- 992 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
ŞAHAN...
1975 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, on iki on üç yaşında çiğdem gibi bir çocuktum; annemin paşa oğlu, babamın bağlama çırağı,mahallenin neşe pınarı...Ah,hayat bir Afşar türküsü kadar lirikti o zamanlar…
Yemyeşil harman yerlerinde çimenlere uzanmış, Asalet’e dair düşler kurarken babam kır atın üzerinde, halı heybesinin bir gözünde mavzeri, diğer gözünde bağlaması,fötr şapkasını sağ gözünün üstüne doğru eğmiş, belinde Takarof tabancası, elinde gümüş kamçısı olduğu halde Köroğlu haşmetiyle geliyordu karşıdan.Amanındı, bu geliş hayra alamet değildi, kesin bir yumuş (iş) buyuracaktı bana; atından indi, atı yaşlı dut ağacının haritaya benzer gövdesine bağladı, yanında getirdiği bir katırla eşeğin yularlarından çekerek bana doğru geldi, gök gürlemesini andıran fena erkek sesiyle:
"Haydi benim aslan oğlum, şu katırı İncirli’ye Dızzo Hasan’a teslim et, eşekle de yarın bir yük odun al gel yayladan..."deyip boynumun kökünden öptü, sımsıcak bir öpüştü bu.Babam beni öpsündü yeter ki dünyanın öbür ucuna giderdim, zira on dört kardeşten hiçbir zaman sıra gelmezdi beni öpmeye…Baba bu, hem de Dirgen İsa gibi bir baba, kim itiraz edebilirdi ki ; iki anne, on dört kardeş tir tir titrerdik yamacında…
Babam beni harman yerinde gafil avlamıştı, evde olsaydık anacığım: “O daha bir çocuk altı yedi saatlik Binboğa Dağı’nın tepesine tek başına nasıl gider bey, üstelik yalnız başına…”der, göndermemek için ısrar ederdi.Hoş, babam hayatta kimseyi dinlemez istediğini yapardı ama hiç değilse anacığıma biraz nazlanırdım böylelikle, olmadı.
“Köpek de gelsin o zaman.” dedim ağlamaklı bir sesle.
“Tamam köpeğini de al, dikkat et köylerden, obalardan geçerken hayvanı boğmasınlar, dağlı köpeği yavuz olur.”
Anneme veda bile edemeden yola revan olmuştuk, köyün çıkışına kadar atıyla bana eşlik etmişti babam, o kısacık yolda ha bire öğütler veriyor, tembihlerde bulunuyordu.
--İstersen bu gece Dızzo Hasan’da kal, yarın erkenden yola çıkarsın.
--Ben başkasının evinde yatamam biliyorsun.
--Oğlum Kürtler mert adamlardır, hele de Kürt’ün Alevisi misafir için ölür; ben yaylaya neden onlarla çıkıyorum sanıyorsun.Hepsi baba dede dostudur, Dirgen Ali dedenin her hadisesinde en az yirmi tüfekli adamıyla hep yanımızda oldular, vasiyetimdir Kürtlere gereken saygıyı gösterin, çok tuz ekmek yedik onlarla…
Babam, köyün sonundaki mezarlıktan dönmüş, atını dört nala köye doğru sürerken ben, ufukta beyaz bir nokta kalana kadar ardından bakmıştım yiğit babamın.
İncirli köyü, zamanında dedemiz Dirgen Ali Ağa’nın köylerinden biriymiş, mahpusa düştükçe köyden Kayseri Kürtlerine arazi satmış bizimkiler, nihayet köyün tamamı Sarız Kürtlerinin eline geçmiş.Köyümüz Altunelma’ya beş altı kilometrelik bir mesafede küçücük ve yemyeşil bir köydü İncirli.
Karanlık ağır ağır kara bir şal gibi ovayı tutunca, göz gözü görmez olmuştu.Ben, boyu neredeyse iki metreyi bulan heyula bir katırın üstünde korkudan türküler söylerken, eşek hımbıl hımbıl ağır aksak fıstıki makamda ilerlemeye çalışıyor, Amerikan filmlerindeki Lessi gibi yakışıklılığı ve sadaketiyle her görenin dönüp bir daha baktığı cânım köpeğim Şahan, patikalar boyunca koşuyor koşuyor bir sırta, büke çıkıp bizim ona yetişmemizi bekliyor, tam yetiştiğimizde de yeniden neşeyle havlayıp aynı oyuna devam ediyordu.Henüz bir sorun çıkmamıştı, katırın semeri rahat, yuları yönlendiriciydi; eşek ne zaman yorulup patikadan sapacak olsa katırla üzerine hamle yapıyor, onu tekrar yola getiriyordum.Eşek
de plan mı yok, üzerindeki heybeyi atabilmek için nerede taş kaya var, oraya gidip sürtünüyordu.Derken sonunda başardı da bunu, yayladakilere götürmeye çalıştığım meyve-sebze, çay-şeker, peynir mayası, peynir ceresi türünden malzemeler dolu olan heybe tangur tungur taşlara düşmüş, topraktan yapılma cere kırılıp tuz buz olmuştu.Katırdan mecburen indim, heybeye doğru gideceğim ama bu defa da katırın inatçılığı tuttu mu; zinhar yerinden kımıldamıyor, bir yandan ağlamaklı ve çaresiz bir halde katırı yularından çekmeye çalışıyor, bir yandan da patikadan sapıp ormana doğru giden eşeğe avazım çıktığı kadar “çüüüüüüüüş” diye bağırıyordum.Baktım eşek kendi dilinden anlamıyor, eşeğin yedi sülalesine Türkçe iltifatlar etmeye başladım.Oh be ! Durmuştu hayvan, epeyce bir kızıp azarladım tabi, benim ses tonumdan bir olumsuzluk olduğunu hisseden Şahan o değilden bir iki havladı, kınadı eşeği; eşek kopya yakalatmış bir çocuk kadar mahcup…
Kırılan cereyi heybeden çıkardım, aslında cerenin kırılması isabetli olmuş, hayvanın yükü hafiflemişti.Heybeyi tekrar yerleştirdim eşeğin üzerine, kolanını sıkılaştırdım semerin.Şahan bir iki yüzümü gözümü yalamış, rahatlamıştım.iyi de bu yüksek katıra nasıl binecektim, kör karanlıkta irice bir taş, kaya bulup hayvanı yanına çekmeye çalıştım; üç beş denemeden sonra nihayet katıra tekrar binmiştim.Tam bir oh çekecekken bu defa da İncirli’nin köpekleri kokuyu almış, üzerimize kurt sürüsü gibi havlayarak son sürat geliyordu, şimdi hapı yuttun oğlum Şahan, Allah gazanı mübarek etsin, dedim içimden. Köpeklerin dini imanı yoktu, garibim Şahan aslanlar gibi diklense de epey bir yara bere içinde kalmıştı; ben elimdeki değnekle saldırgan köpeklere hamle ediyordum ya, hayvanlar bana mısın demiyor, benim dünyalar güzeli köpeğimi yerden yere vuruyorlardı.Allah’tan katır imana gelmiş, sürdüğüm her yere korkusuzca ilerliyordu; köpeklerin üzerine sürüyordum katırı, katır kendisini ısıracak olanın ağzına bir tekme vuruyor, o köpek sinip kuyruğunu kıstırıp kaçıyordu.Uzunca bir cebelleşmenin sonunda bu hayasız akını püskürtmüştük; Şahan nazlı nazlı ulumaya başladı, yalandan meydan okudu onlara, ben çaresizlikten ağlarken ban eşlik edercesine Şahan ince ince sesler çıkarıyordu.Bu sahneleri bir film izler gibi izleyen duyarsız eşek ne dosttan ne düşmandan taraftı; öylece bakıyordu.
Yatsı gibi İncirli’ye varmıştık; köylülerden, Dızzo Hasan’ın evini öğrenmiş, adamı bulup katırını teslim etmiştim; Hasan Amca’nın onca ısrarına rağmen evinde kalmadım, açlıktan sündüğüm halde “karnım tok” yalanını yuvarlayıp ahmak ergen gururuyla yeniden yola düşmüştük.Hasan Amca bizi köyün çıkışına kadar savuşturdu, şimdi Binboğa Dağlarının karanlık meşe ormanlarında, belli belirsiz bir cılgı patikadan zikzaklar çizerek tırmanışa geçmiştik.Şahan her zamanki numaralarına devam etse de boğuşmanın etkisiyle bir ayağı aksıyor, ara sıra acı acı uluyor, neden sonra topallayarak koşup ilerideki bir kayanın üzerine tünüyor, “beni kurt mudur acaba?” korkularıyla
baş başa bırakıyordu.Eşeğin semeri katırınki gibi rahat olmasa da yere yakın olmanın güveniyle yine de hayatımdan memnundum, heyhat eşeğe bir haller olmuş anlamsız bir direnişe geçmişti.”Ço” demeyince yürümüyordu, her dakika “ço, ço” demekten ağzım kurumuştu; sonunda eşekçe bir şarkı tutturmayı akıl etmiştim.Çoçoço da oç ço; dam üstüne çul sererer ço ço da ço…Eşek bu numarayı nasıl yuttu hâlâ merak ederim.
Saatlerdir bir karanlık ormanda çocuk korkularımla, yürüyordum; zira eşek sonunda türküde geçen “ço” muhabbetinden de sıkılmış, beni üzerinden atabilmek için sürtünmedik ağaç, kaya bırakmamıştı.İnat da bir murattı, ben de düşmemek için elimden geleni yapıyordum, ama neticede bu oyunu da eşek kazanmış, yerinde çakılıp kalmış, bir adım atmaz olmuştu.İndim üzerinden mecburen şimdi bu amansız yokuşları yaya yürüyorduk.
Dik yamaçlardan, korkunç vadilerden geçerek peyce bir tırmanmıştık dağa, ileride yol üzerinde bir ateş yanıyordu.Obaya yaklaştığımı sanıp sevinmiştim, ateşe doğru yaklaştıkça beş altı silahlı adamın ateşin başında bağdaş kurup oturduklarını fark ettim.Eyvahtı, bunlar köyde kentte bir efsane gibi anlatılan eşkıyalardı, korkudan ağzım iyice kurumuş, nefes alamaz olmuştum.Ayak seslerimizle yekinip silahlarını doğrulttular üzerime, birkaç damla kaçırmış olmalıyım o ara:
--Kimsin lan! Dedi bir ses, dağlar yarıldı, Şahan yalandan havladı, bu defa da Şahan’a yönelmişti namlular:
--Şey amcalar, ben Dirgen İsa’nın oğluyum.
--Ne gezersin bu karanlıkta tek başına?
--Yaylaya gidiyordum amcalar, (sesime azıcık kuvvet gelmişti.)
--İyi, karnın aç mı?
Artık daha fazla kibarlığın anlamı kalmamıştı, bir kurt kadar açtım.Ateşe yaklaştığımda meşe közlerinin üzerinde bir kuzunun dönen etlerini görünce cennete düştüğümü sanmıştım:
--Evet çok açım.
--İyi o zaman, gel otur karnını doyur, bir daha da gece ohdu yalnız yolculuk etme, el kadar bebesin sonuçta…
--Tamam amcalar, deyip yanlarına kuruldum.
--Sen de türkü söyler misin Dirgen Ese gibi?
--Evet, söylerim.
--Neyse önce karnını doyur, sonra da türkü söyle tamam mı?
--Tamam.
Abanmıştım etlere, Şahan da en az benim kadar açtı; kemikleri özellikle az sıyırıp geri kalanını Şahan’a atıyordum.Şahan’ın da benim de keyfimiz yerine gelmişti.Oh be dünya, yok et varmış!Karnımızı doyurunca o yıllarda pek meşhur olan bir Selahattit Bölük türküsü “Kara gözlüm kar yağdırdın başıma…” yı Küçük İbo gibi çağırıken, eşkıyaların yüzünde sesimi beğendiklerine dair iz aradım bulamadım, hâlâ kirli ve azgın suratlarıyla, başka bir dünyadan gelmişler gibi heykel misali öylece bakıyorlardı bana.Eşek de uzunca bir süre yayılıp karnını doyurunca eşkıyalardan izin isteyip tekrar yollara düşmüştük.Artık obaların cılız ışıkları görünüyordu, zaten sabah aydınlığı ortalığı ağartmış, korkumuz biraz olsun dağılmıştı.
Her obada Şahan’ıma saldırmıştı köpekler ve ben her saldırıda köpeğimi kurtarmak için hem bağıra çağıra hem çoban köpekleriyle mücadele etmiş, hem de hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.Neden sonra çobanlar hep imdadımıza yetişiyor, bizi kurtarıyordu ama her boğuşmadan da Şahan’ım ağır yaralar alıyordu.Gün aydınlığında niahyet obaya varmıştım, Cemile anam halimizi görünce koşup sarılmıştı bana, üvey anne değil de sanki bir melekti…Ben ağladıkça bir yandan yüzümü gözümü siliyor, bir yandan da babama veryansın ediyordu.
“Ah adam ah, el kadar çocuk gece yarısı dağlara göderilir mi, ben bunu senin yanına bırakır mıyım, gadanı alırım senin yavaş, gelirsin buraya!” dedikçe ben iyice nazlanıyor, ağıtın volümünü yükseltiyordum.Çobanımız Bebek Ede bağrış çağrışa gelmiş, “Erkek adam geceden mi korkar len, sen nasıl Dirgen tohumusun, canına…” diyor, bir yandan da kırmızı yanakları, çipil gözleriyle gevrek gevrek gülüyordu.Cemile Anam ardıç kütüklerinden yapılmış evimizin en kostak yerine bir yatak serdi, ocağa süt koydu, tereyağ, bal,kaymak çıkardı bir güzel karnımı doyurdu, köpeğin yaralarını emledi:
“Yaraları çok fena, yaşamaz memedim bu.” Deyince ben tekrar bir ağıt tuturdum.
Şahan birkaç gün ardıç gölgelerinde ölü gibi uyudu, ne yal yedi ne su içti, bir sabah kalktığımızda artık nefes de almıyordu; “Köpek ölmüş oğlum, götürün bir yere gömün dedi Cemile Ana.
Köpeğin başına çömelip saatlerce ağladım, onu koruyamamıştım nasıl adamdım ben, babama kızıyor, onu hiç affetmiyordum.Şahan sanki yaşıyor gibi bal rengi gözlerini gözlerime dikmiş:
“Aldırma be ortak, nasıl olsa bir gün herkes ölecek." der gibi öylece bakıyordu...
*
Mehmet Binboğa
Eskişehir Mayıs 2017
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.