- 672 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-DÜNYA SİYASETİNİN KİMİ AKTÖRLERİNİ DÜŞÜNÜRKEN-
“Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl” sözü meşhurdur. Öteden beri türlü şekillerde tanımlandığı görülebilir. Direk anlaşıldığı şekilde bir idam usulünden kaynaklandığı birincil anlatım olmaktadır. Bu idam usulü anında ölümü mümkün kılarak idamın işkenceye dönüşmesini önlemektedir. Ancak her sözde olabildiği gibi ikincil manalar aramak ve bulmakta mümkündür. Açıkçası, diğer idam şekillerinden daha pratik ve idam edilen açısından daha avantajlı olması İngilizin kafa ve zihniyet yapısını ister istemez düşündürmez mi? Şöyle ki, üstteki söz bir bakıma ”Boğulacaksan büyük denizde boğul” sözü misali cesur olup risk almayı öneren bir anlamı da çağrıştırabilir mi acaba?
Bu sorunun yanıtı ister istemez İngiliz kafa yapısını ele almayı da gerektirir. Pragmatik bir anlayışın öne çıktığı söylenebilir. Ekonomi ve siyasette pratik ve geçerli çözümü belirleyip uygulama konusunda sözgelimi hiçbir ahlaki kaygının nazarı dikkate alınmayacağı akla gelebilir.
İngiltere, özellikle sanayi devrimi ve sonrası süreçte denizler aşırı bir imparatorluğa dönüşmektedir. Bu etkinlik 2’inci dünya savaşına kadar devam eder. 1945 sonrasında dünyanın patronajı özelliğini yitirir. Ancak bu temelli yitip gittiği anlamına gelmediği gibi örtük bir aktörü karşımıza çıkarır. Siyasette dip dalgaları oluşturmaya devam eder.
Yine Napolyon’un “devletlerin politikaları coğrafyalarında yazılıdır” sözü misali İngiliz siyasetini muhakkak bir parametre kılan coğrafi ögeler üzerinde özellikle durmak gerekir. Sözlüksel tanımlama; İngiltere’nin ikliminin değişken bir yapıya sahip olduğu ve kışların yumuşak yazların serin geçtiği mahiyetindedir. Bu husus değişken durum ve şartların ya da konjonktürün esas alındığı siyasi anlayış ve tavrı da biçimlendirmesin? Aynı zamanda puslu havanın insana yüklediği gam, kasavet dolu bir benliğide düşünebiliriz. Ancak diğer yandan yaşamın ritmi bu iç sıkıntısını kontrol etmeyi, renk vermemeyi gerektirecektir.
İngiliz siyasetine gülerken ısırmak tabiriyle vurgu yapıldığı da görülebilir. Açıkçası denizanaları aklıma gelmiyor değil. Feministleri ürkütmek pahasına kadınsı bir edayla kâh okşarken, kimi zaman tırmalayan, ısıran ve yakan bir sistemi anımsatıyor bir an.
Bu doğrultuda İngiltere, çeşitli dönemlerde devreden çıkmak istemediği gibi devre dışı kalmamıştır da. Sömürgelerinden çekilme biçimi bile ne kadar siyasi ve diplomatik ögelerle bezelidir. Ardında devamlı kendine dönük, dirsek teması yapabildiği bir yapıyı bırakmaz mı? Mesela Hindistan’dan ayrılırken Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Keşmir gibi ayrı devletler ve tampon bölge yapılarını geride bırakmaz mı? Yine son deminde Osmanlıyı yıkıp param parça bir coğrafyayı miras bırakmadı mı? Ya da Musul meselesini gündemimizden çıkartmak için Türkiyeyi bir doğu isyanı ile baş başa bırakmadı mı? Hatta Lozan görüşmelerinin baş aktörü dahi İngiliz devleti değil midir?
Bir bilardo oyununu izlerken genel olarak diplomasi ve siyaseti ama özelde İngiliz siyasetini düşünürüm. Hani profesyonel bilardocuların riayet ettiği temel bir husus vardır. Topların masa üzerindeki yayılımı ya da açılımı eğer sayı almayı mümkün kılacak bir vuruşa imkân vermiyorsa ıstakayı rakibe en namüsait pozisyonda devrederler. Başka bir deyişle rakibe en ters bir açıda masayı bırakırlar.
Tüm bu hususlar bir başka siyaset ustasının ise Yahudiler olduğunu görmemize engel değildir. Bu durumun oluşmasında özel tarihsel konumlarının ağırlıklı bir rolü olmalıdır. Takriben iki bin yıllık süreçte vatansız diyebileceğimiz Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmış ve diğer milletlerin içerisinde genellikle azınlık statüsüne sahip olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Ezilmemenin yolunun ezmekten, sömürülmemenin yolunun sömürmekten geçtiği bir sistemde düşünmek ve hareket etmek durumundadırlar. Bu hassas denge siyaset, diplomasi, istihbarat gibi ögeleri ister istemez geliştirmektedir. En ilkel düzlemde tanımlarsak mensubu olduğu millet ve devlet karşısında kulağı daima kirişte olacaktır.
Yahudi zekâsının bir tezahürüde kendisi için cemaatçi ilkeler geliştirip tatbik ederken, diğer milletleri ise atomize etmek ya da etnik bir toz haline getirebilecek metot ve uygulamaları sözde bilimsel nazariyeler kanalıyla geliştirmekten ibaret olmaktadır. Şunu vurgulamak isterim. Bir Yahudi kafa yapısından söz ederken; psikoloji, psikiyatri, ekonomi, felsefe gibi alanlara doktriner düzlemde hâkim olunmasını küçümsüyor değilim. Şimdi bana şu veya bu Yahudi sosyal bilimcinin, felsefecinin bilimsel değerinden söz edebilirsiniz. Hiç şüphesiz o değeri, önemi küllüm reddedebilir miyim? O zaman da muhakkak surette ırkçılığın tuzağına ve batağına düşülmez mi? Fakat her alanda masonik yapılanmayı daima ve mutlak surette destekleyen bir sistematik çabayı da es geçecek kadar kör parmağım gözüme bir mentaliteyi kabul etmek ya da sessize almak da mümkün olabilir mi?
Diğer bir husussa Yahudi ve İngiliz siyasetinin uluslararası ilişkilerdeki açılımları ve kesişim kümesi olmalıdır. Sözgelimi bazı örnekler İngiltere ve Siyonizm başlığını atmayı derhal mümkün kılacaktır. 1917’de yayınlanan ilk “Balfour Deklarasyonu” ileride Ortadoğuda bir Yahudi devleti kurulmasını İngiltere’nin desteklemesi anlamına gelmektedir. Hemen akabinde birçok Avrupa ülkesi de Deklarasyonu destekler. Elbette Avrupa kıtasında tarihsel Yahudi düşmanı perspektif uluslararası Siyonist örgütlenmeyle Avrupa ülkeleri arasında bir çıkar örtüşmesini mümkün kılmaktadır. Böylece hem Yahudi kapitalist ailelerin isteği karşılığını bulurken hem de Avrupa’da ki Yahudi varlığı Ortadoğu’ya sevk edilebilecektir. Geçtiğimiz yüzyılda kimi zaman ortaya atılan “bir ırk diğer bir ırkı katletti, faturası üçüncü bir ırka kesiliyor” tanımlamasınında bu anlamda düşündüğümüzde gerçekliği apaçık ortadadır.
Yine meşhur sosyal bilimcilerden Max Weber ve Werner Sombart’ın, özünde modern uygarlığı meydana getiren çatışma ve buluşma noktaları etrafında sergiledikleri görüşleri karşımıza çıkar. Elbette iki sosyoloğun yaklaşımları arasında ihtilaf noktaları vardır. Temelde kapitalizmin harcında Püriten bir duruş ararlar. Tanrının şanını yüceltmek için çalışmak ve zenginleşmek önemsenir. Ancak Weber bu ahlak anlayışını Protestanlığa dayandırırken, Sombart Yahudiliğe yaslar. Sombart’a göre gizli Hristiyanlık olmazken, gizli Yahudilik olabilmektedir. Bu durumu Avrupa tarihinin Yahudi karşıtı baskıcı eğilimine dayandırır. Tam da bu yüzden Püritenliğin ardındaki Yahudiliği belirlemenin zorluğuna değinmektedir.
Şüphesiz bu değerlendirmeler bizi salt Avrupa değil Amerika üzerinde de düşündürecektir. Örneğin Amerikanın harcında ve bugünlere gelişinde Anglo Sakson ve Yahudi varlığını değerlendirebiliriz. Amerika Birleşik Devletlerinin 1770’lerde kurulmasının İngiltere ve Kıta Avrupasından göçlerle birlikte ele alınacağı aşikârdır. Bu şekilde oluşan kuzeyin on üç sömürgesinin sonrasında bağımsız bir devlete dönüştüğünü görebiliriz. Bu düzlemde ele aldığımızda konuyu İngiltere ve Yahudiler başlığıyla sınırlandırmakta bizi bir başka yanılgıya sürükleyecektir. İngiliz ve Yahudi renkleriyle Amerika’nın dünya patronajı da farklı bir emperyal bloğu karşımıza çıkarmaktadır.
Ülkemiz üzerinden düşünürsek Avrupa ya da Amerikan kaynaklı güç odaklarından biri ya da diğerinin farklı sosyal ve politik kesimlerimizde cazibe merkezi halini alması da yanıltıcı olacaktır.
Bir başka deyişle Avrupa’nın İngilizi, Fransızı, Almanı, Tapınakçısı, Vatikanı, Opus Dei’si ile üzerimizden eksilmeyen gölgesi ve içimize çöreklenmiş baronlarına paçayı kaptırmak veya Amerikan emperyalizminin “hür dünya” kavramı etrafında şekillenen güler güzlü şeytani çehresine kapılıp gitmek “denize düşen yılana sarılır” sözü misali bir tercih zarureti uyandırmamalıdır. Hani derim ki, farklı emperyal blokların markajı altında olduğumuz gerçeği her dem karşımızdadır.
L.T.
YORUMLAR
Değerli Hocam.
Benim anlayışıma göre hiç bir devlet, güçlü ve dünya siyasetine yön verecek bir devlet olarak doğmaz. Zaman içinde bazı aktörler vasıtasıyla güçlü devletler olurlar ya da öyle öyle görülürler.
Bir devletin bir başka devlet tarafından bilimde, sanatta, teknolojide kültür ve medeniyette, sporda vs. güçlü görünmesinin en önemli sebebi diğer devletlerin kendilerini güçsüz görmeleridir. Mesela Avrupa Hunlarını ele alalım. Gerek Doğu gerek Batı Roma Attila için Allahın kırbacı dediler değil mi? Ama devleti o ölür ölmez darmadağın oldu.
Yıldırım bayezıt Niğbolu Savaşını kazanınca '' Türk ordusunu yenebilecek bir ordu yok'' Dediler ama 1683 de gördüler ki Türk ordusunu yenmek de mümkün.
Eski futbolcularımızdan biri anlatmıştı: '' Sahaya çıkıyoruz, karşımızda koskoca Arsenal, bacaklarımızın bağı titriyordu. Şimdi ise o Arsenal'in elinden UEFA kupasını aldık.''
Aslında olay biraz şu fıkraya benziyor
Kış başlamak üzeredir. Kızılderili topluluğu şefin etrafına toplanmış, kışın sert mi yoksa yumuşak mı geçeceğini öğrenmek isterler.
Geleneksel yeteneklerini dedelerinden bu yana çoktan kaybetmiş bulunan şef, işi sağlama almak için kışın sert geçeceğini ve mümkün olduğunca fazla odun toplamalarını söyler kabilesine Akıllı bir adam olan şef birkaç gün sonra yakınlardaki
meteoroloji istasyonuna telefon eder:
'Bu kış soğuk mu geçecek sizce?'
Meteorolog cevap verir:
'Evet, oldukça sert geçeceğe benziyor.'
Bu cevabı alan şef derhal kabilesine döner ve kışın çok sert geçeceğini, daha çok odun parçası toplamaları gerektiğini söyler.
Bir süre sonra Meteoroloji istasyonunu tekrar arar ve sorar:
'Kış hala soğuk mu geçeceğe benziyor ?'..
'Evet' der karşıdaki:
- 'Oldukça soğuk geçeceğe benziyor.'
Şef kabilesine döner ve sadece odunları değil bulabildikleri her çalı çırpıyı toplamalarını ister.
Birkaç gün sonra Meteoroloji istasyonunu tekrar arar:
- 'Kışın sert geçeceğinden gerçekten emin misiniz?'.
Adam:
- Kesinlikle. Bugüne dek yaşanan en sert kışlardan birini yaşayacağız gibi görünüyor.
- 'Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz ?' diye sorar şef.
Meteorolog yanıtlar:
- 'Kızılderililer çılgınlar gibi odun topluyor.
Selam ve sevgilerimle.
levent taner
Tarihçi sizsiniz
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum öncelikle
Binlerce yıldır ne güçler gelip gitmiştir, yükselişler çöküşler saymakla bitmez kuşkusuz
Korkunun dağları beklediği, beri yandan korkunun ecele faydasının olmadığı pek çok örnek
Doğa büyük bir öğretmen
Belgesellerde izleriz
En umulmadık hayvanlar kendilerinden daha heybetli, namlı hayvanları alt etmiyor mu?
Önce yüreğini ortaya koyan ardından sahip olduğu imkânları seferber eden hayvan kendisinden daha azman görüneni mat edebiliyor
Benim bahsim son birkaç asır ve günümüz şüphesiz
İnsanlık tarihinin sunduğu nice örnek yanında devede kulak ancak olabilir bu
Saygı ve selamlarımla...