- 970 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Üç liralık defter(sy45)
Ben bu hikayeyi iyi biliyorum, akşam olur, aynılık kokan sandalye, aynı kokan, duran depremi, yıkımı bekleyen adi suntadan masa. Kalemler, defterler, liseli bir ergenin derslikleri gibi ortalıkta, birkaç yüzyılı böyle rahat geçirebilir, buradakiler. Üzerlerine oturacak toz, benim aksine sahiplenmeyi gerçek bellemişler. Nefret ediyorsam diğerlerine yakıştırırım bende, uzak olan her şeye. Bu hikayeyi biliyorum, hep ışıklar sönünce, yaşlanacak birkaç ses, yenilenecek birkaç element. Kupkuru bir oda depremi, hezeyanı, yıkımı bekliyor. Buhranı, savaşı, bombaları bekliyor. Taşıması zorlaşmış, istenmiş olan her neyse o kadar nefret ediyor kendinden. Yok olmayı isteyecek kadar, kötülüğü barındırıyor. Benim dünyamda akla gelip gelmeyecek her şey görecelidir. Ölürsün, ölmedi derler. İmkan arıyorlar, ölenleri yaşatacaklarmış, kolay gele işleri zor. Etrafa tükürdüğüm sıfır beş uç atıkları gözüme çarpıyor. Eğer bildiğimi sandığım bu hikayeyi aksatmadan birkaç yıl boyunca yapmaya devam edersem, uç kalıntıları beni tükürmeye başlayabilir. Düşlerim kurşuni zaten. Bitmesini isteyen milyonlar varken ben uzatıyorum, bu derin hiçliğe dahil olmaya kimsenin cesareti yok. Benim bu çırpınışlarım hiçbir yere ait olmamalı; kutsal gibi değil. İnsanlar ateşe atıp karşısında sarhoş olsunlar diye fazla fazla bastırabilirim. Okunması konusunda takıntılı değilim. Hiçbir şeyden bahsetmeyen hiçbir yere ait olamaz. Aidiyette durup dinleniyoruz, nefret ediyorsun fakat bu konu senin gidip geldiğin bir durak, vazgeçemiyorsun. Sövmen lazım, öfkeni kusman için hatırlamak zorundasın, ihtiyaçlar her şekilde doğar. Mesele tetiği çekip ihtiyaçların üstüne önemsiz kanını sıçratabilmek. Yağmur hep böyle mi yağar, sen hayran olana kadar birileri çoktan bitirmiştir bir şeyleri. Maalesef bize yaşanacak dünya bırakmadığınız için bizde savaşmayı makul buluyoruz. Aç gözlülüğünüzle bütün yapılacakları bir yüzyıla göstere göstere gözlere sokarak yaşamışsınız. Savaşları bile sanatsal olarak ortaya dökmüşsünüz, makul olanımız bile barışık kendiyle. Ne isteyeceğimizi bile bilmeden afişlere, posterlere, reklamlara, sunumlara koşuyoruz. Ayakların bu kadar değersiz olduğunu bilseydi binlerce yıl önceki neslimiz, dünya çapında bacak kesme törenleri düzenlenirdi. Solungaç çıkarır yüzmeye karar verirlerdi belki, muallak, belirsizlik, yanlış seçimlerin doğurduğu sakat sonuçlar!
Daha ne yapabilirim ki dediğin an biri yapıvermiş, sen tebrik edersin, kıskanır, gıpta edersin, ölmesini istersin. Havadan düşen üç elmayı da götüne sokup bokunun içinde gezdirdikten sonra birilerine ikram ediyorsun. Gökten üç elma düşüyor sen göğe geri fırlatıyorsun. Sınavı geçtiğin anlamına gelmiyor bunlar, bu seferde ifadelerin de sorun var; vahşice. Sahneyi tekrarlıyorsun başka bir konumdan. Bana atfederek konuşmalar moda mı oldu. Bırak bu havaları sen hiçliği hak etmiyorsun. Ben dediğimiz adam, “Ben” diye gezdirdiğim korkak köpek!
Kargalar eğer yüzde sıfır sıfır sıfır virgül sıfır üçlük bir seviye daha fazla akıllı olsalardı seni selamlamayı değil üzerine sıçmayı düşünürdü. [%000,03]
Aptallık seviyesi “ayku” ile belli olmuyordur. ‘Aykusu’ yüz yirmi olan biri gayet aptalca hareketlerin başını çekebilir fakat açıklamaları, aptallıklarını perdeleyici bir bahaneye dönüşür. “Aykusu” düşün insanlarda örnek alınabilir akıllıca hareketleri düzgün taklitleyerek ayakta kalırlar. Aptallıkları hiç bir zaman gün yüzüne çıkmaz. “Gün yüzü” tam olarak neresi?
...Üç yüz metre aşağı iniyorsun, solda dört katlı turuncu boyalı kütle, yola bakan cephesinde is olan bir binadan sola dönüyorsun, yüz metrelik bir patika; çamurların kuru durduğuna aldanma! Tam o ıslak gözüken yerlerden çekinmeden geçerek dönemeci yüz seksen derece dönüp yetmiş beş seksen metre daha ilerliyorsun. İsli bina solunda kalıyor, korkma! Bu civarlarda yangına yakalanan turuncu boyalı dört katlı bir sürü bina var. Gün yüzü galiba oralarda bir yerdeydi. Kapılarından, pencerelerinden derin nefesler alarak fırlayanlara sormak gerek. Tarif edileni tarif etmek... Mutlak karanlığın uyutamadığı hiç bir şey tanımıyorum, kendimi tanımamam gibi bir sorun. Bir sorun bakalım yerinde miymiş? Telaşlıdır, titrer, terler, kızarır, bozarır. İnsani bütün tepkimelerden sonra “Nasıl?” der. Tamam boş ver ben sorarım derim. Seksen iki yıl boşuna yaşlanmışsındır, o stres, o ölüm travması, seni öldüren şey travmaya sokabilir mi? Elinin ayarsızlığı yüzünden öldürmüştür zaten, biraz rehabilite olmalıdır. Dünyanın kuralları dünyada kalır, bırakmamız gereken kötü alışkanlıkların en başında geliyor “yaşamak”
Çoğul konuşmak hoşuma gitmedi, çok resmi. Herkesi muhteşem bir yemeğe tek tip giysi şartlamasıyla davet etmiş gibi, gözler benim üzerimde, beklentiler anasının bir tarafı(kendimi bu kadar tutabiliyorum) Yaşamaya çalışmayı bıraktığımda ölü olduğumu fark ettim. Çünkü kendimi en başta yaşadığıma inandıramıyordum. Benim inanç devrelerime susam falan mı döküldü, çay falan, yağmur mu yağmış. Parçası bulunur mu? Peki ya yenisi? Yapma be! Alamayacağım kadar ucuzmuş... Ara sıra tersine işleyen düzeni hoş görürsün, fakat kendinde her şey mükemmel olmalıdır. Elim bir kazada hayatını kaybetti. Deyimler ve kalıplar... Bulabilir miyiz doktor bey? Nasıl? Sen diyorum, doktor olurken sıradan bir hayalle mi doktor oldun. İyileştirme rekoru falan kırmak istemedin mi? Meslektaşlarını hızla geçerken ‘nanik’ falan yapmak da mı istemedin? Bir tedavi geliştirmek, toplu ölümlere engel olmak. Her doktor sadece bir milat yapsaydı, buranın adı cennet olurdu.
Hayatını sürdürmek için mi, kazanmak?
Ne bileyim hayatını kaybedenlere, bulması için yardım edebilirsin mesela...
Hayatını her nerede, nasıl bir kumar masasında kaybettiyse kredi açar, hayatını tekrar kazanmasına olanak sağlarsın. Ne demek oluyor ‘karşılığında verecek bir şeyi yoksa” Sende mi kumar oynarsın doktor?
Ne bileyim senin miladın nedir Doktor ?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.