- 863 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Birkaç Anne, Birkaç Ben, Birkaç Olmayan Eyşan
Nedir bu içimdeki yabancılar kalabalığı? diye sordum etrafımda toplanmış hiç kimseye. Kimseden cevap alamadım. Yüzünde şişman harflerle obur sessizlik dönüp bakma tenezzülünde bile bulunmadı. Ağzı ve kulakları asırlardır başka şeylerle meşgul. Uysalların duyulmayan öfkesiyle beslenen bu sistemin sana lütfettiği küçük harfli sesler meydanında yumruğunu sıkarak bağırdığında sesini ve yumruğunu alıp götürüyorlar. Bir güzel dövüyor, işkence ediyor, şansın varsa sesini ve yumruğunu aldıkları yere hırpalanmış bir halde geri fırlatıyorlar. Tipine bakarak bir sonuca ulaşamadıysalar hemen hakkında bilgi (fiş) taraması yapıyorlar. En ufak kırmızı renkli bir sözcüğünü bulurlarsa sen artık sen değilsindir. Sen artık onların tutsağısındır. Bu düşünceyi havluyla siliyorum yüzümden geçici olarak.
Sonra kendi kendime konuşmaya başlıyorum: Başkaları değilse kimdir cehennem? İnsanın kendisi midir? Belki herhangi bir kimse değildir. Hem birisi olması şart mı? Kendi halinde yaşayan, sırtına ağır anlam çuvalları yüklenmiş zavallı mülayim bir kelimedir sadece belki. Haksızlık etmeyelim. Bu arada içsel konuşmam devam ederken aynı anda normaller için hazırlanmış bir parka doğru gitme eylemi hemen yanı başımda benimle beraber yürüyordu. İyi bir görevci olan dudaklarım görüntüyü ekrana sunmakta gecikmedi.
Dudaklarım;
Kelebek lekesi.
Bir bankın üzerinde oturuyoruz sevgili gölgem ve ben. Riskli alanlarda melodi toplama alışkanlığım her zamanki gibi oldukça formda. Fikir parçacıkları ve aykırı çiçeklerin sevimli yarışı sadece bizim göreceğimiz şekilde eşlik ediyor bize. Huzuru hissetmek istiyorum dibine kadar. Dünya çıkmazından kaçmanın bedeli aslında bu kadar da masrafsızdır işte. Yenilginin tadından uzaklaşmak. Çatışmasız figürler meydanında dans etmek. Her yerde art niyetli insanlar ve onların kronik kötülüklerinden sıyrılabilme yeteneğine sahip olmak. Bir anda zamandan bağımsız bir kayboluş hissi yayılıyor bedenime. Büyülü akışlar dönemecinden geçiyorum… Derken sağduyumun sesini duyuyorum ilerden. Bana doğru geliyor. Eyvah! Hayal gücümün sağlığı bozulacak. Koluna iri yarı iki düşünce takmış, dayılanacak gene belli.
Metalik bir kelimeyle kapatıyorum konuyu o gelmeden.
Erketeye yatıyor flüt çalan küçük otlar.
Yanaşır yanaşmaz; gene içine kapanmış, hayal pazarından kelime araklamaya çalışıyorsun, değil mi? dedi sağduyum. Yok, öyle bir şey dedim. Banktan kalkıp sağduyumdan uzaklaşmaya çalıştım. İri yarı adamlarıyla beraber peşime takıldı. Arkamdan laf atıyor, ağır hakaretlere varan sataşmalarda bulunuyordu. Dayanamadım, aniden dönüp sağ bacağımı dizime kadar kaldırdıktan ve iki kolumu da kanat gibi açtıktan sonra tam göğsüne bir kung fu tekmesi çıkarttım. Sırt üstü yere yığıldı ve ağlamaklı gözlerle bana bakıp “seni babama söylicem işte” diyerek kaçıp gitti. Sağ ayağım bir süre havada öylece kaldı. Bakışlarım kartal gibi kararlı ve vücudumun diğer uzuvlarına talimat vermeye hazır bir şekilde, “sıkıyorsa hele bir deneyin” dedim sağduyumun muhafızlığını yapan iri yarı o iki düşünceye. Eylemime karşılık bir tepki veya hamle gelmediğini gördükten sonra “ben de öyle düşünmüştüm zaten” diyerek ayrıldım oradan.
Nereye gideceğimi bilmeden yaklaşık bir saat yürüdüm kıyı boyunca. Tam da burada “telefonum çalıyor” demem lazım. Genelde öyle olur. Ama çalmıyor. Arayan da Eyşan değil. O da kim? Öyle biri zaten yok. Hava neredeyse kararmak üzere. Neredeyse’yi kaldırdım on dakika sonra. Karardı. Hava şu an resmi olarak karardı. Eve dönmeye karar veriyorum. Geldiğimde evin yerinde olmadığını görüyorum. Ev yok. Evin yerine henüz konuşmayı sökememiş bir sokağı koymuşlar. Anne ev nerede? Oğlum, bir takım sivil giyimli karanlık adamlar geldi, evi kelepçeleyip götürdüler. Neden peki? Bilmiyorum oğlum, içinde umut mu neyim saklıyormuş ev, bacadan bunun eyleme dönüşme ihtimali tütüyormuş, görüp ihbar etmiş birileri. Babam direnmedi mi peki? Oğlum senin baban yok ki. Yıllar önce öldü… Tabi ya, babam ölmüştü. Babam ölmüştü. Bir insanın babası ölmüşse, o insanın ülkesi de ölmüştür. Babamın nasıl öldüğünü de hatırlıyorum. Babamın kalbine doğru misafirliğe gelen o dolgun maaşlı kurşun. Bunu unutabilir miydim? Numara yaptım. Unutma numarası yaptım. Arada bu numarayı yapmazsam hayat pılını pırtısını toplayıp gidiyordu benden.
Kusursuz bir uyumsuzlukla birbirine sımsıkı bağlı olan Unutuş ve Hatırlayış ayağa kalkıp; biziz dedi. Cehennem biziz. Ne insanın kendisi, ne başkaları, ne de sırtına ağır anlam çuvalları yüklenmiş o zavallı kelimedir cehennem… Biziz… İçimdeki o yabancılar kalabalığı tekrar dalga dalga hareketlenmeye başladı. Kaçamıyorum. Ayaklarım; kontratı sona ermiş yıldız taşıyıcıları. Olduğum yerde hislerimin üstüne çöküyorum. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi:
“Aslında galiba ben bazı şeyleri fazla, hem de gereğinden fazla ciddiye alıyorum. Mesela aşkı, nefreti, arkadaşlığı, ölümü, iyi kitapları ve tabloları, bazılarının kötü, bazılarınınsa iyi kalpli oluşunu ve bazı insanlara yapılan haksızlıkları…”
Ben de mi öyle yapıyordum yoksa. Her şeyi gereğinden fazla mı ciddiye alıyordum… Çıktığım yolculuklardan hiçbir şey getirmediğim halde paramparça dönüyordum… Telefonum çalıyor. Bu kez, gerçekten çalıyor. Ama arayan Eyşan değil. Eyşan hiç aramaz. Çünkü Eyşan hiç olmadı. Olmadığı gibi, burada ne işi var, onu da bilmiyorum… Gelip evinizi alabilirsiniz, diyordu telefondaki ses. Üstünden fazla bir şey çıkmamış evimizin. Birkaç yazılmamış şiir, birkaç uyanılmamış düş, birkaç anne, birkaç ben, birkaç olmayan Eyşan ve takibe alınmış telefon numaram. İşlerine yaramadığı için geri verdiler. Ama kitaplarım bir müddet daha misafirleri olacakmış. Laboratuara götürüp inceleyeceklermiş. Kitaplardaki altı kurşunkalemle çizilmiş bölümler hakkında çalışma yapacaklarmış. Suç unsuru bulurlarsa bu kez hayal gücümü alacaklarmış. Kenti terk etmek yasak. Aykırı çiçeklere öyküler anlatmak ve fikir parçacıklarını ortaya yaymak yasak. Denetimli serbestlik şartıyla bıraktılar evi. Her sabah gidip imza atacakmış en yakın tanrıya. Evi teslim aldım ve döndüm henüz konuşmayı sökememiş sokağa. Bu kez de sokak yoktu yerinde. Sadece soğuk bir bilgi vardı belleğin demir kapısında bekleyen. Bilgi; bilinmezin girişidir.
(21 Mayıs 2017)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.