- 1408 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
'storyteller'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dünyanın en saçma günüydü. Klozetin üzerinde oturmuş, başımdan geçen o günü düşünüyordum. Banyo da ne varsa sakindi. Aslında dışarıdan bakıldığında benim için de sakin biri olduğum söylenebilir. Daha ileri gidip, safdil, boşboğaz ve kafası çalışmayan biri bile diyebiliyorlar. Bunları başkalarından duyuyorum. Bir başkasının benim hakkımda beni aşağılayıcı sözler sarf etmesi bana zevk veriyor. Bu tür sözlerin bana neden zevk verdiğini şu anda anlatamam. Başka bir zaman akışı sonrası da anlatabileceğimi düşünmüyorum. Zaten onlar beni tanımıyorlar. Kimsenin beni tanımasını da istemiyorum. İçimdeki arzunun kökenine dair bir şeyler sezen olabilir. Çok zayıf bir ihtimal de olsa böyle sezgili insanlarla karşılaştığımda heyecanlanıyorum. Uygarlığın son deminde yaşayan canlılar olarak bu tür heyecanlar benim gibi sakin bir insan için fazla geliyor. Çamaşır makinesinin kapağı açık kaldığında korkan, pencereyi hafif aralıkta bıraktığımda içeri kuşların gireceğinden ürken, söylemek istediğimi doğrudan söylemekte zorluk çeken çekingen biri olduğum için başıma böyle bir olay gelmiş olabilir. Fakat bir şey anlatmayacağıma dair az önce bir şey söylediğimi anımsıyorum. Herhangi bir fırına girip kepekli ekmek aldığım da duyduğum kıvanç gibi bir şey! İşte farklıyım! Lavabonun üzerinde duran zeytinyağlı sabun kabına doldurulmuş beyaz renkteki sabun yine canımı sıkıyor. Neyse ki her zaman aptalca düşüncelerim olmuyor da, elime sperm akıttığımı düşünmüyorum.
Az ötede duran beyaz kapak çöpe atılmayı bekliyor. Burada, banyo da çöpe atılması gereken çok şey var. İlki az önce söylediğim beyaz kapaktı. Bir lavman tüpüne ait beyaz kapaktan bahsediyorum. Hiçbir işe yaramayan lavmanın beyaz bir kapağı. Kıvrımları var. Bu deseni ona veren, küçük tüpün ağzı. Bu desene sahip olmasının sebebi tüpün ağzını kapalı tutmaktan başka bir şey değil ve böylece gereksiz bir bilgiyi de sizinle paylaşmış oluyorum. Sonra elime geçen şampuanın açık kapağını burnuma doğru yaklaştırıyorum. Üç yıl önce alınmış bir şampuan bu. Arkadaşım almıştı. Birkaç gün yanımda kalmış ve bu şampuanla duş alıyordu. Yıllar önce aynı şampuanı ben de kullanıyordum. Sonra kafatasımda ilginç reaksiyonlar yaşadığımı hissedince bu şampuanı kullanmaktan vazgeçmiştim. Şampuanı yerine geri bırakıyorum. Bu sefer elime tıraş köpüğünü alıyorum. Arka tarafında pek çok dilde yazılmış açıklamalar mevcut. Hiçbir dili beni memnun etmiyor. Bu tıraş köpüğünden ve onun yalancı ferahlık hissinden de nefret ediyorum. Onu da şampuanın yanına bırakıyorum. Üzerinde bir kadının dudağına ait olduğu kesin ve de gülüşüyle bembeyaz dişlerini gösterdiği diz tozunu elime almak üzereyken kalkıyorum. Burası kesin. Elime bulaşan spermlerden kurtulmak için kaç litre harcadığımı hesaplayabilirdim. Önce dairenin kapısıyla eşiği arasına ayakkabımı koyup, altı basamaklı merdivenden inip su saatine bakmalıydım. Bir fenere ihtiyacım olacaktı. Aklımda tutamayacağımdan dolayı da bir de kâğıt kalem gerekiyordu. Saatte son yazılı uzun sayıyı not edip, ayakkabıyı eşikten çekip, kapıyı kapattıktan sonra elimi yıkayabilirdim. Tekrar o ayakkabıyı kapıyla eşik arasına koyup, su saatindeki uzun sayıyı önceki notun altına yazacaktım. Ayakkabıyı bu sefer gerçekten yerine bırakıp, kapıyı kapatıp, kanepede uzandıktan sonra bu iki uzun sayıyı birbirinden çıkarıp, kaç litre su harcadığımı böylece öğrenebilecektim. Fakat benim basit hesaplamam su saatinin litre bazında hesaplanamayacağına dair şüpheler üzerine bunların hiçbiri yaşanmadan vazgeçtim.
Bir kere söz vermiştim. Söz vermek meşakkatli bir iş. Bu yüzden kimseye söz vermiyorum. Hatta söz vermemek için insanlarla iletişimimi kısa tutuyorum. Çünkü insanlar hep bir beklenti içerisinde oluyorlar. Bazen ben istiyorum. Bir şey bekliyorum. Herhangi bir soru da olabilir ya da ‘şu saatte, şurada görüşelim’ tarzı bir sonraki akışa dair beklenti de oluyor. Hayır, anlatmak zorundayım. Dünyanın en saçma gününe sebep şeyi anlatmak zorundayım. Buna mecburum ve kimse beni dinlemek zorunda değil.
Acılar… Dünyanın her yanında benzer acılar ve sonu ölümle biten hadiseler hiç bitmiyor. Bunun bitmesini istediğim zamanları düşünüyorum. Ne kadar da aptalmışım! İyi insanlar varmış ve kötü insanları yenecekmiş de, böylece bir daha acı olmayacakmış! Bu beklentiyi insanlar çocuk sahibi oldukları zaman yenilemeye başlıyorlar. ‘En azından biz mutlu olmadık ama çocuklarımız görsün, evet, yarınlar güzel olacak’ diyen insanların olduğu ve olmaya devam edeceği bir dünyada boşuna emek veriyoruz. Bir roman da yaşıyor olsaydım, sanırım orada en vasıfsız insan ben olabilirdim. Kamburu olan bir adamın bile çirkin görüntüsü haricinde bazı yetenekleri vardır ki, bunlara sahip olmak için insan heves edebilir. Basit ve en genel tabiriyle yeteneksiz biriyim. Bunu neden itiraf ediyorum ki? Ne olduğumu bana söyleyen insanlar var zaten, kendimi ifade etmem lüks kaçıyor.
‘Eğer beni gezdirmezsen, bir kilo ağlarım.’
‘Öyle söylenir mi kız, kilogram değil, litre diyeceksin. Bir litre ağlarım.’
Buz gibi bir espri sonucu, birkaç gün değil, hafta sonrası, günlerden cumartesi olmayan, pazartesiye ait bir gündü. Çocukken babamı sinirlendirdiğim zaman benim ona yaptığımın aynısını babam bana yapardı. Ona ne mi yaptım? Önce babamın ne yaptığından bahsedeyim. Babam küserdi. Bazen on beş dakika sürerdi küsmesi, bazen de bir saat. Onu üzdüğümü düşünüp, o eve gelene kadar acı çekerdim. Bana tokatlasa, küfretse daha iyi olabilirdi ama o daha kötüsünü yapar, küser, konuşmaz ve asık suratıyla eve girdiği an ondan gelecek hafif bir gülümsemeyi beklerdim. Ağzını bıçak açmazdı. Her defasında haklı olduğumu düşünürdüm. Bir keresinde daha fazla haklı olduğum için ona ben de sinirlenmiştim. Ben susmak değil, konuşmak istiyordum ama karşılıklı tertiplediğimiz tiyatro için zıt karakterler de olsak, çekim gücümüz zamanın akışıyla doğru orantılı oluyordu. Bir keresinde akrabanın birine misafirliğe gitmiştik. Yemek yedikten sonra ne elimi yıkamıştım ne de ‘afiyet olsun, elinize sağlık’ tarzı bir şeyler söylemiştim. Çünkü yemekten kıl çıkmıştı. Aslında bu akrabanın evinde yaşayanların kıllı yemek yemeye alışkın insanlar olduğunu düşünüyordum. Ne zaman ‘aç mısın, yemek yer misin’ diye sorduklarında, yüzümü ekşitip, ‘tokum ben, vallahi tokum, yedim evde’ demeye çalışsam da, küçük bir çocuk olduğumdan dolayı sözüm pek değerli olmazdı. Sonuçta hep beraber yemek merasimi düzenlenirdi. Yemekten kıl çıkmasa bile bu sefer yemeklerin lezzetsiz olduğunu düşünürdüm. Yine yüzümü ekşitirdim. Tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Ekmekten bir parça koparıp, yahni dolu tabağın içerisine daldırdığınızı hayal edin. Şevksiz bir şekilde o ekmek tabaktan ağza doğru giderken ekmeğin etrafına sarılmış uzun bir kıl parçası gözüme iliştiği zaman feleğim kayardı. Yahni neyse de, kaşığı pilava daldırdığımdaysa daha iğrenç bir görüntü ortaya çıkardı. Tabakta duran pirinçten tepe Ferhat kuvvetiyle yıkılmaya yüz tutmuşken, kaşığın içerisindeki pirinçlerin arasında kılın ucu gözükürdü. Solucan gibi bazen başının ucunu gördüğüm olurdu. Peki, size en kötüsünü söyleyeyim mi? Farkında olmadan ağzımda bir kılı çiğnediğim zamanlar, işte o zaman kıyametin kopması gerekiyordu. Ben dünyanın en bahtsız çocuğu filan değildim. Tamam, sahip olduğum bisikleti dayım bana vermişti. O da kuponla o bisikleti almıştı ve üzerinde İngilizce yazan dağ kedisine bayılıyordum. Fotoğraf albümünde en lezzetli fotoğraflardan biri dayımın o bisikletin üzerinde çektirdiği fotoğraftı. Dayım benim en iyi arkadaşımdı. Tamam, o da herkes gibi benimle alay ederdi, hatta daha ağır şakalar yapardı ama kavga etmeyi öğretmişti. Hiç kimseyle kavga etmemiş olsam da şimdiye kadar, o bana daha ufacık çocukken kavga nasıl edilir öğretmişti. Çocukluğunun bir kısmı ve gençliğinin en güzel yılları İzmir’in güzel olduğu zamanlarda geçmiş bir insandan bahsediyorum. Nermin ona âşıktı. Nermin’e yazdığı mektupları anımsıyorum. Mankenlik ajansı önünden eğer anneannem onu çevirip, eve zorla götürmüş olmasaydı belki de şu an dayım paraya para demezdi. Ne derdi? Bu benim sorunum değil. Eğer manken olsaydı onun çözmesi gereken bir sorundu elbette. Hem basketbolu hem de futbolu iyi oynayan birinden bahsediyorum. Dayıma âşık filan değildim. Çocuk yaşta homofobik biri olduğumu hatırlıyorum. Okulun tuvaletine ne zaman girsem, pisuarlarda işeyen çocuklara tiksinerek bakar, kendime özel ayırdığımı düşündüğüm, kapısı kilitlendiğini iyi bildiğim bölmeye geçerdim. Ne gereksiz ayrıntılar bunlar şimdi! Dayım idolüm filan de değildi. Hep sorunlarla uğraşıyordu. Bir sorun bitiyor, onu hallediyor, yerine bir başkası geliyordu. Sorun çözen adamlardan nefret ederim. Hayır, dayımdan nefret de etmiyordum. Nermin’le ilişkilerinin sürmeyeceğini bilip, son mektubunu yazmıştı. Postaneye doğru gidiyordu. ‘Nereye gidiyorsun’ diye sormuştum. İzmir’de ki Nermin’e mektup gönderiyordu. Hani beraber arşınladığımız Bayraklı sokaklarında, bok kokan denize karşı terli yüzlerimizle gülümsediğimiz günlerde, benim haberim dahi olmadan elini tuttuğu, belki de öptüğü Nermin’den bahsediyorum. Sahi, Nermin şimdi ne yapıyor acaba?
Yüzüne baktığımda gözlerimdeki ifadeyi anladığını düşünüyordum. Mesafeli durmuyordu. O gün maalesef gelmişti. Söz verdiğim gibi beraber gezecektik. Böyle anlatınca anlamsız geldiğinin farkındayım. Biriyle gezip tozmanın ne gibi sakıncası olabilir? İçimde ph dengesi kurulmamış mineral kavgası başlamıştı. Gençliğinin verdiği enerjiyle benim de köklerime kadar ilişiyor, enerjik hissetmemi sağlıyordu. Normalde duyarsız bir şekilde geçtiğim yerler; kaldırımlar, çınar ağaçları, baraj ve dahası başka bir görüntü içerisinde karşıma geçmiş, benimle oynuyorlardı. Hayır, aramızda bir şeyin geçmemesi gereken, eğer geçerse rezil olacağım, bunun başıma büyük belalar aldıracak bir şey olduğunun da farkındaydım. Elli sene öncesinde çekilmiş bir filmdeki yüzü onun yüzünde bulduğumu, onu kendime bu kadar yakın hissetmeme sebebin bu benzerlik olduğunu ona söyleyemezdim. Saçları Chantal Goya’nın ilk oyunculuk deneyimindeki saçları gibiydi. Yüzü, evet yüzü, dudakları, hafif bir gülümsemesinin insanın içini sünger gibi ezen ve tahrik eden taraflarıyla herkesten uzakta, yan yana ve Tanrı’nın bile bizi ilgiyle izlediği bir yerdeydik. Bunu yaptığıma, nasıl olur da ona söz verdiğime hala bugün inanamıyorum. Bir kere söz vermiştim, sözümü tutmak zorundaydım. Bunda büyütülecek o kadar çok şey var ki, hayır, siz dikenleri dahi olsa bir gülü sevmeyi normal karşılayabilirsiniz. Peki ya o güle sarılmış sarmaşıkları, süt otlarını, ayrık otlarını kim ayıklayacaktı? Ben mi? Güldürmeyin adamı. Ellerimi kırmak için kaç kere sert bir taşı gözüme kestirdiğimi size anlatamam. Çimenlerin üzerinde uzanırken, benzin istasyonundan aldığımız şeylerin olduğu poşet benim sağ tarafımdaydı. O benim sol yanımda uzanmış, elinde cep telefonu, yüzünde yine o tahrik eden gülüşüyle ‘ne güzel’ diyordu. Güzel olan neydi? Canım sıkıldığı zaman -itiraf etmeliyim ki sıkılmadığı zaman azdır- gelip kuşları dinlediğim bu yer de neden hem bu kadar iyi hem de kötü hissediyordum ki? Korkmuyordu benden. Bana karşı güveni vardı. Ben ona bir şey yapmayacak kadar namuslu bir adammışım. Bunu benim kulağıma çıtlattıkları zaman ürpermiştim. Namusla alakası olmayan bir konudan bahsediyorduk. Söz vermiştim. Kahrolsun verdiğim o söze ve sözü gerçekleştirmiş olduğum güne mi demeliyim? Çimenlerin üzerinde oturmadan önce iki kez ona dokunmuştum. Birincisinde tokalaşmıştık. Basit bir şeydi bu. İkinci kez onu bir konu da uyarırken omzuna dokunmuştum. Hafiften kolunu da sıkıp ‘böyle yapmamalısın’ demiştim. Bunu derken son derece ciddiydim ama sonradan ona o an dokunduğum zaman neler hissettiğimi hatırlamış ve kötü bir şey yaptığımı anlamıştım.
Yüzüne rahatça bakabilirdim elbette, yüzünde sıkıntı yoktu. Benim çimenler üzerinde kıçım vardı. Her normal insan gibi bir kıçım vardı ve çimenlerin üzerindeydi. Eziyordu böcekleri büyük kıçım. Onun kıçı da vardı. Ne ilginç bir şey bu kıç! Sonra maskelerim vardı. Usta bir tiyatrocuydum. Gerçek yüzümü saklıyordum. Benim külotum kadar kısa pantolonundan öteye çimenler üzerinde rahat tavırlar sergileyen bacaklarına bakıyordum. Bakmıyordum. Bakıyor, sonra bakmıyordum. Bakmıyordum ama bakıyordum. Hiçbir şey anlayamıyor muydu? Böyle ıssız bir yere neden gelmiştik ki? Hâlbuki gezecektik. İşte geziyoruz ama gezilecek onca yer varken, ormanın içindeydik. ‘Hava alalım mı biraz’ diye sorduğumda, ‘uzaklaşalım denizden, oh mis gibi oksijen’ dediği an yine saf bir şekilde doğruyu söylüyordu. Oysa deniz kenarında oksijen miktarı daha yoğun olmuyor muydu? Bu sefer her türlü yanılsama bilimsel dışı sayılabilirdi. Gözümü kapatıp, ağaç dallarının çıkardığı sesleri dinliyordum. Hala telefonla uğraşıyor sanıyordum. Başını bana doğru çevirip kulağımın içine baktığını, kulağımda kir olup olmadığına bakacak değildi ya! Ama yanılıyordum. Bana bakıyormuş, hem de bu sefer gülmeden, yüzünde son derece ciddi bir ifadeyle beraber. Yüzümde sıcak bir şey hissettiğim an kalbim duracak gibiydi. Ocakta ısıtılmış demir bir gömlek düğmesi gibi bir şey yüzümde dolaşıyordu. ‘Ne yapıyorsun’ demek istiyordum, bunu söylemem gerekiyordu. Parmağıyla yüzümde dolaşmadık yer bırakmamıştı. Son olarak soğuk çayla beraber bir nebze kuruluğu gitmiş dudaklarımda bu düğme hareketine son vermişti. Konuşmak istiyordum, gerçekten ‘ne yapıyorsun’ diye sormak istiyordum ama dudaklarımı birbirine kenetleyen o sıcak düğme parçası buna engel oluyordu. Başını koluma doğru yaklaştırıyordu. Gözümü açmıştım. Meraklıydı gözlerim. Bir şey yapmaya çalışıyordu ve bu yapmaya çalıştığı şeyin acemisiydi. Sağ elini başının altına yaslamış halde bu sefer düğmeden vazgeçmiş bir halde, harlanmış ateşiyle elini kalbimin üzerine tutuyordu. ‘Böyle hissedemiyorum ki’ dedikten sonra toparlanıp, kulağını yaslamak üzere göğsüme doğru eğildiğinde içimden ‘bu kız niyeti bozmuş’ diye düşündüm. Fakat engel olmak istemiyordum. Yapacağımız bir yanlış ikimizin de hayatında buruk bir hatıra olmaktan da öte, rezalet olacaktı. Saçının ucu dudağıma doğru gelmişti. Nedense bu saçtan tiksinmiyordum. Dudaklarımın üzerinde sabitlenmiş bir şekilde duracağını sandığım an, başını kaldırıp, ‘ne güzel atıyor kalbin’ dedi. Bu sefer kızgın demir düğme uzakta olduğu için dudaklarımı açıp konuşma fırsatı yakalamıştım. ‘Ne yapıyorsun sen’ diye sordum. Gülümsemese her şey daha güzel olacaktı. Kulağımdan beynime doğru akan bir sıvı hissediyordum. ‘Sen de benim kalbimi dinlesene’ dedi. ‘Hayır’ derken biraz yüksek sesle ve sinirli bir şekilde söylemiş olmalıyım ki, bakışları donuklaşmış ve hüzünlü bir hale doğru geçiş yapmıştı. Poşetin içerisinden çıkardığım pet şişenin kapağını açarken, ‘önce ben içeyim mi’ dedi. Suyu ona doğru uzattım. Sahi, neden tek pet şişe su almıştık ki? O şişeyi bana uzatırken, çocukken yaptığımız gibi yapmaya karar verdim. Dokundurmadan şişenin ağzını dudaklarıma, suyu ağzıma yukarıdan dökecektim. Son derece başarılı bir iniş olmuştu. Bana bakıyor, arada çimenlerden birkaçını yoluyor, uzun bir parçasını ağzına götürüyor, sonra ağzındaki o çimeni atıp, tekrar çimenleri yolmaya başlıyordu. O an ya kalkıp geri dönecektik şehir merkezine ya da uğraşacak başka bir şey bulacaktık. Aklıma satranç oynama fikri gelmişti. Bunu hemen onun paylaşmak zorundaydım. ‘Bagajda satranç takımı var, oynayalım mı’ diye sordum. ‘Oynayabilirdik ama ben sana küstüm’ dedi. Hiçte küsmüş gibi hali yoktu. Dudaklarını büzüştürmeye bile çalışmıyordu. ‘Ne oldu’ diye sorunca, ‘dinlemedin kalbimin sesini’ dedi. Çocuksu bir merakla bunları yaptığını düşünmem gerekiyordu. Böylesi en mantıklısıydı. Beyaz tişörtünün altında bir kalp vardı ve benim onu dinlemem gerekli miydi? Arzusunun tahrik boyutunun farkında olmaması mümkün değildi. ‘Peki’ dedim. ‘Dinleyelim şu kalbinin sesini bakalım.’
Yenik düşmüştüm. Su içerken ikimiz de oturuyorduk. Şimdi birkaç dakika önce uzandığı gibi tekrar çimenlerin üzerine uzanmış haldeydi. Yavaş yavaş yaklaşıyordum. Bir yılandan çok, kıçıyla toprağın etrafında sürtünen ayıya benziyordum. Elleri boşluktaydı. Benim kalbim daha hızlı çalışıyordu. Uzun zaman olmuştu, bunun farkındaydım. Kalbim tek bir yere kan pompalamak için durmadan çalışıyor gibiydi. Başımı yeni yüz geçirilmiş yastığa bırakır gibi hafifçe hareket ettiriyordum. İki ufak göğsünün ortasına sağ kulağımı yaslarken yüzüme ter basmıştı. Az önce içtiğim su hemen etkisini gösterirken, onun alev gibi ellerinin kocaman top güllesine benzeyen başımı iyice kendisine doğru çektiğini hissedince kendimi geri çekemedim. Bu şok durumunu atlatmak, yanlış bir şey yapmadan şehir merkezine geri dönmek istiyordum. Burnum sağ göğsü üzerine iniş yaparken, hem göğsünü hem tişörtünü hissediyordum. Arada bir şey daha vardı ama çok sert değildi. Top güllesini havayı döven bir el alıp, yerinden kaldırırken bu sefer ellerimin arasında onun yüzü vardı. Saçlarını, kulaklarını okşarken ‘ne yapmaya çalışıyorsun sen kızım’ dedim. ‘Güzel miyim sence’ diye niye soruyordu ki? Güzeldi, lanet olsun ki beğeniyordum onu. Beğendiğim için de korkuyordum kendisinden. Pürüzsüz cildi, lekesiz yüzüyle o kadar yakındık ki birbirimize, sadece bakıyorduk. Saçlarını, kulaklarını okşamayı bırakmış, bu sefer ellerimi ateş gibi sıcak bildiğim ellerine doğru götürdüğüm an bir anlık dikkatsizliğim sonucu başını hafifçe kaldırıp dudağımdan öperken, ben parmakları arasına parmaklarımı geçirmekle meşguldüm. Ne içtiğim sigaranın sinmiş kokusu, ne de bıyığım, sakalım hiçbir şey onu rahatsız ediyor gibi durmuyordu. ‘Bari öpüyorsun, adamakıllı öp kızı, yumulma’ diyen içsesim beni bu rezil durumdan kurtarmak yerine taktik veriyordu. Sağ elimin başparmağıyla alt dudağının ortasına bastırıp, sonra çenesine doğru parmağımı gezdiriyor, üst dudağında bu oval hareketime son veriyordum. Ellerim rahat durmuyor, yüzünün her karesinde dolaşmak istiyorlardı. Başparmağım yine alt dudağının ortasında dururken, ayırdığım dudakları arasından üst dudağını iki dudağımın arasına alınca gözlerini kapadığını fark ettim. Artık başparmağıma dudağı etrafında ihtiyacım yoktu. İpeksi dudakları açılmış, ince gibi dişleri arasından geçip ağzının içine keşif yapmaya başlamıştım. Bilimsel takılıyordum. Ağzı kıçındaki delikten bile daha çok mikroba sahipken, zevkle ağzının içinde dilim geziniyordu. İlk başta acemice diliyle karşılık verirken, her saniye o da nasıl hareket etmesi gerektiğini öğreniyor gibiydi. Kollarını ensemde kenetlediği an ikimize de feci bir şekilde ter basmış olsa da, dudaklarımızı ayırmayı hiç düşünmüyorduk. Ellerim o hep merak ettiğim, dokunmak için kendimi zor tuttuğum bacakları üzerindeydi. Bir taraftan zevkin verdiği sarhoşlukla hareket ederken, diğer taraftan aklım bu rezil durum karşısında benimle daha fazla duramayacağını, sonra uğrayacağını dile getiriyordu.
Korkulan sona doğru gidiyorduk. Hayır, bu keşke bir rüya olsaydı uyandığımda ‘iyi ki böyle bir şey yaşamadım’ deseydim diye düşünüyordum ama rüya değildi. Ellerimle mini pantolonun düğmesini bile çoktan açmış, bir elimi külotunun arasından daldırmak üzereydim. Sıcak bir rüzgâr elime üflüyor gibiydi. Alışveriş merkezi tuvaletlerinden birinde elimi kurutuyor gibiydim. Ancak az sonra yapışkan bir sıvının parmaklarımın ucundaydı. Diderot’un rahibesiydi. Bakireydi. Güzeldi. Bana elli yıl öncesinin Paris’ini anımsatıyordu. Soğuk savaştan çok uzakta, kalibresi ölçüsünde Amerika’dan finansal dayak yiyen bir Fransız şirketinde sekreter olacak kadar güzeldi. Önceki sömürgelerimin hiçbir önemi yoktu. Bağımsız bir şekilde kendini bana sunuyordu. ‘Hayatınız kayacak’ diyen bir ses duydum. Bu içsesimdi ama neden bu konuda diretmiyordu, şimdi bile anlamış değilim. Elimi çekip, elimdeki yapışkan sıvıyı parmağımda kalmış şerbet gibi ağzımda emerken hiçbir şey söylemiyordu. Tekrar onu öpmem için elleriyle başımı çekiştirirken, tekrar ağzındaki gayyaya doğru düşmeye başladım. Bu sefer elim tişörtü altından sarkarak girmiş ve küçük göğüslerini okşamaya başlamıştı.
Onun ne yapacağını merak ediyordum. Bakışlarımda tarihin içinde yaşayan aykırı bir fundamentalist gibi bakıyordum. Ne yapacaktı? Ense kökünden tutulmuş bir kediden farkı yoktu. Ocaktan yeni çıkmış elleri bile bir noktada sabitlenmiş, gözleri açılıp açılmama konusunda kirpikleriyle orantısız bir ritim içerisindeydi. Proporsiyon fahişeliğinin göz açıp kapanıncaya kadar tükeneceği noktada, mekân alt türevi alınıyor, gerçekte olması istenilse bile sonsuz bir zaman içerisinde imkânsız atfedilen eylem nereye varacaktı? ‘Biz ne yapıyoruz’ diyen içsesim bir anda birkaç fotoğrafı gözlerimin önüne getiren tepkimeyle beraber benim iyice dirençsiz kalmama ve hareketlerimin yavaşlamasına sebep olmuştu. Onun gözleri de açılmış, canlı yuvarlak bebeğin toprakla aynı ırktan olduğunu kanıtlayan bir bakışla beni sorguluyordu. ‘Ne kadar narin aslında; şu çimenlerin üzerinde uzun bir ipek şalı andırıyor ve filizin başı eğiliyor, eğiliyor ve an geliyor ki tekrardan toprağın içerisinde fışkırıyordu.’ Bu sefer beni aldatacak olan içsesim olabilirdi, kontrolü kaybediyordum. Hiç yavaş değil nefes alışverişleri ve normalde atıverdiği yavaş adımlarından öç alırcasına hızla şişip, iniveriyordu göğüs kafesi. Sesi; nefesiyle ‘evet’ arasında sıkışıyordu. Bir şeyler daha duyuyordum. Ormanın içerisinde onun sesiyle beraber duyabildiğim seslerin çiğ bir yankısı vardı. Sanki ormanın suskunluğu hayatın tüm neşesini ve hüznünü alıp götürmüş gibiydi. Eğer biraz uzak olsaydım ondan, ‘mis gibi ot kokuyor’ diyebilirdim. Ancak bedeni müzeye konulacakken, toprağa gömülen antik bir heykelden farksızdı. Kokusunu içime çekiyordum. Bu kadar büyüklükteki bir çiçeği yalnızca çelenk olarak hayatımda gömüştüm. Bu aykırı sessizliğin içerisinde, burada, onunla, basit gündelik hayatın işlemlerinde tadamayacağım masum bir yan varmış gibi hissediyordum. Oysa terk edilmemiş bir savaş cephesinde duruyorduk. Birazdan otları ve içindeki yüzlerce böcekleri sonsuzluğa gönderecek paletlerin izlerini takip edecek gürültülü bir tank hareket edecek ve arkasındaki piyadeler ellerindeki su geçirmez tüfekleriyle ağır ağır ilerlemeye devam edeceklerdi. Bu savaşın galipleri aslında yenilecekti ve mağlup olanlar için galip olanların yenilişlerindeki trajik hatalardan daha dürüstçe itiraflar gelmeye başlayacaktı.
Senin olmayan bir şeyi vermek ne güzel! Bunu genelde aşk konusunda yaşıyoruz ve genelde kaybetmeye odaklı hikâyeler ürüyor. Bir insanın üremesinin de kaybetmekle alakasını bu yönüyle inceleyen filozoflar olmuştu. Kimi delirip küçük bir oda içerisinde nöbet geçirip ölümü beklerken, kimi hiç ders almamış gibi yeni bir aşka yelken açmakta tereddüt dahi etmemişlerdi. Klozetin üzerinde oturup, mutfakta bitiremediğim sigarayı omzumdaki kılları yakmak için kullanıyorum. Yenisi çıkmak için direnene kadar bir şeyi yakmak en keskin çözüm gibi geliyor ama yangınların pek de matah bir şey olmadığını herkes bilir. Bir çocuk için ateş yakmak eğlenceli gelse de, ateş büyüdükçe korkmaya başlar. Oyun başta basit ve küçüktür ama kıvılcımlar dehşetli bir patlamanın habercisi gibi sımsıkı birbirine tutunmaya başladıklarında oyun biter. O günü aklımdan çıkarmak için defalarca iyice paslanmaya yüz tutmuş duş başlığının altına kendimi attım. Su damlacıklarının kafatasımdan beynime doğru yol aldığını hayal ettim.
Güneş batmasına altı saat vardı. Onun güneşin batışıyla alakadar olmadığını biliyordum. Elindeki telefonu çimenlerin arasına düşmüştü. En mahrem irkilmeleri benim sayemde ilk defa tadıyordu. Bir başkasının benim yerimde olmasını mı isterdim? Gerçekten bunu mu isterdim? Tam olarak cevap veremeyeceğim soruların faydası hiçbir zaman olmadı. Durup dururken günahsız bir insanı öldürmek gibiydi benim yaptığım. Birisine yaşadıklarımı baştan sona anlatsam beni genç bir kızı kullanmış olarak sahneye çıkarır ve hınçla ağzına geleni söyleyebilirdi. Böyle bir trajediye gerek yoktu. İçimde var olan trajedinin sadece ortaya çıkması gerekiyordu ve buna sebep olanın gözlerindeki masumiyet an be an kayboluyordu. Daha fazlasını istiyordu. Daha fazla ne olabilirdi? Pişmanlığı anlatmaya başlayacağı bir günün sebebi ben mi olacaktım? Bunu mu arzuluyordu? Yürüyüşlerini bir türlü sevemediğim tavuklardan farksızdım. Mutlaka aramızdan biri ölecekse, başka bir tavuk olmalıydı. Ben bu sefer ölmemeliydim. Yarın da ölmemeliydim. Dünyaya her gün yumurta çıkarmaya mı geldim? Hayır, bir gün kart bir tavuk olup ölümümü huşu içerisinde de bekleyebilirdim ama böyle bir ölümü ben tercih etmiyordum. Belki tavuklar hissetmeyebilir ölümü ama ya martılar? Ormanda martı yoktu. Martılar için uzak bir mesafeydi. Bu kadar yüksekte üşüyebilirlerdi ya da ölüm fikri akıllarına gelip, böyle bir düşünceye sahip olup korkabilir, belki de kimsenin şahit olmadığı bir savaş başlatabilirdi. Artık semt pazarlarında, sokaklarda, caddelerde boş boş gezen zabıtaların martı avlamak gibi önemli bir görevi olur, böylece insanlara da faydaları dokunabilirdi. Ya yalnız başına sahilde dolaşan ve bir daha yaşamayacak gibi denizin ortasında bilinmeyen bir yere bakan insanlara ne olacaktı? Zabıtalar onları da avlayabilir, özel kafeslerin içerisine yerleştirebilirlerdi. Güçleri yetmediği zaman itfaiye hortumuyla bir yalnız etkisiz hale getirebilir, hatta polis kaba kuvvet dahi kullanabilirdi. Ne yazık ki bir yalnızın karşılık verecek kadar gücü olmayabilir! Hayır, boşuna yalnızlar kendini kandırmasın; yalnız oldukları için güçlü oluyorlar yalanını onlara söyleyen insanlar çoktan bu dünyayı terk ettiler. Yalan söylediler ve o yalanlara inanan pek çok insan suyun ilerisine anlamsızca bakıp yaşadı.
‘Ne yapıyorsun sen, deli misin’ dedim. ‘Ah, abi, çok acıdı, bir şey ısırdı beni’ diyerek iki eliyle çimenlerin üzerinden destek alıp doğrulurken, dudağımdan akan kanı elimin tersiyle siliyordum. Dudağımı çok fena ısırdığını o an anlayamasam da, kan tükürüğümle de karışmış bir halde ağzımın tadını bozmuştu. Az önce onun sıvısıyla dolu, haz içerisindeki ağzım acı içerisindeyken elini yaklaştırmaktan korktuğu kısma doğru bakınca bacağının üzerinde bir şeyin hareketsiz bir şekilde durduğunu fark ettim. Arıydı bu, yalnız uzun zamandır hiç rast gelmediğim eşek arısıydı. Bu sefer daha çok acı çektiğini belli edercesine bağırıp, ‘çok acıyor’ demesiyle kendimi toparlamam bir olmuştu. O günden önce uzun zamandır ilgiyle baktığım ancak dokunmamak için kendimi zor tuttuğum bölgeye doğru yaklaşırken, ona karşı arzu duyumum hafiflemişti ama büyük bir mesele vardı. Az önce burayı okşamış, çok fazla alaka beslemeden pantolonunun arasına geçiş yapmıştım. ‘Şimdi ne yapacağız’ diye düşünüyordum. Arı başını secde eder bacağına gömmüş bir haldeydi. Ölmüş müydü? Yaşıyorsa ya beni de sokarsa diye düşünmem büyük aptallıktı. Acı çekiyor, gözleri yaşarmış bir şekilde ‘çok acıyor abi’ diyordu. Başparmağımla ortaparmağımı birbirine kenetleyip arıya vuracaktım. Ölmemişse bile bu onu iyice sarsacaktı. Çocukken bilyelere böyle vuruyorduk. Çoğu oyunda kırtasiyeden aldığım bilyeleri kaybetsem de, yine de vurmaya devam ediyordum. Her oyunda kaybetmek pahasına vuruyor, vuruyor ve parmaklarım acıyana kadar vuruyordum. Deliğe girecek en yakın bilye benim şu fosforlu olandı, hayır, ne saçma şeyler düşünüyordum. Olay mahalli çimenlerin üzeriydi ve acımasız düşman oracıkta cansız bir şekilde yatıyordu. Poşetin içerisindeki su aklıma geldi. Hemen yola koyulup, en yakın hastaneye gitmemiz gerektiğini ağlamaktan kızaran ve yanakları gözyaşlarıyla dolan yüz söylüyordu. Suyu arının ısırdığı yere dökerken geçici bir rahatlık hissettiğini fark ettim ama bu yeterli değildi. Tırnaklarımın uzun olmasını isteyeceğim bir ana denk gelmiştik! ‘Çantanda cımbız var mı’ diye sorarken ciddiydim. ‘Şaka mı yapıyorsun çok acıyor, ay’ derken çaresiz bir şekilde bu halde yola koyulmanın daha mantıklı olacaktı. Ayağı kalkması için yardım ederken ‘adım atamıyorum, çok acıyor’ demesi onda alerji olabileceğine dair şüphelerimi arttırmıştı. Vakit kaybetmeden yola çıkmadan önce ‘çamur yapıp sürsek etki eder mi’ diye düşündüm. Bunu yapmam da vakit kaybı olabilirdi. En yakın hastaneye doğru giderken, çok değil, yirmi dakika önce yaşadıklarımız gözümün önüne geliyordu.’Allah’ın eşek arısının yaptığı işe bak, sanki aklım metamorfoz sonucu eşek arısı oldu da, gelip onu soktu’ diye düşünüyordum. Bir yandan da onu teselli etmeye çalışıyor ‘ağlama canım, tamam, az kaldı hastaneye’ diyordum. Aklım bedenime geri geldiğini kutlamak istercesine benimle uğraşıyor ‘nasılmış, iyi mi oldu böyle’ derken, diğer yandan dudağımdaki sızlamayı tekrardan hissediyordum. Günahın sonu onun beni ısırmasıyla sonlanacağını bilsem en başta ‘hadi oradan’ diyebilir, hatta ‘biz sadece gezmek için çıktık, ondan asla faydalanmam’ diyebilirdim.
Hastanenin acil bölümüne girerken onun diğer bacağı bendim. Sekiyordu ve yürümesine yardımcı olurken acil kısmındaki önlüksüz birinin ‘neyi var’ demesiyle kendime geldim. ‘Arı soktu, eşek arısı’ dediğim anı şimdi hatırlıyorum da, arının eşek cinsi olduğunu belirtmem gerekli bir ayrıntı mıydı? Sedyeye uzandığında hemşirenin bir şeyi bacağına döktüğü fark ettim. Durumumuzu iyice berbat etmenin yolu hemşireye ‘ne döktünüz oraya’ sorusu olabilirdi ve bu soruyu ancak benim gibi aptal biri sorabilirdi. ‘Antiseptik döküyorum da beyefendi size ne, çıkar mısınız odadan’ cevabıyla dumura uğramıştım. Sedye üzerindeki bedenin varlığına olan yakınlığımın bu an itibariyle olması gerekenden daha uzak olacağı haber ediliyordu. Saçlarındaki terler kurumuştu. Hemşire arının iğnesini çıkarmak üzereyken odadan çıkıyordum. Girişteki bayanın sesiyle irkilmeden önce ‘âşık oldum deme kıza’ diye içsesime cevap arıyordum. ‘Beyefendi, hastanın kaydını almamız gerekiyor, yardımcı olur musunuz’ sözü üzerine giriş kısmındaki masanın önüne doğru yürüdüm. ‘Hastanın kimliği gerekiyor ama…’ diyen sese karşılık bir cevap vermeliydim. ‘Şey… Kimlik mi? Yo, yok yani, kimliği yok sanırım. Ailecek tanışırız biz, ‘abi arı soktu, alerjim var benim hastaneye gitmem gerekli deyince hemen getirdim kendisini.’ Kimliği çantasındaydı. Onu evinden almadan önce özellikle kimliğini yanına almasını söylemiştim. Kadın söylediğim yalana inanmıştı. Neyse ki bu bugüne ait ilk yalanımız olmayacaktı. Fakat kadının gözünden kaçmayan dudağımdaki kan izi olmuştu. ‘Sizin dudağınız mı kanıyor’ diye sordu. Yeni bir yalan uyduracak gücü kendimde bulamıyordum. Sedyede uzanmış, yatan güzelin beni ısırdığını söylemek gerçekti ama gerçekleri bir süreliğine unutmamız gerekliydi. ‘Kedi’ dedim birden, refleks gibiydi ağzımdan çıkan kedi kelimesi, ‘kedi tırmaladı.’ ‘Öyle mi? Sizin kediniz mi yoksa sokak kedisi miydi?’ diye gelen soru iyice bunaltıcıydı. ‘Kedi, aslında onunla parkta karşılaşmadan önce sevdiğim bir kedi birden tırmaladı, dudağıma geldi tırnağı’ dedim. ‘Hadi ya, sizin de her ihtimale karşı tetanos aşısı olmanız iyi olur’ demesiyle, ‘yakın zamanda olmuştum zaten hemen yitiriyor mu bu aşı etkisini’ demem bir olmuştu. ‘Siz bilirsiniz ama yine de tetanos aşısı her ihtimale karşı önleyici olurdu.’ Başım ağrıyordu. İyisi mi bana bir ağrıkesici hap verebilse daha iyi olacaktı ama bir saatten fazla bir süre boyunca içmediğim sigara aklıma geldi. Evet, melet ‘bana gel, çıkar beni cebinden, iç beni, iç’ diyordu. Fakat odadan çıkan hemşireyi görmemle sigara içme eylemimi bir süreliğine erteleyerek hemşirenin yanına gittim. ‘Pardon’ dedim usulca, ‘nasıl durumu, herhangi bir sıkıntı yok değil mi’ diye soruşum hemşirenin meymenetsiz suratından yüzüme doğru sert bir şekilde çarparken, ‘doktorumuz geliyor, alerjisi olduğu için ilaç alması gerekiyor’ sesi beni kendime getirdi. ‘Kendisini görebilir miyim’ sorusunu son derece yorgun ve ciddi bir şekilde sormuştum. Arı sokması yüzünden ölenlerin olduğunu duymuştum. Hatta bir gün şehirlerarası otobüste yanımda oturan emzikli asker yolcunun parmağındaki eşek arısının soktuğu şişkinliği görünce şaşırmış, ‘hadi be, bunu o ufacık arı mı yaptı’ dediğimde, emzikli asker ‘ne ufağı canım, eşek gibiydi’ demişti. ‘Buyurun, girin tabi’ sesi aslında hemşirenin iyi bir insan olabileceğine dair kafamda kanaat doğurmuştu.
Sesim çatallaşırken, gözlerim bir aşığın trajedisini yansıtıyordu. ‘İyi misin’ diye sorduğumda, ‘iyiyim’ diye cevap verip, saçlarını elleriyle düzeltiyordu. Bacağında kocaman bir şişlik olduğunu fark etmemle iyi ki acele edip hastaneye geldiğimizi düşündüm. Çamurla uğraşmak gereksiz, hatta aptalca bir zaman kaybı olacaktı. Saçlarıyla işi daha bitmemişken birden elleriyle yüzünü kapatıp, parmakları arasından bana bakarak ‘çok acıyor mu’ diye sordu. ‘Ne’ dedim gülümseyerek. Bir eliyle yüzünü kapatmaya devam ederken diğer elinin serçe parmağıyla dudağımı gösteriyordu. ‘Ha, dudağım mı’ dedim, ‘iyi iyi, çok iyi hem de’ diye cevap verdim. Birkaç saniye, belki beş saniye bile sürmeyen sessizlikten sonra ‘ben çok utanıyorum’ dedi. ‘Şimdi konuşulacak şeyler değil’ dedim. Üsteleyerek ‘hayır, şimdi tam zamanı, gerçekten utanıyorum. Başta oyun gibiydi her şey ama öyle olmuyormuş’ dedi. ‘Nasıl yani’ dedim. ‘Sen çok iyi birisin ama eğer arı sokmasaydı beni, belki şu an her şey başka olacaktı. Bunu ikimizde istemezdik sanırım.’ Yaşından daha olgun konuşuyordu. Aslında beni ona yakınlaştıran şey de bu olmamış mıydı? Ülkeye yönelik çoğu yetişkinin sahip olmadığı fikirleri vardı. Yaşama ait kayıplarla beraber hüznü aynı pencereden içeriye bakmak gibiydi. O pencere onun dünyasıydı. Bir gün genç bir kadın olduğunda erkeklere nasıl güvenebileceğini öğrenmesi gerekecekti ama bunun yolu yaptığımız şeyi başkalarıyla tekrar ederek başaramazdı. Kısacası onu yaşından daha olgun gördüğüm için beğeniyordum demek yetersiz bir argümandı. Onu beğeniyor oluşumu varlığımdaki trajediye ait bir yönelim sağlasa da, bu yönelim isterikli arzuyla istenç haline dönüşmemiş miydi? Saçma sapan bir sözdü işte, neden ormana gitmiştik ki? ‘İstersen sonra konuşalım bunları’ dediğim an, elini tutuyordum. Çekmek mi istiyordu elini yoksa verebileceğini verdiğini belli mi etmek istiyordu, anlamakta güçlük çekiyordum. Yalnızca elinin değil, tüm bedenin ve ruhunun benimle olmasını dilediğim an içerisindeydim. Birkaç ay sonra kanunen çocuk olmaktan çıkacaktı ama yine de yaptığımız yanlış küçümsenemezdi. Daha büyük bir yanlıştan bizi kurtaran doğanın mucizesi miydi yoksa bizim için sonun başlangıcı mıydı tam olarak aklımın bile hazırlamakta zorluk çektiği sorulardı. Onu bir kez daha öpmek istiyordum. Bu hareketime karşı koyacağını düşünmüyor, son kez olduğunu bilerek belki onun da bu hareketime karşılık mutlu olacağını umuyordum. Elini okşuyordum. ‘Ah, acıyor yine’ demesiyle elini ellerimin arasından kurtarması bir olmuş, o an kapının açılmakta olan sesiyle geriye doğru iri adım atmıştım. Doktor içeri girdiğinde beni hastanın karşısında görünce şaşkınlığını saklamadan hastaya yönelirken bana bakmıştı. Genç, yakışıklı ve önlüğü tertemiz doktorun karşısında ezilmiş bir halde, iki adım daha geri atıp, doktorun hastaya ‘evet, neyimiz var bakalım, hım, arı sokması demek, alerjin var mıydı önceden’ demesi bir olmuştu. ‘Siz mi onu buraya getirdiniz’ diye sorduğunda, odada bir başkası daha varmış gibi soruya yönelik cevabın geleceğini duymak için ben de bekliyordum. Doktorun ‘siz hastanın neyi olursunuz’ derken, hasta sedyeye yasladığı başını hafifçe kaldırıp ‘abim o benim, yani ailecek tanıyoruz birbirimizi’ dediği an bir ayrılık, bir yoksulluk ve bir ölüm şarkısı benim için çalıyordu. Abisiydim ben onun, abisi. Bir abiden hiç zarar gelir miydi? Ona göre yaptığımız her neyse sebebi kendisiydi. Beni de bu oyuna davet etmiş ve ben de ilk başta nazlanmış, sonra oyunun içerisinde kendimi bulmuştum. Yalnız bu tür şeylerin oyun olmadığını onun da anlamasına sebep olarak ben de bir oyuncuydum. O güzel dudaklarını bundan böyle ancak bu kadar yakın mesafeden bile olmayacak şekilde görebilirdim. Ona dokunamaz, onunla şakalaşamaz ve bir daha onu gezmeye çıkaramazdım.
Aşkı seven kimdi? Eğer ben yalnızlığı seviyorsam bu kallavi bir yalandan başka bir şey olamazdı. Ona âşık mıydım? Aradan geçen aylar genel olarak mutsuz bir insanın yaşadığı dünyaya ait şeylerle dolmuştu. ‘Bir başkasının değil onun benim hayatımı mahvetmesine izin verir miydim’ diye defalarca düşündüm. Soğuk kış gecelerinde yorganın üzerine iki battaniye atıp, yatağın içerisinde kendimi ısıtmaya çalışırken, parmağımın ucuyla yara hala taze, orada duruyormuş gibi dişini geçirdiği yeri okşuyordum. Yutkunurken bazen onun tadını alıyor gibi oluyordum. Bunlar mantıksız geliyordu. Bir erik ekşi olabildiği müddetçe etkili bir hatırlanış kimyası sunabilirdi. Salatalık ferahlatıcı, sarımsak ağır kokar ve sertti. Güvercin eti de yumuşak ancak keklik ya da geyik eti kadar olmasa da lezzetliydi. Kendi içimde taşıdığıma inandığım trajedi sürmeye ve beni mahvetmeye devam ediyordu. Uzun bir vakitti arada geçen aylar ve onsuz tahrik olduğum olsa da, kimseye sinirlenmemiş, yumruklarımı sıkıp, kanın bir başka yere pompalanmasına izin vermemiştim. Eğer o aşkı seven bir varlıksa, ona duyduğum sevgiye bir gün yine yanıt vermesi gerekiyordu. Bunu mutlak olarak düşünebiliyor oluşum, trajedimle alakalıydı. Oysa şimdi bitmeye yakın sigarayla omzumun üzerideki birkaç kılı yakmakla vakit tüketiyordum.
Hayatta geri adım attığım zamanlarda olduğu bir köşeye çekilip, sayfayı yırtarcasına altını çizdiğim kitaplarım tekrardan olmaya başladığı günlerdi. Banyoda sigara içmiyordum. Evlerin duvarlarını da ısıtmış Güneş yazın geldiğini müjdeliyordu. Sanırım Güneş bir şey söylemeyecek kadar yorgundu ve ben böyle anladığım için Güneşi seviyordum. Tapılacak kadar yakışıklı ancak bir o kadar da çaresiz memurun gözlerinden başımı çevirip, şemsiye altında balkonda kitap okuyup, sıktığım elma suyunun içindeki buzların soğuttuğu bardağa dokunurken bir ses duydum. Bu ses cep telefonumdan geliyordu. Yeterince iyi olmadığım için çekip giden insanlarla görüştüğüm telefonu elime aldığımda öleceğim anı düşündüm. Çoğu zaman mukadderat diyeceğimiz an gelene kadar başka şeyler için üzülürüz. Kimi zaman bu tür şeyler bazı insanların aşağılık egoları yüzünden çekilmez bir hal dahi alabilirken, ölümün mermersi sert ve taşlaşan dönüşümüne karşı beceriksiz bir inanç duyumsuyordum. Terk edilen ya da terk eden için farklı kılınan ne oluyordu? Bir cep telefonu aynı metaforun ışığı altında elbette var olabilirdi. Terk eden de, terk edilen de aynı kapıdan çıkış yapacaktı ve birbirlerine benzer hislerle yaşamlarını sürdürmeye devam edeceklerdi. Bir cep telefonunun da bu kapıya benzer yanları olduğu belliydi. Sessizdi her şey. Parmağım sanki telefona dokunmuyor gibiydi. Onun adını görmemiş gibi yapmaya çalışıyor, çatıdaki kiremitler arasında dolaşan karganın huysuz adımlarını sayıyordum. Korkunç bir gelecek büyüyordu. Yeni bir dünyaya doğru yönelen aynı el, aynı beden ve aynı gözlerdi. Yine de ellerinde duran oyuncaklardan usanmayan çocuklar için dünya çoğu zaman yetersiz kalıyordu. Uzakta bir şehrin güneşi batıyordu. Buz gibi ceset rolü bana yakışabilirdi fakat gençlik arzularımın bir köşede unutulduğunu söylemek de acı vericiydi. Tükenen bir mum gibi yavaşça sönen arzularım trajedime ait oluşlarını kanıtlıyorlardı. Ben sevdim mi, bayağı bir takılmaktan daha başka arzularla sevmeye inanıyordum. Bir sokak orospusundan, bayağı bir hırsızdan daha kaliteli bir suç işleyerek tapacağım somut bir ilişkinin varlığını derinden hissetmem gerekiyordu. Bunu bir delinin son nefesinde akıllanması olarak düşünebilirdim. Cadde üzerinde sıcak asfaltın üzerinde uzanıp, ‘hayat’ diye bağırabilir ya da daha içten bir şekilde ‘tanrım’ ismiyle hiçte uzak olmayan soyut bir göndermeye başvurabilirdim.
Bir deli gibi yüzümde sabitlenmiş gülüşten size nasıl bahsedebilirim. Dünyanın tek bir gün olduğunu, onun da yaşanmış dün olduğunu nasıl söyleyebilirim? Ağzımdan yavaşça akan salyanın çeneme, boynuma ve oradan da göğsümdeki kıllara doğru aktığını fark ediyorum ve ben buz gibi bir ceset rolünü üstlenmekte güçlük çekiyorum. Bir tavuğum, hermafrodit ya da basit bir canlı türeviyim ama tavuğum ve yumurtalarıma her gün bakıp gülümsüyorum.
Bunu ona söylediğimde nasıl da gülmüştü! Sanırım yarasını tazelemekten çekinmeyen bir insan olduğumu itiraf etmeliyim. Tabi onun gönderdiği mesajı okumamı istiyorsunuz değil mi? Siz, içinizdeki bazı aptalların yapabileceğinden daha fazlasını yapıp, gerçeği söylediği için ona kızacağınızı ve beni de cezalandırmak istediğinizi biliyorum ama hiçbir şey siz içinizdeki bazı aptalların istediği şekilde olmuyor. Belki bir süreliğine, yanıltabilecek kadar kısa aralıkta istediğiniz hayatı yaşadığını sanabilirsiniz ama gerçeğin kendisiyle karşılaştığınız an hissedeceğiniz pişmanlıktan sizi hangi yalanlarınız kurtaracak?
Size anlatmadığım bazı şeyler olduğunun farkındasınız. Akıllı olan bazılarınız bunu hemen anlamış olacak ki, akılları dudak bükerek bekliyor olmalılar. Hastanedeki danışmanında bir kedisi olduğunu ve adını Kate koyduğunu size söylemeyi unuttum. Sonra eşek arısının o ormanda ne işi olduğunu da size söylememiş olmalıyım. Tam arkamızdaki incir ağacını şimdi hatırladığımı söylersem bana kızmazsınız değil mi? Hem daha bugün elimde ölü, yavru bir kediyi çöp tenekesine kadar taşıdığımı ve gereksiz bir insanın bana bakışlarındaki tiksinmeyi size anlatmasam da olurdu.
Bütün gerçek buz gibi bir ceset rolü oynamakla alakalıydı. Gençlik arzularını yitiren, köşede unutulmuş tüm insanlar için aynı melodramlar da tekrar edilebilirdi. Aynı masada daha önce oturmuş bir kadına âşık olan bir adamın hikâyesini de size anlatabilirdim ama bütün hikâyeler o kapıdan çıkan insanlara benzemiyor mu? Siz yine de ikinci bir buluşma ayarlayıp, yine ıssız bir yere gidip gitmediğimi merak ediyorsunuz? Tek merak ettiğiniz bu değil mi?
YORUMLAR
Karakterin iç dünyasını çok huzurlu bulmadım. sürekli eline sperm dökmesi bir çeşit içini boşaltması, bir çeşit kaçma gibi. ve sürekli elini yıkaması, iç dünyasının huzursuzluğunun bir takıntısı gibi geldi bana,obsesif kompulsif bozukluklar. tüm nesnelerin kendini kirlettiğini hissediyormuş gibi.
Çok iyi.
Detayların kesinlikle farkındayım. Uzun yazdım oradan yırtarım diye düşünme hiç :)))
1- Bayraklı *ok falan kokmuyor. En son M:Ö falan gelmiştin sanırım .
2- Öpüşmeli detay da düğme benzetmene gülmedim dersem yalan olur. Nereden geliyor bunlar aklına diyeceğim ama gereksiz bir söylem olacak.
3- Mesajda yazanı hiç merak etmiyorum. İncir ağacının ormanda ne işi olduğu daha çok dikkatimi çekti aslında.
4- Madem karakterin bir cep telefonu vardı. Neden kağıt kalemle numara peşine düşüyor ki. Bir önce foto çeksin .sonra litre litre suyu akıtıp yeniden çeksin. İnternet üzerinden bu rakamları dönüştürüp litre ve tl bazına dönüştüren programlardan bir tane indirsin. Ohooooo her şeyi ben söylücem ya ..
5- son olarak daha çok şey yazabilirim .Ama dua et ki iş yerindeyim ve zaten uzuuuuunnnnnn yazını okumak epey vakit aldı. Okumaktan çok keyif aldım .Bir bu kadar daha olsa hiç sıkılmadan okurdum . Bu da akıcı yazdığın detayına denk geliyor ki en önemlisi buydu aslında.
Çok uzattık ... Tebrikler.. Yüreğine sağlık.. Allah kaza bela vermesin .Böbreklerini sıcak tut. :)))
Sevgilerimle...
HakkınSesi
Yalnız bayraklı konusunda mutlu oldum desem yeridir :)
bazı yerlerinde kendimi tutamayıp güldüm. biliyorum orada benim anladığım şeyi kastetmemiştin ama yine de öyle düşünmek hoşuma gitti. sonra gerçekten yazdığın şeyler için ciddi emek harcadığını farkettim, bu da gözümde daha da yüceltti. bu arada güzel kadınlardan korkma fobisi vardı hatırlayamadım şimdi adını.
neyse buyur burdan yak
https://www.youtube.com/watch?v=QDnDwrcUxaU
HakkınSesi
Senden ötürü :)
kahramanın finalde sorduğu soruların hiçbiri aklıma gelmedi...hayır yani kendime bir özeleştiri yapim madem acaba üstün körü okumuş olabilir miyim? evet cumartesi benim ölü günüm ama bu ayrıntıları atlamama engel olabilir mi? sanmıyorum çünkü yazının en ufak püf noktalarını gözden kaçırırım korkusuyla televizyonun sesini sonuna kadar kıstım...evet görüntüden retinaya bazı şekiller ve renkler uzanıyor on metrelik mesafeden ama inatla kapatmıyorum...neden bilmiyorum ama öyle yapınca içerde ölü birinin yaşadığı fikrine, illa ki sunî teneffüs veya kalp mesajıyla hayata dönderme arzusu ağır basıyor...oysa şu saatlerde çoğunun kıçının üstüne oturduğu şu pozisyonlardan birindeyken beni en çok rahatsız eden durum; mutfakta açık unuttuğum boşluktan içeriye sızan, karşı birahanenin terasında nerdeyse masaları bitişik şekilde oturmuş iki grubun birinde kadının teki bir saattir ıkına ıkına gülüyor ki (şimdi cama gidip saydım bir masada dokuz, diğer masada sekiz kişi oturuyor..bir grup yaşlılardan oluşuyor ve çıtları bile çıkmıyor..konuşuyorlardır mutlaka ama en azından kulağımı gıcırdatacak paslı seslere yıllar öncesinden veda etmişler ağırlığı içersindeler sanki ama öteki masayı kudurtan kadın azmış resmen nöyle gülenini de ilk sefer görüyorum..resmen mahalleye opera dinletiyor belli ki birkaç kadeh üst üste yuvarlamış ve camı kapatmak zorunda kalıyorum...güzel olan tek şey kuş sesleriydi halbuki) çok huzursuz oldum açıkçası..yani gülsün tabi insanlar ama bir saatlik yaygarayı bi süre sonra kaldırmıyor bünyen..hele günlerden ceset ise..neyse şimdi yazıya dönmeden önce en son ne zaman gülmüş olabileceğim noktasına takıldım birden..
evet hatırlıyorum bir hafta önceydi..fate'yi ertesi gün uğurlayacaktık ve son güne ait özel bir durumdu sadece ...fate ve abuzer'le bir şişe votkayı tam devirdik..ikisi sağlam uslu uslu yerinde otururken beni iki kadehten sonra bi gülme krizi tuttu ki sorma..içkiyi hiç sevmeyen biri olarak "aslında insan her gün içse bütün acılarını unutur belki' dediğim anda kendimi tuvalete zor attım...gecenin ikisinde küt diye gittim...o kafayla ertesi gün sabahın bi körü işe gittim, gider gitmez de birinden 600'lük bi ağrı kesici aldım o sayede ayakta kaldım..bütün gün midemle boğuşmam da cabası üstelik..ama güldüm işte.. bu kadın gibi katıla katıla ve o saf duygularla bir süreliğine uzaklaştım her şeyden en azından..o ana dahil olmak üzere her şeyi unuttum...hatırlamak acı veriyor çünkü genelde ve neyi aklında tutup, neyi güzel bıraktığına bağlı biraz da...
yazıdan gitgide uzaklaştığımın da farkındayım bu arada...belki bunu kasıtlı yapıyorum..belki konuşacak çok şey var da şu saatte susmak daha işime geliyor olabilir..
ama arı sokmalarına çamur iyi geliyor onu biliyorum denemişliğim de var...yalnız ormanları temiz ve güzel tutalım..insanlar da, bu dünya da yeterince kirlendi artık ve bir çınar ağacının gölgesi en güzel sığınak olabilir bizim için...çocukluğumda öyleydi hãlã öyleyse tabi...
p.s: senden daha dokunaklı, daha içime oturacak yazılar bekliyorum...yazarsın sen biliyorum...
HakkınSesi
Yaşlılar dedin de, aklıma şu geldi. Hani şu içten yazan genç yazarlar varmış ya, onların ruhları sanırım gençken ölgün ve olgun hale geçişi hızlandırarak yaşamışlar. Okurken bu hiç gülmemis mı diye kendine soruyorsun.
Ve sen, guley, rapor biteli oldu tabi, iş güç devam yine, kendine sığmanı dilerim. Bu mühim bir şey, kendine sığabilmek
İster elma de, ister turşu, ister yoğurt, ister bir kadeh her neyse.. sığmalı insan kendi mabedine. kendini bilmek yaşı olmadığı için, tekrar eden sürece binaen sığmalı insan kendine.
Yav ne diyorsam. Söyletme iti derler ya, o hesap oldu.
Gule
içtik dediysek öldür demedik:)
Gule
şimdi cidden söylüyorum kırdıysam özür dilerim yani...
Aslında ne kadar basit her şey. Öpüşme, oynaşma, arı.
Sıradışı bir konuyu herkes sıradışı yazabilir. Oysa artık anlatılanın ne olduğu değil, nasıl anlatıldığı önemli. Sıradan bir konuyu sıradışı anlatabilmenin sonuçları harikulade olabilir.
Olaylar, sadece o andaki halleriyle yaşanmazlar. Her davranış, kendinden önceki binlerce günün sonucudur. Demek ki, davranışı kendinden önceki binlerce günü görmezden gelerek anlamak, bayağı ve yetersizdir.
O öpücüğü, öpücük anıyla görmek, ahlakçı çırpınışları ve bayağı tepkileri ortaya çıkartacaktır, evet. Oysa siz öyle yapmamışsınız.
Tebrik ederim.
HakkınSesi
Bu kadar güzel fikrin fikir olarak kalması da hareketsizlik içerisindeki zevk aslında.
Yani temaşa zevki demiş eskiler buna.
O an, an olarak kalabilmeli. Genel olarak haritanın içerisindeki işaretler gibi düşünebiliriz. Topografya sağolsun.