- 757 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ayna Olmak
Aynalara ihtiyacımız var. Dünyaya ayna olacak rehberlere... Dümdüz bakamayacak kadar karman çorman bir bohça çünkü söz konusu olan. Birilerinin derleyip toparlayan, bütüne vardıran bakışına ihtiyacımız var.
Çocukken eğer böyle bir aynamız varsa çok şanslıyız demektir. Mesela annemizse bu ayna; kahvaltı sofrasında bize reçel sürerken arkasındaki pencereden görünen dünyadan içeri esintiler girmesi için ille de pencere kanatlarından en azından birinin açık olması gerekmeyecek demektir. Çünkü o dünya göründüğü kadar dışarıda kalmıyordur, böyle hayatı yüzünde yansıtan bir anne söz konusuysa. Ona baktığımızda ekmeğimize reçel süren, başımızı okşayan, okula giderken kapıdan bizi geçiren bir anne görmeyiz sadece... Bu rolle sınırlı olmayacak kadar içindedir çünkü pencereden görünen hayatın. Kaldırımlarda geziniyordur gölgesi. O gölgenin içini doldurması an meselesidir. Annedir şimdi... Ve çok da memnundur bu durumdan. Karşısındaki ufacık yüzde hayata dair küçük de olsa birkaç şeyin yer edinip dünyayı bir parça daha tanıdık, güvenli bir yer hâline getirmesine vesile olmanın emsalsiz lezzetini tadıyordur.
Az sonra kapıdan çıkacaktır çocuk. Okul saati gelmiştir çünkü. Şimdi gölge olma sırası anneliktedir. İçi doldurulacak gölgeyse o annenin kendisi...
İşte ayna olmanın en baş kuralı da budur zaten. Rolleri karıştırmadan bir sıraya koymak... Sırası gelmeyenleri gölgeye çevirmeyi bilmek...
Şimdi sadece kendisi olarak kaldırımlarda yürürken çok tanıdık bir yerdeymiş gibi hissetse de kendini; yine de eksik bir şeyler vardır sanki. Belki de tam da bu âşinâlık halidir o eksiklik... Keşfetmenin lezzetini çalmıştır ondan. Adımlarını daha bir geniş atıyordur sanki. Biraz daha uzağa taşımak ister gibi evrenini... Belki de hiç bilmediği, içini ürpertecek kadar yabancı bir yerde kaybolmak istiyordur. Tıpkı bir çocuk gibi çaresizce bakınıp durmak çevresine... Ama sonuçta çocuk değil, yetişkin bir kadındır o: Kaybolamayacak kadar çok yol kat etmiş, tüm dünyayı evi yapacak o tebessümü katmayı öğrenmiştir her şeye. Her nereye giderse gitsin çok yabancı olamıyordur artık. Çünkü görünürde geçtiği yerler, karşısına çıkan insanlar ne kadar yabancı olsalar da derinlerde bir yerde o kadar tanıdıklardır ki! Onunla olan benzerlikleri yanında farklılıklar devede kulak gibi, üzerinde durmaya değmeyecek kadar ufak şeylerdir.
Zaten onun aradığı da böyle küçük ayrıntılar değil midir? Her zamanki güzergâhının dışına çıkmak bir parça... Sayısız kez yakınlarından geçtiği ama hiç girmediği bir sokağa sapmak...
Farklı ağaçlar, evler görmek... Balkondaki o yaşlı adamın iki büklüm, yorgun bedeniyle çiçeklerine su verişini seyretmek karşıdaki duvara çöküp de... Hayatın hızla çekildiği elleriyle onlara can verişindeki cömert ruhu görmek... “İyi ki sapmışım bu sokağa” dedirten dolu dolu bir şükran duygusuyla yerinden kalkmak sonra usulca... Gezintiye kaldığı yerden devam etmek öncesinden de büyük bir şevkle...
Ruhsal olarak da farklı bir sokağa sapmak gerekir bazen. Gerçek bir sokak kadar, hatta ondan da farklı yerlere götüren bir geçit, bir kanal açan sana... O yaşlı adamın çiçeklerine verdiği su gibi köklerinden içeri girip can suyu olan dallarına... Daha iyi bir anne yapan seni... Daha iyi bir eş, arkadaş, abla, teyze...
Ama kendine de yeterli suyu çekmesini bilmek gerekir köklerinden... Saptığın o farklı farlı yollarla hiç usanmadan aramak o suyun kaynağını...
Evi bir resim atölyesine çevirmek mesela durduk yerde... Boyalar, paletler bir yanda; üzerine geçirdiğin boyaya bulanmış bir tulumla, acemi bir ressamın elinden çıkma olduğu belli şekillerle dolu bir tuvalin önünde poz vermek büyük bir gururla... Dudaklarında “Daha bitmedi benim hikâyem...” diyen muzaffer bir gülüşün kıvrımı... Karşındaki yüzlerde eserine ilişkin gördüğün tatminsizlik ifadesine şakrak bir kahkaha atıp “İki haftada ancak bu kadar öğrenebildim resim yapmayı... Ama öğretmen kursta en hızlı ilerleyenlerden olduğumu söyledi.” diyecek kadar sıfırlamayı bilmek hayatı...
Zaten acemi bir yanı kalmayan bir insanın diyecek hangi yeni sözü olabilir ki? Ustalık herhangi bir şeyin haddinden fazla tekrarlanması değil midir biraz da? O şeyin içini boşaltmak gitgide; ta ki onu yabancı bir şey olmaktan çıkarıp bir parçan yapana dek... İçi boşalıp kendi olmaktan çıkınca o şey, pencerenin gerisindeki hayatı evine taşıyan bir köprü olma vasfını yitirip önündeki sofrada bulunan reçel dolu tabak ya da dudağına yaklaştırdığın çay fincanı kadar tanıdık bir çehreye büründüğünde, arkanda bir pencere olduğunu hatırlarsın birden. Kanatlarını açarsın ardına dek... Oradan görünen dünyayı cansız bir resme çeviren o havasızlığı def etmek istersin çünkü... Ruhunu havalandırmak için ille de bedenini de havalandırman gerekir... Derin nefesler alman... Kanatlanıp uçamıyordur artık ruhun çünkü... Bedenine hapsolmuştur.
Sarsak adımlar atmalısındır yeniden, bedenine ihtiyaç duymadan da nefes alabilmek için. Düşme tehlikesi geçirmeli, gülünç görünmeyi göze alacak kadar karartmalısındır gözünü... Bilmediğin bir yolda yürüyor olmanın gereklerini yerine getirmelisindir yani. Yeni bir dil öğrenmelisindir mesela... Ya da önceden hiç denemediğin bir örgü modeli, yemek tarifi... Ne olduğu çok da önemli değil, yeni bir şey yani... Hayata tebessüm katacak yepyeni bir yol, hiç sapmadığın sokak...
Kurumaya başlayan toprağına ihtiyaç duyduğu can suyunu ancak böyle sağlayabilirsin çünkü. Köklerinden ancak bu şekilde hayatı çeker, yeni baştan çiçek açabilirsin... Ve ancak bu şekilde tomurcuklar açtırabilirsin dallarında. Senin kadar rengârenk çiçeklere dönüşmeleri için...
YORUMLAR
Tatlı hüzünlere salsa da beni içim titreyerek dalsam da anılara gözlerim buğulansa da bazı bazı...Aldı götürdü beni sevgiler düşle dünyasına yazı..Çok sevdim. Kolay sevemem oysa.
Sevgilerimle.