- 746 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DAR VAKİTLER ( SETENAY KIRAATHANESİ)/Ekrem SAYGI
…Yine birlik teyiz… Manisa’da; Laleli hal pazarının hemen yanında bulunan yumuşak ve kalın sokak halıları ile döşenmiş yürüyüş parkında yürüyoruz. “Halılar çok güzel döşenmiş değil mi? dedi. “üzerine bastıkça yaylanıyor bacaklarımız” “Kardeş” dedi ve devam etti. “Dün akşam Bozköy’ de herzaman oturduğum ‘Setenay kıraathanesi’ ne gittim ve boş bir masaya oturdum. (Setenay kıraat hanesi Boz köydedir. Bozköy Manisanın en pahalı ve en lüks semtlerindendir) Yılların ocakcısı Aydınlı Hüseyin abiden işaretle çay istedim. Çayı çok güzeldir Hüsyin abinin; hatta bir seferinde, abi!!! bu çayın içine ne katıyorsun ki bu kadar güzel oluyor… O, da ”Kusura bakma söyleyemem, meslek sırrıdır” dedi ve gülerek çayımı oturduğum masanın üstüne bırakarak “afiyetle iç” diyerek, ocağına döndü. “ İki gazete vardı masamın üstünde. Bir taraftan çayımı yudumluyor, diğer taraftan, gazetenin sayfalarına hızlı hızlı gözatıyordum. Önümde duran diğer gazeteye bir el uzandı. Başımı kaldırıp baktığımda, yanlış olduğunu ifade edercesine, uzanan bu elin; gözlerinin içine baktım. Sonra saniyeler içersinde, kendisini baştan aşağıya kontrol edercesine gözden geçirdim. Ayaklarında markalı beyaz bir yazlık ayakkabı, kıçında kırem rengi bir şort, üstünde şortunun rengine uygun bir tişört, sinekkaydı tıraşın altından çıkmış hastalıklı ve buruşmuş, toprak rengi ve kahve rengi arasında izahı olmayan renge dönüşmüş bir surat. Başının yanları iki numara tıraş, başının üstündeki saçlar biraz daha uzun, dazlak görünümlü, gururlu ve kibirli görüntüsüyle, karşıma geçmiş; müsaade isteme tevazusunu göstermeden aldığı gazete elinde bana bakıyordu. Belli ki bakışımdan rahatsız olmuştu. Aslında; ya yaptığının yanlış olduğunu söyleyecekti, yada benden tepki vermemi bekliyordu. Öylece göz göze durduk ve kendi ekseni etrafında gözlerini benden kaçırmak için bir iki tur döndü. Ben gazeteyi elimden bıraktım ve hala ona bakıyordum. Sonra benden tepki alamayınca gazetyi de alarak, benden uzak ve göremeyeceğim bir alana geçerek kayboldu. Ben aynı yerde oturup çayı mı yudumlarken bir yurttaş geldi; “Merhaba sandalyeyi alabilirmiyim” dedi. Halbu ki masam da üçtane sandalye boşta idi, Aadamın gösterdiği, tevazu, incelikti ve nezaket karşısında; elbette buyurun dedim. Böyle hale can kurban değil mi? Kendi kendime; edep kavramı çok geniş olsa da; İşte budur edep, işbudur tevazu, işte budur incelik dedim…
Farkında olmadan koşuyorduk koşu parkında. Sırılsıklam terlemştik. Yavaşladık. Ellerini dizlerine koydu nefes almaya çalışıyordu. “Yaşlandık galiba, eskisi kadar koşamıyoruz artık“ dedi. Çimlerin üzerine oturduk. Biraz sessiz ve sakin bekledikten sonra anlatmaya devam etti.
“Aradan hayli zaman geçmişti. Masamın üzerinden tevazu göstermeden, hoşgörüsüzce gazeteyi alan kişi tekrar gelerek; aldığı yere ve gözlerimin içine bakarak aynı şekilde gazateyi aldığı yere bıraktı. Yine göz göze geldik. Belli ki benden hala bir şeyler söylememi bekliyordu. Ben onun gözlerinin içine bakarak zaten tepkimi ortaya koymuştum. Yaptığının yanlış olduğunu neden söyleyeyim ki. Bu tepkiyi sesli olarak verseydim belki de olay çıkacaktı. Ama ben sessiz kalarak dersini vermiş oldum. Belki de yanlış yaptığını ifade eder diye bekledim, Lakin o, önüne bakarak soluncan gibi gözlerimin ucundan uzun adımlarla yürüdü gitti. Daha sonra; Kahvehanenin sahibi Yüksel bey; merhaba diyerek yanıma oturdu. Uzun muhabbetten sonra aynı kişi tekrar geldi. Etrafımızda dolandı durdu. Lakin yüksel beyin hiç birşeyden haberi olmadığı için, biz muhabbete devam ediyorduk. Sonra yüksel beyde kalktı. Ben ise hala oturmakta idim…
İnsanlar neden böyledir, neden başkalarının haklarına saygı göstermezler, hoşgörü, tevazu ve incelik yokmu oldu. “ Anlatayım” dedi. “Bu kahvede ben daha önce, garsonluk ve ocakçılık yaptım. İşte bu söylediğim haraketler bana ters düştüğü için, yüksel beyden müsaade isteyerek ayrıldım. Yani bu kahvenin milletine hizmet ediyordum, masaları siliyor, kül tablalarını temizliyor, akşamları onlar oturuken bacaklarının arasından yüzeylerin tozlarını alıyor ve paspas çekiyordum. Bu temizlik işi gecenin iki ve üçlerine kadar devam ediyordu. Bazen bunların evi yokmudur diye geçiriyordum içimden, çünkü akşama kadar yoruluyor ve bir an önce evime gidip istirahat etmek istiyordum. Yani senin anlayacağın ne olursan ol, bizim toplumumuzda, hizmet eden kişi, hizmet gören kişiler karşısında her zaman aşağıdadır. Köle kavramı çok geniş olsa da, Bir nevi kölesindir onların karşısında. İşte bu kaba insanda beni öyle görüyordu belkide. Bu kahvede çalıştığım zamanlar; buyurun beyefendi derken, böyle beyefendiliğinden bi haber kişilere anlam yüklemiş oluyor ve onlarda kendilerini beyefendi sayorlardı demek ki. Beyefendilik bir sanattır, yürümek bir sanattır, konuşmak bir sanattır, hatta ve hatta yaşamak bir sanattır. Başa dönmem gerekirse; işte bu kahvede garsonluk yapan kişinin önünden, neden herhangi bir şey müsaade alınarak istensin ki. Ben bu kahveye sık sık giderim. Bu olaydan sonra o kişi ile birçok kez karşılaştık, bu karşılaşma anlarında benden merhabasını esirgemedi. Ya dersini aldı, ya da, hoşgörü ve nezaketten bi haberdi...
“Kahve muhabbeti açılmışken yaşadığım buna benzer bir olayı aktarmak istiyorum…” dedi. “İkibin iki yılları olsa gerek, o günlerde devletin memuruyum. Takım elbise, cilalı ayakkabılar, özenle seçilmiş kıravat şık ve delikanlı bir adamım. Gurur ve kibrim olmasa da öyle görüyordum kendi mi, güzel giyinirdim. Güzel giyinmekte bir sanattır. Memleketim olan Ordu’ nun Kumru ilçesinde görev yapıyorum. İş yerinden çıktım, Herhalde uzay kıraat hanesi olacak, önünden geçerken öğretmen arkadaşım Hasan BAYIN (Yaşıyorsa selamlarımı sunuyorum, Ölmüş ise Allah rahmet eylesim) ve çıkaramadığım birkaç öğretmen arkadaşla; Hasan Bayın’ ın çay ikram edeceğim ısrarı üzerine kahveye girdik. Dört kişilik bir masaya oturduk. Çaylarımız geldi, başladık memleket havalarından bahsetmeye… Sohbetin tam ortasında arkamda biri durdu. Döndüm baktım zilzurna sarhoştu. Kendisini tanıyordum, fakat aramızda ne bir hukuk, ne de bir muhabbet vardı. İsmi lzım değil bir köyün muhtarı idi kendisi Seahoşça “Geçe bilirmiyim beyefendi” dedi. oturduğum sandalyeyi biraz ileri sıkıştırarak; “buyurun beyefendi” dedim. Kahve kalabalıktı. Lakin arkamdan zorlanmadan geçebiliyordu. Bizim muhabbet kesilmiş başımızda duran köy muhtarına odaklanmıştık. Muhtar yine başımda bekliyor, fakat hiç oralı olmuyorduk. Tekrar “ Geçebilirmiyim beyefendi” dedi. Adam takmıştı bana fakat neden bilmiyordum. Bu sefer, ayağa kalktım ve sandalyemi de kenara çekerek “Buyurun beyefendi dedim” muhtar gözümün içine baka baka tam açılmış olan yoldan sallana, sallana geçti; bu sefer karşıdan laf atmaya başladı. “Kıravat boynunda, takım elbise üstünde kendini bişi zannediyor” buna benzer bir sürü laflar ediyordu. Bu arada Hasan öğretmen masanın üzerinde bulunan okey ıstakasını elinin içersinde evirip çeviriyor, bizi kahveye ısmarladığı için bu işin sorumlusu benim diyordu. Belli ki olay çıkacaktı. Fakat muhtar sarhoş olduğu için kahve milleti ve unutmadığım ve İhsan CAYAK beyefendi dahil herkes bize sakin olmamızı işaretle öneriyordu. Ona da buradan selam yolluyorum. Sonra muhtar. Kendi kendine konuştu saydı ve bir süre sonra kahveyi terkederken, Hasan öğretmen ayağa kaltı. “Ben bunu bu akşam benzetmem gerek, siz gidin ve sakin olun diyerek bizden ayrılmak istedi ise de, yanımızda bulunan diğer kişiler müsaade etmedi. Şöyle bir muhabbet oldu. “Bak Hasan öğretmen, sen şimdi onu yakaladın, iyi benzettin diyelim. Düşeceksiniz karakola!!! Adam zaten sarhoş, hocam bu sarhoşa mı uydunuz denilse iyi mi olacak, zaten çekti gitti boş ver dediler” beni ve hasan öğretmeni sakinleştirerek ve bir müddet daha oturarak ayrıldık. O muhtarın neden bana taktığını hala bilmem. Kıravatım, elbisem, ayakkabılarım neden onu rahatsız etti hala bilmem. Belkide bir kompleksin sonucunda ortaya çakması muhtemel olan bir sataşmaydı…”
Ekrem SAYGI
20.06.2017
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.