıyafet sevip beyaz sakalları olan, ve yemeye hazırlandığı elmasını yıkayan yaşlı bir amcadan başkası değildi o artık benim için. Küçük çakısıyla soyduğu elmadan bana bir dilim ikram etme nezaketini dahi göstermedi. Teklif etse zaten birşey yiyecek durumda değildim fakat etmediya, bu hal ağrıma gitti nedense ve kafayı ordan taktım ona. Tıpkı mapushanedeki o gereksiz sofraya davet edilmememin gergin psikolojisine girmiştim. Herşey o elma yüzünden biliyorsun değilmi amca dedim. Azimli çenesinin öğütücülüğüne anlık bir ara vererek, anlamadım diye cevapladı. Diyorumki; herşey o elma yüzünden, savaşların kavgaların, dostluk düşmanlıkların, sevgilerin nefretlerin ihanetlerin cinayet ve günahların her iyi kötü şeyin sebebi o elma. Bir şey söyleyecek gibi olsada duraksamasından yararlanarak devam ettim. Adem yaratılıp cennete konulduğunda bir dini yoktu, elmayı da bu eksiklikten yemiş olabileceğini düşünüyorum bir an. Çünkü din kültürünü alan hakiki inanmış birine yasak şaraptan bir yudum içiremessin. Sonra diyorumki ey adem, senki yaradanı bizzat görüp melekleri önünde secde ettirme onurunu yaşamışsın, sonra cennete yerleştirilerek cümle güzellikler emrine verilmiş, herşey sana böyle açık ve net iken neden yiyorsun elmayı ? bunda havva suçsuz diyemem azmettirici olarak tabiki sorumluluğu var. Bu tarihi vecibeden de anlaşılacağı üzere kadın sözü dinleme huyumuz ilk insana kadar dayanıyor o ayrı, fakat benim asıl anlatmak istediğim icra sahibi adem ve sebep bir elma. Şaşkın bakışlarına daha da odaklanarak devam ettim, peki dedim tanrı cennete yasak elmayı niçin koydu? Adı üstünde cennet orası, cennette yasak olması mantıklımı? Hadi bu çelişkiyi aşarak, diyelimki bizi sınamak için koydu, peki o elmanın yenileceğini tanrı bilmiyormuydu?
Yarattığı insana kendi verdiği yasağa merak dürtüsünün bize neler yaptırabileceğini pekala biliyordu. Bize cennette tutma niyeti yoktu öyle değilmi dedim. Benim seninle şu çeşme başında karşılaşıp bu konuşmayı yapacağımızdan hatta o yediğin elmadan bana ikram etmeyeceğinden, oyuncağını kaybetmiş ağlayan dokuz yaşındaki kız çocuğundan, aynı yaştaki çocuğun belki şuan biz konuşurken tecavüze uğrayıp ağlamayı bile becerememesinden kim sorumlu. Adem’mi Havva’mı tanrımı? Ama ben günahlarımla temiz dergahınızı kirletmeyim bütün suç o elmanın, hadi şimdi yiyebilirsin dedim.
Bu sözlerim sonrası tekrar çeşmeme dönüp yüzüne bakmasam da vermeye hazırlandığını hissettiğim cevabını duymaya istekle hazırlanıyordum. Allahtan değil, eleştirsemde ona mutlak inanırım, ama en azından dini kuşku boşluklarımı doldurabilmek için bilgelikle yaklaşıp, bu deli kulu kazanmak için o kendine has nur yüzünü sufi tavırlarla destekleyerek yapacağı açıklamaları bekliyordum. Onu gönülden dinlemeye hazırdım çünkü zihnimi kemiren bu ve benzeri sorular yüzünden en çok ben boşluktaydım.
Heyy bana baksana sen diye kükremesiyle döndüğümde çok başka bir yüzle karşılaştım. O kadar çirkin bakıyordu ki dünyanın en mide bulandırıcı yaratığı ben olmalıydım. Bütün kötücül arzuların elektiriğine kapılmış gibiydi. O nur yüz gitmiş ve yerine nefesini uzun süre tutmakta olan insanın o boynundan alnına kadar çirkin damarların hakim olduğu bir garip basınç, ve yine ona uygun olarak patlıcan moru ile çürük domates arası bir renk tüm çehresine hakim olmuştu. Her insanda uzanıp sevme ihtiyacı uyandıran pamuk sakalları, saldırmaya hazırlanan aslanın yeleleri gibi herbiri ayrı yönde dikenleşmişti. Bilmem kaç şiddetinde depremle çömüş binanın moloz yığınları gibi çirkin kaşları altında pusuya yatmış iki düşman gözler, onların tarifini ancak ünlü Rus veya Fransız klasik edebiyatçıları yapabilirler. Ben şu kadarını söyleyebilirimki, hani rüyana girse değil ak sakallı mistik ihityar, unutulmaz bir kabus halini alırdı. İlk yüz şekli ile şimdiki arasındaki durum okadar zır ve uyumsuzdu ki, büyük bir ilizyonist başarı olmalıydı bu. Bana önce bu yüzle bu yüzle yaklaşıp, aklın saçma bulup ancak tertemiz imanın inanabileceği izahlar sunarak, sonra aniden bu yüze dönüşse bunu tanrının bir işareti imiş gibi algılar, işte budur diyebilirdim. Lakin durum tersten işleyince daha da itici hal almıştı. Beni sorgulayıp kimin nesi olduğumu irdelemeye, hatta belli belirsiz azarlamaya başladı. Ses tonu da yüzü ve söylemleri kadar çirkinleşti. Beyaz sakallarına ağzından nefret ve kin salyaları saçan dönüşümünün, insanı gerçekten hayrete düşüren zıtlıklarına dalmıştım, öyleki ithamlarına cevap bile veremiyordum. Ama ne zaman ki seni buraya israilmi gönderdi lan dinsiz köpek deyip ve bu söylemden yüzüme pis salyaları sıçradı, o an hışımla sakllarından yakaladım. Tek kelime daha edersen seni şu şadırvanda boğarım, israilin hiç işi yok senin temiz gözüken yüzünün ardındaki lağımı patlatmaya ajanmı gönderecek. Şimdi siktir git lan başımdan deyip sakalını bıraktığım anda, babam başımızda beliriverdi. Kendisinden beklenmeyecek çeviklikle sıçrayarak, oo Salim ağa nasılsın deyip onu can havliyle kucakladı. Fakat ilk başta babam da onu tanımadı, tekrar yüzüne bakıp belki üç beş saniye inceledikten sonra tekrardan samimiyetle kucaklaştılar. Sanırım babam da onu hep olağan nur yüzlü maskesiyle gördüğünden, altından çirkinliği tanımakta zorlanmıştı. Babam beni göstererek; torunum Abdullah tanıştınızmı dedi. Artık ikimizde birbirimize pislikmişiz gibi bakıyorduk, emniyet işkencesi sonrası yarama bakan doktorun yüz hatları vardı ondan. Onu ilk gördüğümde, nur yüz hatlarını kapattığı için fazla bulduğum sakallarını, şimdi aynı yüzü sakladığı için minnetle karşılıyordum. Tek eli hala babamın elinde olmakla beraber, hımm demek adı Abdullah, ne güzelde adı varmış ama bu adın gereğine layık değil dedi. Babam benim benim mapushane ve İstanbul sokaklarıyla başlayan geçmişimle giriş yaparak delilik belirtilerim ve cinlerimi aynı özenle anlatmaya koyuldu. Ah benim zavallı kulaklarım, nasıl da her tehlikeye açıktınız böyle!
Ama bu defa hiç tereddüt etmeden kulaklarımı ellerimle sıkıca kapadım, pek fayda sağlamamıştı zira benden konuşuluyor olmasının bilinci, gerçekte söylenmemiş olanları bile duyuyordu. Kulaklarımın bilincimden daha az duyduğuna kanaat getirdiğimde ellerimi çektim şakaklarımdan. Neyseki babam rahatsız olduğumu anlamış olacakki, konuyu değişip hocam kıyafetiniz ne güzel, çok yakışmış dedi. Bu iltifat üzerine suratına o ilk maskeyi tekrar takıp, maddiyatın pahasını maneviyatının kalitesiymiş gibi sunan bomboş insanların haliyle acınası kaşınarak; sağol Salim ağa sağol, güzel ama değilmi? İpektendir has ipek diye pelerin gibi oradan buradan açıp kapamaya başladı. Peygamberin ipek ve altını erkeğe yasak eden hadisi geldi aklıma, sonra bir ipek mendil için yüz ipek böceğinin canından olduğu. Bu hesaptan yola çıkarsak, çadır gibi kıyafet için kaç ipek böceğinin henüz kozasından çıkmadan canından olması gerekmişti? Kabenin o devasa örtüsü de ipektendi öyle değilmi? Tüm bunların daha derinine girip beynimi kilitlediğim noktada, yine bunlardan doğan bir tutam günahkar sorgulama kalsın elimde istemedim bu defa. Kalkıp gitmeye yeltendiğim anda şadırvanın uzak ucunda tanıdık biri ilişti gözüme. İçine düştüğüm karmaşadan onun sayesinde çekiverdim kendimi. Bu kişi komşu köyümüzden yunus abi idi, ünü türkiye dışına taşmış aldığı ödülleri evine sığmayan, çevresi devasa pazularından geniş, çocukluğumuzun idölü gurur kaynağı, tek kahramanımız yunus abi. Büyük aşk ile severek evlendiği eşini beş yıl evvel kendi yatak odasında bir erkekle yakalamış, adamı felç bırakacak kadar dövmesine rağmen eşine tek kelime etmeden aracına binip, kendini uçurumdan atmıştı. Maalesef ölme konusunda o da benim gibi beceriksiz olmanın karşılığında, birçok kaburgası kırılıp güçlü bir kafa darbesi alması sonucu ciddi beyin travmaları atlatmıştı. Yıllarca yattığı hastahaneler ve psikiyatri servislerinden aldığı ceza ehemniyeti yoktur raporuyla cezaevinden kurtulsada, girdiği bitkisel hayattan kurtulamamıştı. Uzun zamandır köylerde olmadığım için kendisini görememiştim, o kaslı kolları içi hava dolu balonlara, göbeği ise dizlerine kadar inen heybeye dönüşmüştü. Küçüklüğümüzde hayranlıkla izleyip birbirimize günlerce anlattığımız çelikten vücut ileri derecede obez halini almıştı. Sanıyorum kullanmış olduğu antidepresanların bunda etkisi büyüktü, ben kendimden de biliyorumki bu tür ilaçların yaptığı etkiler; aşırı yorgunluk hissiyle uyumak, dünyanın en aç insanı olarak uyanmak ve tıksırıncaya kadar yemek, tekrar ilacı içip tekrar uyumak ve yine aç hep aç çok çok aç uyanmak, ve tekrar uyumak. En güzel etkisi berrak bir netlikle rüyalardı, tabi kabus görmüyorsan!
Başka hiçbir özellikleri yoktu. Yanında altı yaşında küçük kız çocuğu gibi kalan annesinin elini tutmuş başı önde o da suya bakıyordu. Diğer yanına oturup elinin üstüne elimi koyarak, abi nasılsın iyimisin demeye kalmadıki, enteresan şekilde beni tanıyarak, apo sen nerelerdesin hiç görünmüyorsun dedi. Beni tanımış olmasının şaşkınlığını üzerimden atamadan, nasıl olduğunu annesine sormam gerektiği çünkü onun ve cennet arabası arkadaşlarının durumunu onun bilebileceği gibi tuhaf bir cevap vermekte de gecikmedi. Annesi yıllardır onu götürmediği doktor hastahane kalmadığını, ama hiçbiryerde çare bulamayıp bir süredir hoca efendiye gelip gittiklerini, durumunun gözükenden daha kötü olduğunu ve daha da anlatıyordu ki, babamın beni düşürdüğü duruma şimdi onun ben üzerinden yunus abiyi düşürdüğünü farkedip, tamam teyze lütfen susarmısın dedim. Ani refleks ile sesimi yükseltmiş olmalıydımki ağzı açık ve şaşkın kalakaldı. Daha yumuşak ses formu ve cümlelerle devam ederek, teyzem sizi çok iyi anlıyorum, aynı sıkıntılar bendede var, bana hiçbirşey söylemene gerek yok zira bende deliyim dedim. Hee lan seninde cinlendiğini söylemişlerdi ama maşallahın var deyip, aklınca deliyim esprisine gülüştük. Oysa gayet ciddiydim. Gerçi benim rahatsız olduğum husustan yunus abi olmamıştı o sebep refleksimde onu bağlayıcı bir etki yoktu, dış dünyada değildi kendisi. Onun hakkında bilmeyene annesinin anlatması gerekenden çok fazlasını, minicik kadının devasa adamı elinden tutarak çocuk gibi gezdiriyor olması, anlatılamayacak olanı anlatıyordu anlayana…
Teyzem hemen ilk fırsatta yunus abiye göz kulak olmamı rica edip onu bana emanet ederek hoca efendi ile görüşebilecekleri zamanı öğrenmeye gitti. Bir sıgara yakıp yunus abiye de ikram ettim, sonra sordum neyin var abi ben seni anlayabilirim biraz konuşalım istersen, gerçi kullandığın ilaçlar insanda enerji bırakmıyor bilirim ama, burada seni anlayarak bir ben dinlerim emin olabilirsin dedim. Elindeki sigarayı atıp ansızın bana dönerek iki eliyle omuzlarımdan tuttu. Dondum kaldım, hala eskisi gibi güçlüydü, bunu avuçlarının bir kelpeten gibi omuzlarımı sıkıştırmasından hissedebiliyordum. Az önceki o bitik halinden eser kalmamıştı, gözlerimin içine mapushanedeki o güzel gözlü gerçek bir deli gibi bakıyordu. Öyleki bakışları beni delip ardıma geçiyordu sanki. Aynı anda hem bas hem tiz ses halini yansıtan ürpertici bir tonda konuşarak; apo biz üç kişiydik kardeşim dedi, benden iki tane daha vardı, bir ay önce cennet bahçemize giderken uçan arabamızın lastiği patladı, bulut yolundan aşağı düştük, diğer ikisi öldü ben kaldım yalnız, o kadar acılı o kadar yalnızımki kardeşim, bende onlarla ölmek istedim, ama ölemedim, ölemedim ölemedim, diyerek küçük bir bebek gibi ağlamaya başladı. Şaşırmıştım ve pişmandım da, seni anlayarak bir ben dinlerim demekle ne büyük bir patavatsızlık ettiğimi anladım. Artık susmuyordu ve devam etti, onları uçan arabadan çıkarmaya çalıştım ama başaramadım apo başaramadım diye haykırmaları gittikçe yükseliyor, ne yapmam nasıl davranmam gerektiği hakkında bir fikir üretemiyordum. Zira ağlama şekli artık bebeklikten çıkmış tüm o heybetin hakkını veren kükremelere dönüşmüştü. Meydanı inleten haykırışlarıyla herkesin ilgisi bize dönmüş, halini sorduğuma soracağıma pişman olmuştum. Göğsüme kocaman başını koyup kene gibi yapışarak, o kadar acılı ve dertli ağlıyordu ki içinin dramı içime geçmişti. Halen kurtaramadım diye bağırırken, ağzından burnundan gözlerinden gelen yaşlar, salya sümükler anne annemin o kutsal sıvılarını hatırlatmıştı bana. İçime bir hüzün dalgası vurdu, gerçekle ilgisi olmayan bu ruhsal hayalin o kayıp duygusu bir anda bana da geçiverdi sanki. Beni hatırlamış olmasıyla aramızda doğan o iki dakikalık yakınlığın dışına çıkmayım derken, kendimi bir başkasının ruhsal fırtınasının ortasında bulmuştum. Kafamın bu deli hasta tarafından nefret ediyordum ama onsuz olabilmekte elimde değildi bu bendim. Yunus abinin gerçekte olmayan yarasının gerçek acısının duymaya başladım, ölenleri artık bende tanıyordum hatta o cennet arabasında bende vardım onlar artık benimde arkadaşlarımdı, kurtarılamamalarından yunus abi kadar bende sorumluydum. Acıyla ona sarılıp tum ruhumla duygularımla ağlamaya başladım, aynı kaybın acı duygusuyla ikimizde bir bütün olarak ağlıyorduk. Bir süre sonra etraftan koşturanlar birbirimizin enkazını bizdinden güçlükle sökerek aldılar, fakat halen ağlıyorduk, yüzümüze atılan sular fayda etmiyordu ağlıyor ağlıyorduk. Yüzümüze atılan sular fayda etmiyordu kimse ağlamamamızı durduramıyordu. Ben şahsen neye ağladığımıda bilmiyordum artık, sadece ağlıyordum. Bir büyük yükü boşaltmışım gibi ağladıkça rahatlamıştım, sonra yunus abinin üç beş kişi koluna girerek, sanıyorum acil kapısından hoca efendiye götürdüler. Arkalarından baktığımda, teslim ettiği küçük çocuğuna on dakika bakmayı becerememiş, üstelikte onu döverek ağlatmış sorumsuz beceriksiz amcaya gösterilebilecek bir bakış vardı annesinin yüzünde. Kesinlikle mahcubiyet duymadım, kendimi beceriksiz olarak ta görmedim, zira bir deliyi başka bir deliye emanet ederek ne umulmuştu acaba? Hatta bu kararıyla bir delilikte kendisi yapmış olmuyormuydu? Bu düşünce ruhsal modumu tamamen tersine çevirdi, ağlamaktan süzülen gözyaşlarımın kanalı yine hiç kesilmeden kahkaha için akmaya başlamıştı. Sonra ne için ağladığım geldi aklıma, cennet arabamızın lastiğinin patlaması sonucu ölen iki can arkadaşım– ki uçan arabanın lastiği patladı diye nasıl düşüyorsak buluttan- aynı acı ile bu defa yunus abimsiz ağlamaya başladım. Duyumsamam saniyede tam zıttı algıya tutulmuş, zihnim bunu olduğu gibi beynime aktarıyor, bedenim ise dengeli dengesiz tüm komutları kontrol yetkisi olmadan yansıtarak, herşey benden bağımsız işliyordu. Babam acımaklı bir yüz ifadesi ile, o nur yüzlü nursuz hoca ve köse sakallı zata dönerek, bana duyurmamaya çalışan bir sesle; gördünüz değilmi maalesef böyle haller geliyor bu çocuğa dedi. O nursuz hoca evet bunu ona cinler yaptırıyor, kesinlikle cin var içinde cevabıyla, ağlarken gülmeye başladım. Tamam daha evvel de böyle geçişlerim oluyordu fakat tüm duygularım ve ruhumla bütünüyle bu ilk defa oluyordu belkide. Musluğun altına başımı sokmama rağmen kahkahayı sürdürüyordum, o zaman hiç ihtimal verip düşünmemiştim ama şimdi düşündüğümde, bunları bana cinlermi yaptırıyordu yoksa diyorum ve tekrar gülmeye başlıyorum. En basitinden ya hiç kimse beni anlamıyor ya da bu cinler hala içimdeler…
Neyse ki bir süre sonra kendimi güçlükle durdurabildim, belli bir kalabalık karşı yamaca sessizce karşılıklı birbirlerimizi izliyorduk. Kaç sakalı olduğunu olduğunu bir türlü çözemediğim o zat da onlarla çökmüş olmayan sakallarını varmış gibi sıvazlıyordu. Aramız<daki mesafe ve güneşin akşam kızıllığı, olan üç beş sakalını da görmemi engelliyor sanki ağzının içindeki ip makarısını gıdığını gıdığından aşağı sarıyormuş gibi görünüm oluşturuyordu. Beni incelerken kısılan gözlerine koşut olarak eli de duruyor, sonra ansızın gözlerini açarak elini o boş çenesinde hızlandırıyor olması da, gözlerinin kısılmasıyla ağızda takılan makaranın engel bağından kurtularak tekrardan seri şekilde akımını sağlıyordu. Yine ansızın başlayan kahkaha nöbetim beni nefessiz öldürecek zannettim, kahretsizn ağlayabilsem keşke diyordum. Seyircilerimin ilgisi üzerimden dağılmıyordu, ağlamanı gizleyebilirdin fakat kahkaha saklanamazdı. İşin asıl ilginç yanı o hala olmayan makarayı çekmeye devam ediyor, apaçık bu komediyi benden başkasının görmüyor olmasıydı. Bakmak ile görmek arasındaki kör nokta bu muydu? Görmenin milyon bakış açısı olmalıydı, tersmi görüyordum ben hayatı, o halde bunun benim bakış açımla alakası yoktu, yaşam ters duruyor olmalıydı. Artık gülmemek için yönümü değiştirip gözlerimi kapasam dahi, zihnim onun değişik hallerinin daha da komik pozisyonlarını tek tek ayrıntılarla bir bütün olarak önüme seriyordu. İç güdülerimin şiddetli gök gürültüsü, kısa mantığımın yapmam gerekeni söylediği sesleri duymamı engelliyordu. Bu sağırlıktan kaynaklanan körlüğüm durumda oluşan alimi kırmayacak boşluklarımı sözde bir zalim dolduruyordu sanki. Olgun bir olmamışlık doğuyordu içimde. O hallerimi anlatmak kelimelerin anlamını yitirdiği yerde başlar, ötesi elemeler elemeler elemeler, ne yazıp ne söylesem standart kelimeler. Yine o sesi duydum şakaklarımda, zihnimin önünden beynimin sosyal engelini kaldırıverdim. Ve o zayıf cılız zata dönerek, hocam sizin kaç adet sakalınız var, çok saydım bir türlü doğru rakama ulaşamadım, kırk varmı eminim siz saymışsınızdır dedim. İlk tepkiyi o da çirkin bakışlarıyla verdi, yüz hatları korkunç bir değişim göstersede, o nursuz hoca kadar başarıyı sağlayamamıştı zira onunkisi tam bir sihirdi. Lakin o da kendi mümkün olduğu kadar suratsızlaşıp ağzından benzeri köpükler saçarak hakaretlere başladı. Benim sünnetimle alay etmek seni süresiz olarak cehennemde tutmaya yetecektir kahrolası ibllis kafir diyerek üzerime doğru hareketlendi. Araya girenler kendisini güçlükle engelleyebildiler, ben hiç duruşumu bozmadan aynı şekilde oturuyordum, ancak o durduğu yerde sürekli söylenerek histerik semptomlarla zıplıyordu. İmkan bulabilse beni sırf sevabına katletmeye hazırdı, zira içinden dünün el kaidesi hizbullahı, bugünün işidi yarının iflah olmaz yobazı çıkmıştı. Yahu illa da sünnete uyacağım diye çıkmayan sakalını gıdığından komik bir püskül gibi sallandırmak caizmiydi yani? Bu mantığın temeline inersek karnımız doyurmak, su içmek, nefes almak, gaz çıkarmak konuşmak susmak yaşamın kendisi bile bir sünnet biçimi değilmiydi. Sağ duyum ve sol duyum arasında aniden ortaya çıkan dehşetimin kışkırtıcı sesleri, yine bu dünyaya ait olmayan çınlamalarla tüm ruhumda yankılanmaya başladı. Bilincime yakıcı kırbaç gibi değen darbelerin etkisi ve öngörülemez kontrolsüzlükle yerimden kalkarak herkese küfretmeye başladım. Gelmiş geçmiş bütün isyancıları temsil ediyor gibiydim, içimi döndürüp zihnimi bulandırarak canımı acıtan bütün duygularımı üzerlerine kusuyor, sosyal kuralların durumumu billdirmesine izin vermeyen tüm duvarları yıkıyordum. Kendimi başkalarına etkimin hazır tepkisine tamamen kapamıştım. Sesler sessizliğe son vererek farklılaşıp milyon parçaya dönüşse de kulaklar hep aynı duyar, daha ne söylediğimi hatırlamıyor olsam da oradaki herkesin tek durum emir kipiyle katlimin vacip kararını, anlık ortak bir anlık ortak bir anlaşmayla aldıkları barizdi. Kimileri yerden taş kimi sopa kimi kılıç türü hançer, kimisi de mübarek dergahın kutsal taşlarını eline almış bana doğru mutlak katil duygularıyla koşuşturmaya başladılar. Şadırvana dayanmış sedefli iki bastondan birini alarak üzerlerine hareketlendiğim an, başıma bir darbe hissettiğimi anımsıyorum. Sonrası yine küfrederek bilincime geri döndüğümde evde yatakta yatıyordum. Başımda toplanmış şiddetli bir ağrı ve tüm mahalleli ile karşı karşıya kalmıştım. Çok korkup çok tırstım, askeri hastahanedeki gerçek hayallerim rüya içindeki üç beş rüya sendromlarımın nüksetmesimiydi yoksa bu yaşadıklarım. Anam iyimisin oğlum diyerek tam bir Anadolu kadını gibi, ağrılarla dolu terli başımı okşadı. İyiyim ana ne oldu neden herkes başımda iyiyim ben dedim. Babam oğlum iyi olman güzel fakat az kalsın kendini öldürtüyordun, benim torunumdur deyip ortaya atılmama rağmen sakinleştirebilmek güç oldu i,nsanları. Hasta ve içinde cin olduğunu söylemene rağmen nerede ise seni baygın halde linç edeceklerdi, başına odunla vurdular ölebilirdin dedi. İşte duymak istediğim tam da buydu, demekki yaşadıklarım rüya veya hayal değil gerçekti tanrım ne mutluydum, kafamda odun yarası ve şiddetli baş ağrıları bütün mahallelinin endişe ve merakla başımda bekliyor olmasına rağmen, kendimi sağlıklı ve mutlu hissettiğim nadir zamanlardan birini yaşamıştım. İyi olduğumdan emin olan babam ayak ucuma oturarak; oğlum çok kötü küfürler ettin, silah olarak kullanabileceği ne varsa eline alan koştu üzerine, balta ile bile gelen vardı. Neyseki tanıdık ve cinli olduğunu anladıklarında o kadar ağır küfürler etmiş olmana rağmen araca kadar taşınabilmene bile yardım ettiler. Eğer seni oradan kaçırmasak hoca efendiye küfür ettiğini işitip gelenler elinden parçalanabilirdin. Allah razı olsun orada bizim gibi misafir olan İstanbullu bir zat bizi uyarıp uzaklaştırdı. Baba ben hoca efendiye küfrettiğimi hatırlamıyorum, İpek kıyafetli o nursuz hoca ve belki orada bulunan birkaç kişiye daha ağzımı bozmuş olabilirim dedim.
Babam; yahu ne üçbeş kişisi marketçiden tutta gri şalvar giyene, insanların sakalından zihniyetlerine kadar küfrettin, hayatlarında hiç hazzı tatmamış sürekli tespih çekip dua eden ruh hastaları olduklarını, aslında hepsinin gizli sapık olduğunu bağırdın durdun. Yok sa insanlar neden kudurmuş gibi saldırdılar zannediyorsun dedi. Bu kadar programlı sözü ne zaman etmiştim ? başıma odunla vurduklarında hemen bayılmamış olmalıydım o halde? Bilincim bedenimden sonramı kapanmıştı? Bunların olaylarla dakika bağlantılarını yaparak konuyu daha da irdelememek adına, babama başka bir şey sormadım söylemedim. Hangi alanda var olsam acının bir başka çeşidi ile karşılaşıyordum, ruhum ve duygularım çok parçalı bir bütünün etkisi altında kalıyordu, iyileşmem için götürürldüğüm yerden kafama odun yiyerek dönmüştüm. O çok merak ettiğim bayılmanın nasıl olduğunu da böylece deneyimlemiştim, kesinlikle güzeldi tek sorun gözlerini dahi belli aralıklarla zonklatan ağrılardı. Herhangi bir fiziki darbe ile değilde anlık psikolojik şok etkisiyle falan daha eğlenceli olabilirdi. Kontrolsüz davranmış babamın sorumluluk sahasında olan ortamda sosyal hata yapmıştım. Fakat sırf onun torunu oğlu olduğum için beni masum bulma zorunluluğu ile çırpınan yüce gönüllü bir babaya sahiptim, silahını çekip havaya ateş ederek herkesi dağıttığını, başıma vurana kendisi hacı olmasına rağmen onunda ana avrat küfredip kimse ortaya çıkması gerektiğini direterek, görenlerin dahi o durumda görmemiş olduklarını ben yıllar sonra öğrenecektim. Ben ise daha o gün çocukluktan bildiğim, onun kocaman kimliği altında ezilip büzülerek kabuğuma çekildim. Anam ve babamın bana olan sevgilerine karşılık ben onlara ne kadar az şey verebiliyordum. Bana ve kız kardeşim hacer en yakın kişiler olmalarına rağmen, iç dünyama ne kadar uzaktılar ve ne çaresizlerdi.
Babam; oğlum o hocaefendi ermiştir, bazı şeyler sırf onlara malum olur demesiyle yine aynı sesi duydum şakaklarımda, lütfen odamı boşaltırmısınız diyerek yorganı başıma çektim.
Şimdi bu ermiş, neye ermişti, güllü nenem kadar ermişmiydi? Sonra bu malum bana olmuyorsa olmuyordur, oldurmayada çalışmam. Başkasının malumu da bana olmaz, büyüyüp küçülmesi ve tam akıllandım dediği an delirmesi lazım. Lazım da bana olmaz zaten, lazıma da ben lazımım, en çetin iradelerin bile çarpa çarpa köreleceği dalgalarla boğuşmakla geçti ömrüm, ayrılığı ta çocukluktan annemden bilirim, ne zaman mutlu oldumsa ardından gelecek acıyı bekledim. Anasız babasız öksüz çocukluk, şiddet ve baskıyla büyüme çağı, yasaklı ve kısıtlı ergen dönemi, köyün çamurundan kaldırım taşı, samanlık otellerinden şehir parkları, köyün deresinden istanbulun tarla başları, kocaman sandığım minicik dünya, şehir pisliğinde ayakta çamur, doğuşumdan beri her an travma, on dokuz yaşında naçar bir beden, kırk ayaklı zihin topal bir bacak, yarana pansuman ruhuna sargı bezi, her yerde herşeyde ayağının ceset kokusu, yaşanamayan yaşam, ölemeyen ölü, sonunda tanı nedir ne olmuş bana? İçime cin girmiş!
Ruhum bile kendi bedenimden kaçıp kaçıp dönerken, cin aptalmı bu kadar? Yok illa biri birine girmiş ise herşeyden uzak kuytu bir köşe olarak cine ben girmişimdir!....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.