Vesvese
Akşam... Güneşin dönüp geriye baktığı bir akşam...
İnsanlar her zamanki gibi; mutsuz, güzel, çirkin, yorgun, dingin, uykusuz,
miskin, canlı, üzgün, sevinçli, aşık, sevgisiz, çocuk, genç, yaşlı, hasta...
...ve Sinan; genç, yalnız ve hasta.
Birkaç dakikadır içine havayı dört saniyede çekiyor, aldığı nefesi tutup, yedi saniye
boyunca yavaş yavaş bırakıyor. Bu egzersizi üç defa tekrarlaması çoğu zaman işe yarıyordu ama bu defa olmadı.
Bir... iki... üç... dört. Bir...iki... üç... dört... beş... altı... yedi. Olmuyor, hiçbir işe yaramıyor.
Biraz önce göğsüne oturan ağrı, şimdi bir mengeneye dönüşmüş sıktıkça sıkıyor.
’Yok, bu beynimin oyunlarından biri değil, bu başka; bu gerçek bir kalp krizi’ diye geçirdi aklından.
Kolları da uyuşmaya başlamış, uyuşuklukla birlikte bir ağrı kollarından omuzlarına, omuzlarından sırtına kadar uzanmıştı.
İşte dudakları da kurumaya başladı, nefesi boğuklaştı...
Derin derin solumaya çalışıyor ama yeterli havayı bir türlü içine çekemiyordu!
Gerçekten bu defa durum farklıydı, hissediyordu bunu!
Oturduğu banka uzanmak, kendini biraz sonra gerçekleşecek ölümün merakına bırakmak istedi. Evet merakına. Çizgiyi geçtiğinizi düşündüğünüz zamanlarda, direnmeyi bırakır, insanoğlunun gizemine dokunamadığı tek gerçek olan ölümü büyük bir merakla beklersiniz.
Merakla ve sukunetle.
Sinan bu deneyimi defalarca yaşamıştı.
Banka tam uzanıyordu ki;
’Peki ya ölmezsem?’
’Bu da her zamanki gibi ise?’
’Yine bir kurgunun içindeysem?’
’Allah’ım yardım et.’
Vazgeçti uzanmaktan. Eğer ölmezse; abukça, utanılır bir şey yapmış olacaktı!
’İnsan ne kadar da tuhaf, ölüm ve utancı yarıştırabilecek kadar tuhaf.’ diye geçirdi içinden.
Çaresizliğin ne denli ağır bir yük olduğunu bir kez daha deniyordu. Belki de son kez!
Ama çaresizlik yükü insanın tek başına kaldırabileceği bir yük değildir. Başka bir insan daha gerek, insanlar.
Bu şu anda Sinan için geçerli değil ama.
İnsanlarla göz göze gelmekten kaçınıyordu. Olur da biri durumunu fark edip:
’ Kötü görünüyorsun kardeş, bir durum mu var?’ diye soracak olursa, hastalığı daha da şiddetlenecek,
tamamen kontrolden çıkacaktı. Hoş, böyle duyarlı insan kalmış mıydı ki? Yine de tedbirli olmalıydı, bir numuneye denk gelebilirdi!
Ambulans çağırmayı ise, bir seçenek olarak asla düşünmüyordu. Hastalığının ilk zamanlarında bunu yapmıştı bir keresinde.
Yapmıştı ama hastalığı da zirve yapmıştı! Kalp krizi değil de, beyin kanaması geçirdiğini veya geçireceğini düşündüğü bir zamanda ambulans çağırmıştı. Ambulansın gelmesini beklerken korku ve endişesi öyle bir hal almıştı ki, daha fazla dayanamayıp olduğu yere yığılmıştı.
Üstelik ambulansla hastaneye götürüldüğünde, hastanenin kapısından girer girmez beyni kanamaktan vazgeçmiş, her şey normale dönmüş, bu durumdan en çok da kendinden utanmıştı.
Şimdi ne yapmalıydı?
Doktorunun bu gibi durumlar için önerdiği egzersizi yeniden denedi:
Bir... iki... üç... dört... Bir... iki... Faydasız.
-Yok, yok bu panik atak değil, bu bildiğin kalp krizi. Bu daha öncekilerin hiçbirine benzemiyor. Ölüyorum işte.
-Sol kolum diğerine göre daha şişkin.
-Bulanık mı görüyorum.
-Ölüyorum.
-Bulanık görmek kalp krizi belirtisi değil ki
-Keşke korkmayıp okusaydım tüm ayrıntılarıyla belirtilerini.
-Çok daha hızlı atmaya başladı kalbim.
-Ama korkup heyecanlandığım için bence.
-Yok değil, bu kalp krizi.
-Ölüyorum.
-Bir... iki... üç... dört...
Aklına ilacı geldi. Sonra ilacın fayda etmediği. Oturduğu bankta hiç kımıldamadan duruyor, kalbinin gümbürtüsünü dinliyordu.
Gözleri kararır gibi oldu birden. Korkusu daha da arttı. Ani bir hareketle ayağa kalktı, sendeledi.
Bu da neydi böyle? Ayakları onu zar zor tutuyordu. Hayır, hayır bu kalp krizi olamazdı.
Bacakları uyuşuyordu, dizlerinde karıncalanmaalar, batışmalar...
Bacaklarını çimdikledi. Çok az canı yandı. Adım atmak istedi, ama bacakları onu tartmayacak gibiydi, yapamadı.
Yoksa?
Evet, felç geçirmek üzereydi!
Yavaşça tekrardan oturdu banka.
Gözlerinin önünden tekerli sandalyelerden oluşan bir konvoy geçti. Bir tanesinde kendisi oturuyordu. Çok da mutsuz görünmüyordu. Yaşıyordu ve yürüyememek çok büyük bir eksiklik olamazdı. Gözü görüyor, kulağı duyuyor, aklı işliyordu. Nedir ki yürümek!?
Ayaklarını oynatıp, felç olup olmadığını kontrol etmek istedi. Oynatabiliyordu ayaklarını. Demek ki, felç öyle pat diye olan bir şey değildi! Belki de yalnızca sol tarafına vururdu, belki yalnızca sağ tarafına. Tercihi belliydi, içinden geçen duası da:
’Allah’ım, sol tarafıma vursun ne olur. Ben sol elimi ve ayağımı iyi kullanamam.’
Yaklaşık on beş dakikadır kalp krizi ve felç beklentisi içinde boğuşan Sinan, ikisinin de gerçekleşmediğini görünce diğer olasılıkları değerlendirdi... Mide kanaması olabilir miydi? Veya bağırsaklarında bir yırtılma, apandisit, safra kesesi patlamış da olabilirdi!
Nefesini zor alıyordu, akciğer mi yoksa? Karaciğer veya böbrekler mi?
İki elini banka dayamış, gözlerini yerde bir noktaya sabitlemiş olabilecekleri düşünüyordu. Sonra birden aklına iki saat kadar önce yediği tavuk döner geldi. ’Tabi ya, ne kalp ne mide; zehirlendim ben.’
Nasıl unutmuştu ki döner yediğini. Zaten etin rengi ve kokusu da bir tuhaftı! Üstelik dönerci pek de temiz ve işine bağlı birine benzemiyordu. Neden yemişti ki? Kaç defa söz vermişti bir daha döner yemeyeceğine. Git çorba iç be adam!
Kızıyordu kendine, kızmakta sonuna kadar haklıydı. Tekrar tekrar kızdı kendine...
Oturduğu yerden kalktı, yavaş yavaş hastane yönünde yürümeye başladı. Bacakları onu tartabiliyordu. Göğsündeki ağrı da kaybolmuştu.
Ama midesinde bir bulantı başlamıştı. Elinin tersiyle alnını yokladı, ateş gibiydi! Alnı yanıyordu ama bu sıcak yaz gününde bu üşüme hissi de neyin nesiydi? Ne kadar da bitkin ve halsizdi!
’Kesin zehirlendim, kesin!’
Birden hızlı hızlı yürümeye başladı, bir an önce hastaneye varıp acil bir müdahale gerekiyordu. Hastane 8-10 dakikalık bir mesafede idi.
Taksiye mi binseydi acaba? Evet, bir taksi çevirip bir an önce hastaneye yetişmeliydi. Bir dakika bile önemli olabilirdi!
Ama taksiyi durup beklemek istemedi. Öyle hemen boş bir taksi bulamayabilirdi. Hem yürüyüp, hem de birkaç saniyede bir dönüp arkasına bakıyordu. Böylesi daha akıllıcaydı!
Yürüdükçe terledi, terledikçe yürüdü... Birkaç taksiye işaret etmişti durması için ama boş değillerdi. Yürüdü, daha hızlı yürüdü...
Evet, işte hastane görünüyordu. Birkaç dakika sonra sedyede yarı baygın bir şekilde koşuşturacaklardı Sinan’ı!
Bir hemşire serum bağlarken, diğeri oksijen maskesini takacaktı! Doktor acilen midesini yıkamak gerektiğinin talimatını verecekti.
Ve daha donanımlı bir hastaneye kuş kanadında nakledilecekti!
Hastanenin bahçesinde henüz girip birkaç hızlı adım atmıştı ki, telefonu çaldı.
Arayan can, canan, sevgili, arkadaş, dost...; Nihal
-’Merhaba Sinan’ım, nasılsın canım?’
-’Merhaba Nihal, iyiyim şükür. Sen nasılsın sesine kurban olduğum?’
İki sevgili konuşmaya başladılar...
Sinan son bir saatte yaşadıklarını tek tek tüm ayrıntıları ile anlatmaya başladı...
Anlattıkça, Nihal kahkahalar atıyor, Sinan ise sevgilinin kahkahalarıyla daha mizahi bir dille coştukça coşuyordu.
En çok da tavuk döner evhamına gülmüştü Nihal. Çünkü biliyordu Sinan’ın ne zaman tavuk döner yese, ’Kesin zehirlendim’ vesvesesi ile saatler geçirdiğini.
Yaklaşık yarım saat kadar konuştular. Sinan telefonunu kapattığında kendini hastane bahçesinde bir bankta otururken buldu.
Kalktı ve yüzünde nedenli bir gülümseme ile yürüdü.
Ne göğsünde ağrı, ne başında sızı vardı. Bacakları da oldukça güçlü idi. Terlemesi ve üşümesi geçmiş, nefes alış verişleri düzelmişti.
Böyleydi bu hastalık. Bir yalnızlık hissi ile aniden gelir, bir kahkaha ile gidebilirdi.
Bilimin panik bozukluk, Kitap’ın vesvese dediği bu illete yenilmemeniz ümidiyle...