- 929 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Denizli'de Zaman
DENİZLİ’DE ZAMAN
“Said Nursi’nin Denizli hapishane günlerine dair.
İSA AVCI
[email protected]
“Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir’de bir ayda çekmezdim. “
“O büyük şehit, Denizli’yi bana sevdiriyor, daha buradan gitmek istemiyorum.”
13.Şuâ
Denizli’de zaman; meşhur Delikliçınar meydanı, Candoğan parkında durur benim için.
Ne zaman canım sıkılsa ruhum daralsa bir esenlik, huzur arasam Candoğan parkına gelir, palmiye ve çınar ağaçlarının koyu gölgesinde otururum. Karcı dağından iniveren tatlı, hoş bir esinti eşliğinde gözlerimi kaparken, zihnimde zaman mefhumunun kaybolduğuna, eski zaman dervişleri gibi tayy-ı zaman yaptığıma şahit olurum. Bulunduğum mekân bir kartpostal gibi farklı iki bölüme ayrılmıştır sanki; renkli ve siyah-beyaz.
Kartpostalın renkli kısmında, halde, yani 2015 yılının yaz aylarındayım. Bir ayağım caddelerde döşeli sarı, kahverengi travertenlere basıyor. Delikliçınar meydanı her zamanki gibi lebaleb insanla dolu. İstanbul için İstiklal Caddesi, Ankara için Kızılay meydanı neyse Denizli için Delikliçınar meydanı o dur. Caddelerde insanlar Denizli’nin gür pınarları gibi oluk oluk akıyor, yaz gününün keyfini çıkarıyor ve mağazalardan alış-veriş yapıyor. Dükkânlardan müzik sesleriyle birlikte nefis yemek kokuları yayılıyor. Modaya uygun, renkli kıyafetleriyle gençler adeta çiçek bahçelerini anımsatıyor. Çınar meydanının yayalaştırılması en çok onlara yaramışa benziyor. Şimdi gençler M. Kemal Paşa bulvarını bir baştan bir başa tekerlekli patenleriyle kayıyor ve benzerlerini ancak belgesellerde gördüğümüz akrobatik hareketler yapıyorlar.
Kartpostalın siyah-beyaz parçasında ise mazide, yani 1944 yılının haziran ayındayım. Hatta akıllı telefonumun dijital takvimi tamı tamına 16 Haziran 1944’ü gösteriyor. Ve diğer ayağım sağ yanımda bulunan şehir otelinin tozlu sokağına basıyor. Şehir otelinin önü de ağzına kadar insanla dolu. Özellikle, şafağın alaca karanlığında köylerinden kalkıp gelmiş, başı kasketli, urbaları yamalı köylüler otelin önünde sabırsızlıkla bekleşiyor. Ellerinde sepetler, sepetler içinde yumurta, bal, kaymak, tereyağı… Koltuk altlarında enva-i çeşit hediyeler… Tüm bunlar mahkemesi bir gün önce beraatle neticelenen ve şehir otelinde zorunlu ikamet ettirilen bir zat için. O zat şehir otelinde 45 gün daha gözetim altında tutulacak ve Ankara’dan gelen talimatla Afyon’a doğru yola çıkacaktır.
Bekleşenler sadece köylüler mi? Otele ara ara şehir eşrafından, ulemasından insanlar geliyor. Bunlardan birisi ileri ki yıllarda Türkiye’nin en büyük milliyetçi-mukaddesatçı fikriyatçılarından Nurettin Topçu’dur. Nurettin Hoca o yıllarda Denizli Lisesinde felsefe öğretmenidir. İzmir’de siyasi iktidara muhalif yayınlar yapan Hareket dergisinde çıkan yazı yüzünden Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Denizli Lisesine sürgün edilmişti. Bu sürgün ona Üstad ile tanışma, mahkemeleri yakından takip etme fırsatı verecektir. Diğeri şair, mutasavvıf ve edebiyatçı Hasan Feyzi’dir.
Otelin kapısında polisler her an tetikte, emre amade bekliyor, kalabalığın artmasından endişeliler, gelen emir üzerine kalabalığa müdahale edip dağıtıyor, ama aynı kalabalık hiçbir şey olmamış gibi tekrar otelin önünde toplaşıyor.
Gözlerim otelin caddeye bakan odasının balkonunda mıhlı. Tatlı esinti odanın ince tül perdelerini caddeye savuruyor. Az sonra o balkona ihtiyar bir zat çıkacak kavak, çınar, palmiye ağaçlarına ve sonsuz yeşilliklere bakarak derin tefekküre dalacak. Tıpkı Kosturma’da esaret yıllarında, İstanbul Çamlıca sırtlarında, Ankara kalesinde inkıraz günlerinde, Van’da medrese, Barla’da sürgün ve Eskişehir’de hapishane günlerinde olduğu gibi.
Bunları nereden mi biliyorum? İşte görüyorum. Şu anda, yani 2015 yılının sıcak yaz gününden mazinin derinliklerine akıllı telefonda paylaşılan bir videoya bakar gibi bakıyorum. Ve gördüklerimi sizlere canlı canlı anlatıyorum;
Bir insan düşünün ki; devrinin tüm müspet ve dini ilimleriyle mücehhez, “zamanın harikası” unvanı ile taşradan kalkıp, hilafet merkezi İstanbul’a gelsin, kısa sürede kendini ilim çevrelerine kabul ettirsin, yüksek ilim paye ve rütbelerine nail olsun, iltifat-ı şahaneye mazhar olsun. Milli mücadeleye desteği neticesi Ankara’ya davet edilsin, büyük bir devlet merasimi ile karşılansın, meclis çalışmalarına katılsın, milletvekillerine tavsiyelerde bulunsun. Şöhretinin zirvesinde dünyadan el etek çekip bir mağarada inzivaya çekilsin. Talebe okutmakla meşgul olsun. Bir takım bahanelerle mağaradan alınarak memleketin ücra bir köşesine sürgüne gönderilsin, sonra esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde bir cani gibi gezdirilsin. Hapishanelerde akla hayale gelmedik işkencelere, eziyetlere, hakaretlere maruz kalsın. Yirmi üç kez zehirlensin. Üç padişah, üç cumhurbaşkanı sayısız sadrazam ve başvekil sığdırdığı ömrü hayatını bir otel odasında noktaladığında geride dünyalık namına bir bohça eşyaya bedel, binlerce sayfa tutan külliyat, hizmeti imaniye ve kuraniye yolunda ihlâslı talebeler bıraksın. Cenazesi yüz binlerin katılımı ile defnedilsin. Birkaç ay sonra kabri açılsın ve cesedi bilinmeyen bir yere atılsın ya da defnedilsin.
İşte hayatı Hollywood filmlerine taş çıkartacak kadar maceralı, renkli ve dramatik olan bu zat Bediüzzaman Said Nursi’dir.
1925-1952 yılları arasında yaklaşık otuz yıl sırasıyla; Burdur, Isparta, Kastamonu ve Emirdağ’da zorunlu ikamete mecbur kılınan Üstad sırasıyla Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerinde hapis yatmıştır. 15 Ekim 1943 yılında başlayan Denizli hapsi 15 Haziranda Ağır ceza hâkiminin beraat kararı vermesiyle sona erecek, Üstad bir ay daha şehirde kalacak akabinde Ankara’dan gelen emirle Afyon’a hareket edecektir. Üstad toplam dokuz ay on gün Denizli’de kalacaktır.
1940’lı yıllar Türkiye’si Avrupa’da yaşanan siyasi, askeri gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Daha 1930’lu yıllardan itibaren Avrupa devletleri gruplaşmaya, siyasi dengeler hızla değişmeye başlamıştı. Atatürk gibi dehalar Avrupa devletlerinin yakın bir gelecekte savaşa gireceklerini söylüyordu. Nitekim 1933 yılında Almanya’da iktidara gelen Nasyonalist-Sosyalistler ihanet anlaşması kabul ettikleri Versay anlaşmasının yarattığı statükoyu değiştirmek ve “lebensraum” diye adlandırdıkları yaşam alanlarını genişletmek için bir takım adımlar attılar. Bu bağlamda Fransızlara geçici olarak bırakılan Saar bölgesi geri aldılar. Alınan bu bölgeyle birlikte Ren bölgesini askerileştirdiler. Almanya ile benzer politikalar izleyen İtalyan faşist yönetimi Türkiye’yi işgal etmek için 12 adayı askeri açıdan tahkime yönelmiş ancak Türkiye’nin büyük askeri manevrası (tüm ordunun tatbikata çıkması) sonucu Türkiye’yi işgal edemeyeceğini anlamış ve rotayı Habeşistan’a çevirmişti. Uzak doğuda Japonya da benzer işgal faaliyetleri için Milletler Cemiyetinden ayrıldı.
Tüm bu gelişmeler sonrası İkinci Dünya savaşı Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle başladı. Güçlü ve donanımlı Alman ordusu kısa sürede tüm Avrupa’yı işgal etti. Alman tankları Belçika ve Hollanda toprakları çiğnedi geçti. Alman uçakları İngiltere şehirlerini yerle bir etti. Danimarka ve Norveç gibi ülkeler kısa sürede teslim oldu. Hitler, kurmayları ile Eiffel kulesi önünde zafer pozları verdi. 1943 yılında her şey mihver devletlerin lehine görünüyordu, ancak Hitler savaşın kaderini değiştirecek belki de hayatına mal olacak bir hata yapmıştı. Savaşın başında Rusya ile imzaladığı saldırmazlık anlaşmasını bozarak bu ülkeye saldırdı.
Üstad Denizli’ye geldiği sıralarda Alman ve Rus orduları Stalingrad önlerinde tarihin en kanlı savaşlarından birisini yapmaktaydı. Bu savaşın galibi Rusya olacak ve savaş müttefikler lehine dönerek bir anlamda Avrupa’da diktatör, faşist ve baskıcı rejimlerin kaderleri belli olacaktı.
Aynı yıllar Türkiye’de iktidarda Milli Şef vardır. Bu dönemde en büyük amaç ülkeyi savaştan uzak tutabilmekti. Bu bağlamda dışarıda “ihtiyatlı dış politika” siyaseti güdülürken içeride cumhuriyet ilkelerinin yerleşmesi adına ve Türkiye’yi kendi saflarında savaşa sokmak isteyen ülkelerin takip ettikleri politikalar nedeniyle tüm siyasi, sosyal faaliyetler kontrol altında tutuluyor, çoğunlukla baskı ve sindirme yöntemi uygulanıyordu. Farklı görüş ve düşüncelere, muhalif, aykırı seslere asla taviz yoktu. Komünistler derdest ediliyor, Milliyetçiler tabutluklara tıkılıyor ve İslamcılar hapishanelerde çeşitli işkencelere maruz kalıyorlardı. O yıllardaki hapishane profiline bakıldığında görülecektir ki; memlekette nerede eli kalem tutan yazar, çizer, şair var nerede bir düşünür, tefekkür adamı var hepsi hapishane köşelerinde çile doldurmaktaydı.
1940’lı yılların başında Denizli 47.000 nüfuslu küçük bir Anadolu şehri idi. Halkın geçim kaynağı, tarım, ticaret, el sanatları ve dokumacılıktı. Tüm ticari faaliyetler yüzlerce yıldan bu yana çarşı olarak kullanılan Kaleiçinde toplanmıştı. Ayrıca ahilik kültürünü devam ettiren demirci, bakırcı, keçeci, yorgancı, urgancı, bıçakçı esnafı da el sanatlarını bu tarihi mekânda icra ediyordu. Sonraki yıllarda dokumacılık giderek gelişecek ve dünya Denizli’yi tekstil ürünleriyle tanıyacaktı. Özellikle ev tekstil ürünleri tüm dünya evlerini süsleyecekti. Madencilik sektörü, tekstil ile paralel gelişecek evlerin, villaların içi Buldan dokuma ürünleri ile süslenirken, dış cepheleri ünlü Denizli travertenleri ile kaplanacaktı.
Denizli hadisesi her zaman ki gibi basit, uydurma sebeplerin, sinsice hazırlanmış planların neticesidir. Gizli cemiyet kurmak, inkılâplara karşı gelmek, halkı hükümet aleyhine kışkırtmak, rejim aleyhtarı olmak, Gazi’ye hakaret etmek… vs. Bunlar görünen sebeplerdir. Oysa Denizli hapsinin gerçek sebebi, Risale-i Nur’un Isparta ve Kastamonu merkez olarak sair vilayetlerde intişarı, yayılması ve böylece din muhabbetinin gittikçe artmasıydı. Hattâ Denizli hapsinden az evvel, yedinci şua olarak bilinen Ayetü’l-Kübra risalesi İstanbul’da gizlice 500 adet basılmış ve bunlardan birisi Denizli Çivril İlçesi Homa (Gümüşsu) beldesinde ele geçirilmişti. İman hakikatlerini harika bir surette izah ve ispat eden bu eser muhaliflerce bir tehdit olarak algılanmış, imansızları telaşa düşürmüş ve Denizli hadisesine sebep gösterilmişti.
Önce çevre belde, köy ve şehirlerden evinde Kuran öğrenen, öğreten, Risale-i Nur bulunduran, okuyan, yazan ya da Üstad ile uzaktan yakından gönül bağı olan insanlar birer birer tutuklanır. Garabete bakın ki, gizli örgüt kurmak, rejimi yıkmakla suçlanan ve idamla yargılanacak olan bu insanlar kimisi harman yerinde döven sürerken kimisi merada hayvan otlatırken kimisi de tarlada çalışılırken tutuklanacak, ikişerli kelepçe takılarak çocukların, kadınların gözleri önünde ağır hakaret ve dipçik darbeleriyle hapishaneye sevk edileceklerdi.
Neden Denizli? Unutulsun, yok olsun diyerek memleketin ücra bir köşesine sürgüne gönderilen Üstad, burada yazılan Risale-i Nurlar ile muhaliflerin düzenlerini, planlarını alt üst etmişti. Onun varlığı ülkede ikame edilmeye çalışılan rejim için bir tehditti. Onlara göre bu tehdit behemehâl ortadan kaldırılmalıydı. İşte bu yüzden Denizli hadisesi tezgâhlanmıştı ve muhaliflerin hesaplarına göre Üstad Denizli’de öldürülecekti.
Planlar buna göre yapılmış, bu iş için katiller ayarlanmıştı. Üstad daha Denizli’ye gelmeden hapishane müdürü müebbetlik, idamlık mahkûmları toplayarak: “yakında buraya şarktan Bektaşi bir hoca gelecek. Kendisi cumhuriyet düşmanı, rejim aleyhtarı, yobaz, gerici bir hocadır. Konuşması konuşmamıza, giyim kuşamı giyim tarzımıza benzemez. Sakın ona yüz vermeyin, onunla samimiyet kurmayın. Ona istediğiniz işleri yaptırabilir, istediğiniz şekilde davranabilirsiniz.” diyerek mahkûmları Üstad aleyhine kışkırtmıştı.
İdarenin ırk ve mezhep içerikli bu söylemi aslında dönemin tek parti zihniyetini yansıtan, parti ideolojisiyle örtüşen bir söylem olduğu gibi, yıllardan beri izlenen yanlış Batılılaşma politikaları ve ayrıştırıcı/ayrılıkçı siyasetin bir sonucudur. Şöyle ki; cumhuriyet kadrolarının tek hedefi Türkiye’yi bir an önce muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktı. Muasır medeniyetten kasıt Avrupa medeniyeti, rol model ise Avrupa insanı idi. Oysa Avrupa medeniyetinin temelini antik Yunan düşüncesi, Roma mirası ve Hıristiyanlık dininin esasları oluşturuyordu. Bu medeniyet hak yerine kuvveti esas alıyor, kitleler arasındaki bağı ırk merkezli değerlendiriyor (kendinden olmayanı öteliyor, dışlıyor hatta kötülüyor, aşağılıyor), menfaate ulaşmak için her yolu meşru kabul ediyordu. Tüm bunlar ise Müslüman toplumlarının kültür değerlerinde olmayan Müslüman halkları ayrıştıran, birbirinden uzaklaştıran değerlerdi. İslam medeniyetinin temel esaslarından olan fedakârlık, diğergamlık, feragat, yardımlaşma, merhamet gibi değerler Avrupa medeniyetinin lügatinde olmayan, sosyal hayatta karşılığı bulunmayan mefhumlardı. İslam toplum anlayışında ırki özellikler bir üstünlük kabul edilmiyordu. Üstünlük ancak, ilim, takva, marifet, fazilet gibi ahlaki meziyetlerleydi. Toplumdaki sosyal bağlar kardeşlik, yardımlaşma, sevgi ve şefkat üzerine kuruluydu.
Peş peşe gelen inkılâpların en büyük amacı maziye ait ne varsa atıp kurtulmak, milleti bir an önce dini, kültürel köklerinden koparmaktı. Bunun için halkın ihtiyaçlarına bakılmaksızın Avrupa menşeli bir yığın kanun kabul edilirken (Cemil Meriç’in ifadesi ile Müslüman şarka, Hıristiyan garbın deli gömlekleri giydirilirken) yerli olan müesseseler, kurumlar kapatıldı. Eskiye dair tüm alışkanlıklar yasaklandı. Saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgasından sonra din eğitimi veren medreseler, sanat ve kültür merkezleri olan tekke ve zaviyeler kapatılmış, en son Arap harfleri terk edilerek Latin harflerine geçilmişti.
Tüm bu yanlış politikalara karşı tepkiler çığ gibi büyümüş, isyanlar olmuştu. Bu isyanların en büyüğü Doğu illerinde çıkan Şeyh Said isyanıdır. İngilizlerin desteği ve himayesinde kısa sürede tüm Doğu illerini kapsayan bu isyan sırasında aşiret reisleri, şeyh ve hocalar Üstada gelerek isyanı desteklemelerini ister. Üstadın terör ve anarşinin yanında hiçbir zaman yer almadığına, nifak ve isyana prim vermediğine en büyük delil bizatihi onun tarihçe-i hayatıdır. Onun hayatta en sevmediği şey anarşi, terör ve şiddettir. Milletin imanlı olması, birlik-beraberlik içinde kardeşçe yaşaması onun tek arzusu idi. O ömrü boyunca Türk milletine karşı hürmet beslemiş, Türk milletinin hizmetlerini övmüş, Türk milletinin İslam’ın bayraktarı olduğunu vurgulamış ve isyancılara şöyle seslenmiştir: “yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü bu millet asırlardır İslam bayraktarlığı yapmış din uğruna milyonlarca şehit verip, milyonlar evliya yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafilerin torunlarına kılıç çekilmez.”
Üstad doğunun ücra bir köşesinde doğmuş ancak hayatının büyük kısmını İstanbul, Kastamonu, Isparta ve Batı Anadolu şehirlerinde Türkler arasında geçirmiştir. İlk gençlik yıllarından itibaren gerek ilim tahsili gerekse devletteki çeşitli vazifeleri dolayısı ile Anadolu coğrafyasını dolaşma fırsatı bulmuştur. Bu geziler sırasında Anadolu insanının fakirliğini görmüş, dini konulardaki cehaletine şahit olmuş, bu sorunların çözümüne yönelik fikirler beyan etmiş, kitaplar yazmıştır. O bu milletin tarihi, dini değerleri ile bütünleşerek yeniden ayağa kalkmasını ve dağılan İslam ümmetine önderlik yapmasını bütün kalbiyle istiyordu. Üstad bütün samimiyetiyle bu coğrafyaya bağlıydı. Anadolu insanına güveni tamdı. Anadolu’nun has yiğit insanları da ona sahip çıkmış, siper olmuş, onun birer sadık hizmetkârı ve gayretkeş talebesi olmuşlardır. Bu vefalı insanlar ömürlerini, maddi varlıklarını onun açtığı nurlu yolda harcamışlardır. Üstad sonraki yıllarda kendine yapılan işkence ve zulümlerin Türkler tarafından yapıldığı konu hatırlatılması üzerine şöyle diyecektir: “Ben bakıyorum, kim bana zulmediyor, dikkat ediyorum onlar katiyen Türk değiller. Çünkü hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir.”
Aynı zihniyet onun menfi milliyetçiliği (ırkçılık) reddedici, birlik-beraberlik ve kardeşliği pekiştirici görüşleri ayan beyan ortada iken, gazete ve dergilerinde ona özellikle Said-i Kürdi diyerek ayrıştırıcı/ayrılıkçı siyaseti sürdürmekte devam edecektir.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki; Bin yıldır aynı coğrafyayı aynı değerleri ve aynı kaderi paylaşan bu iki kadim millet yani Alparslan’ın evlatları ile Selahattin’in çocukları arasına fitne ve düşmanlık sokulmak isteniyor. Emperyal güçlerin tarihi Şark politikasında değişen bir şey yok. Bu coğrafyadan Türk ve İslam’a ait ne varsa söküp atmak. Dün bunu azınlıkları bahane ederek yapıyordu bugün ise hürriyet, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri istismar ederek yapıyor. Tâ bu topraklar rahat bir şekilde ellerine geçsin. Yer altı ve yerüstü kaynakları sömürülsün, insanlarımız köleleştirilsin, kültür ve değerlerimiz yok edilsin. İste Bediüzzaman Said Nursi bu iki kadim milleti birbirine bağlayan sağlam köprülerden birisidir.
Müebbetliklerden Sarayköylü Süleyman Hünkâr hapishane ortamını şöyle anlatır: “Bizim bulunduğumuz hapishanedeki mahkûmların mevcudu 350-400 kadardı. Hemen hepsi katil, cani, çete reisi, ya da bir şekilde kan dökmüş sakıncalı, geçimsiz insanlardı. Hapishanede bile geçinemez birbirimizi vururduk. Hattâ, Üstad gelinceye kadar hapishaneden tam 18 cenaze çıktı. Yaralıların adedini ise bilemiyorum. İşte, aramızdaki bütün bu vahşete rağmen, hemen hepimizde Şarklılar-Doğululara karşı ve bilhassa Bektaşilere karşı müthiş bir alerji vardı. Onları hiç sevmez, hatta hınç ve öfke duyardık. Ah bir elimize geçse de derslerini versek diyenler olurdu. Üstada karşı da böyle bir antipati meydana getirmek için, ona kasten Şarklı bir Bektaşi dediler.” İşte Üstad ve talebeleri böylesi bir ortamda hapis yatacaklardı.
Oysa o kader kurbanları Üstadı yakından tanıyınca onun birer sadık talebesi, gayretkeş hizmetkârı olacaklar, hapishanede bin bir zahmetle meyve risalesini yazacaklar, namazlarını dosdoğru kılacaklar ve: “Üstadım şu karıncayı öldürsem, şu biti eziversem Allah günah yazar mı?” diye fetva isteyeceklerdi. Hapishane müdürü mahkûmlardaki bu müspet değişime teşekkür edeceği yerde: “Hoca sen geldin hapishanemi tekkeye çevirdin” diyerek hakaretler edecekti. İdam edilmek üzere sırası gelenler Risale-i Nurlardan aldıkları iman dersleri ile abdest alacak, iki rekât namaz kılıp idam sehpasına gülümseyerek çıkacaklardı. Tahliye olanlar yıllar sonra bile Üstad ile aynı hapishanede hapis yatmanın bahtiyarlık ve mutluluğundan bahsedecekler ve anladık ki, hayatımızın en güzel en mesut ve en tatlı anları o muhterem ile geçen anlarımızdır diyeceklerdi.
Planları bozulan idare ise Üstad ve talebelerine elinden geleni ardına koymayacaktı. Zulüm, işkence ve baskının dozajı giderek artacak, ihanetlere maruz kalacaklardı. Hatta Üstad gizli düşmanlar tarafından zehirlenecek ve ölüm tehlikesi atlatacaktı. Talebelerine yazdığı bir mektubunda şöyle diyecekti: “Eskişehir hapishanesinde bir ayda çektirdiklerini burada bana bir günde çektirdiler.”
Üstad, Eskişehir hapishanesinde insanlık dışı zulüm ve işkencelere maruz kalmış, kendisine iki hafta su ve yemek verilmemiş, def-i hacet için bir yer dahi gösterilmemişti. Afyon hapishanesinde insan kanını donduran soğuklar başlı başına bir işkenceydi. Kırık camdan hücum eden soğuklar hücreyi buzhaneye çeviriyordu. Demek ki Üstad yukarıdaki çilelerin yüz katı belki daha da fazlasına Denizli hapishanesinde maruz kalmıştı. En başta kaldığı yer normal bir koğuş değildi. Hapishanenin süpürgeliği olarak kullanılan dar, küflü ve karanlık bir yerdi. Altından da hapishanenin açık kanalizasyonu akıyordu. Üstad işte bu ufunetli, pis mekânda tecrit ve münferitte aylar geçirmişti. Katiller ve gizli düşmanlar bu hasta ve ihtiyar adamı öldürmek için sürekli fırsat kolluyordu.
Çile, yollarda başlayacaktı. Zira Denizli’ye sevkler bir hayvan vagonuyla yapılmıştı. Vagonda değil yatacak, tuvalet ihtiyacı için bir yer dahi yoktu. Kırık bir desti vesilesiyle def-i hacetler gideriliyordu. Vagon içinde 126 kişi. Kurban pazarına götürülen canlılar gibi gibi üst üste, tıkış tıkıştılar. Tıpkı Auswicht toplama kampına götürülen masum, çaresiz insanlar gibi. Üstelik bir gün önce vagonlarda saman taşındığından yer gök saman tozu idi. Bu toz nur talebelerinin gözlerine doluyor, genizlerini yakıyordu. Goncalı tren istasyonundan hapishane arası on kilometrelik yolu elleri zincirli ikişerli guruplar galinde yaya yürüyecekler, bu esnada dahi memur ve jandarmaların hakaretlerine maruz kalacaklardı.
Üstad ve talebeleri hapishane ile mahkeme arasında adeta mekik dokurlar. Sekiz ay içinde on iki kez mahkemeye çıkarlar. Her sabah ikişer kişi halinde kelepçe takılı hapishaneden çıkılır, halk görmesin diye arka bahçelerden, gizli köşelerden mahkemeye varılırdı. Çünkü halkın özellikle de kadınların teveccühü bitmek bilmiyordu. Kimi kadınlar yanlarında hastalıklı çocuklar olduğu halde çaresizlikten Üstaddan bir dua bir şifa bekliyordu. Mahkemede ağır suçlamalar, asılsız ithamlar, aslı astarı olmayan iddialar havada uçuşur, savunmalar yapılır ve akşam tekrar ikişerli kelepçeli bir şekilde hapishaneye dönülür, ama bir neticeye varılamazdı, çünkü ortada suç namına hiçbir delil unsuru yoktur. Bunu başta Ağır ceza hâkimleri olmak üzere tüm yetkililer bilmekteydi ancak Tanrılar kurban istiyordu ve ne yapıp edilip Said Nursi Tanrılar adına kurban edilmeliydi.
Mahkemenin başında Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığının incelenmesi için Denizli Lisesinden bir edebiyat bir de tarih öğretmeni bilirkişi tayin edilir. Öğretmenlerin ortak özelliği Risale-i Nur düşmanlığında birleşmiş olmaları idi. Bunu duyan Üstad son derece sinirlenir: "Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Risale-i Nur’u tetkik edemez. Ankara’da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa’dan filozoflar getirilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım" der. Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektuplar, Ankara’da profesörler ve yüksek âlimlerden oluşan bir heyet tarafından satır satır incelenir ve "Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcut değildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur’ân’ın bir tefsiridir" diye rapor verilir. Üstad mahkeme boyunca heyecanlıdır, bağıra bağıra, kollarını sallayarak karşısındaki hâkim ve savcılara ders verir gibi savunmasını yapar ve Risale-i Nurların bu memleketin kurtuluş vesilesi olduğunu yineler.
Ağır ceza hâkimi Ali Rıza Bey’in Üstad ile ilk karşılaşması değildir bu. Üstad 2. Meşrutiyet yıllarında İstanbul’a ilk defa gelip Şekerci hana yerleşince oda kapısına şöyle bir tabela astırır; “Burada her soruya cevap verilir, fakat soru sorulmaz.” Bunu duyan meraklılar Şekerci hana akın ederler ve Bediüzzamanı soru yağmuruna tutarlar. Hakikaten Üstad tüm sorulara tatmin edici cevaplar vermiş ve muhataplarına asla soru sormamıştı. İşte o meraklılardan birisi de o yıllarda Hukuk Fakültesi talebesi olan Ali Rıza Balaban’dır.
Ağır ceza hâkimi Ali Rıza Bey bir karar vermek zorunda idi. Dava neredeyse bir yıla yakın devam ediyor, bir karara varılamıyordu. Dava dosyalarında ise suç teşkil edecek bir unsura rastlanmamıştı. Ali Rıza Bey buna tüm kalbiyle inanıyor ancak iki üye hâkim Üstad ve talebelerinin muhakkak ceza almasını istiyordu çünkü yukarıdan gelen direktif bu yöndeydi. İste o anda beklenmedik bir şey oldu. Hâkimlerden birisi hastalandı ve yerine Türkiye’nin ilk kadın Hâkimi Hesna Hanım getirildi. Hesna Hanım adaletin hassas terazisini gözetti ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde tarafsız, adilane bir karar ile Risale-i Nurların beraatı lehine imza attı.
Dönemin Tek parti zihniyeti ve baskıcı rejimi düşünüldüğünde Hesna Hanımın adaletli kararı, mazlumun hakkını savunması gerçekten Hz Ömer adaleti muvacehesinde verilmiş bir karardır. Takdire şayandır, yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğüne yaraşır bir karardır. Bu karar neticesi muhaliflerin ve gizli düşmanların tüm planları boşa çıkmış ve diğer nur davalarında emsal teşkil etmiş nice nur talebeleri hapis yatmaktan kurtulmuştur.
Üstad, Hâkim-i Adil diye vasıflandırdığı Hesna Hanımla ilgili şöyle diyecekti: “Kendini Kuran davasına başıma ne gelirse gelsin diyerek feda etti. Bütün hasenatlar aynen ona gidiyor. Evet, erkek hâkimler korktu, o ise hiç çekinmeden beraat için karara imzasını attı. Artık o benim manevi evladımdır. Ben onun ismini Gavslar ve kutuplar gibi büyüklerin yanına yazıp, ona her zaman dua ediyorum. İnşaallah bu hizmeti onun kurtuluşuna vesile olur.”
Hesna Hanım göreve geldiği 1942 yılından itibaren tam 33 sene Denizli’de görev yapar ve 22 Temmuz 1975 tarihinde Hakkın rahmetine kavuşur. Vefatından sonra Senirkentlilerin bütün ısrarlarına rağmen Denizli’nin imanlı ve kadirbilir insanları Hesna Hanımefendi’nin naaşını vermemişlerdi. Yapılan büyük bir merasimle, asrî mezarlığına defnedilmiştir. Mezar taşında şöyle yazılıdır: “Bediüzzaman hazretlerinin; tam adaletini gördüğüm Hâkim-i Adil namını alan ve lehimde onunla beraber çalışanları bu hakiki adalete hizmetleri için ahir ömrüme kadar unutamayacağım. Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetlerine tam hissedardırlar dediği mahkeme azası Hesna Şener.”
Aslen Kastamonu’lu olup, Denizli’de hapis yatan İbrahim Fakazlı’nın yolu tahliye olduktan bir sene sonra tekrar Denizli’ye düşer ve yağmurlu bir günde Delikliçınar civarında mahkeme reisi Ali Rıza Bey ile karşılaşır. Hürmetle elini öper ve kendisine: “Hz. Üstada gideceğim bir emriniz var mı? “diye sorar. Ali Rıza Bey: “Çok selamlarımı söyleyiniz, bize dua etsin” derken gözlerinden yaşlar akmaktadır.
Denizli Hadisesi sırasında yaşanan olaylar ile İslam tarihinde Hz. Ömer’in Müslüman olması esnasında yaşanan olaylar arasında bir benzerlik kurulabilir. Şöyle ki; Üstad Denizli’ye öldürülmek için gönderilmişti. Hz Ömer de Efendiler efendisini öldürmek için yola çıkmıştı. Hz. Ömer Müslüman oldukta sonra açık tebliğ başlamıştı. Denizli Hadisesi sonunda ise Risale-i Nurlarda suç unsuru teşkil edecek bir şeyin olmadığına hükmedilecek, bu doğrultuda beraat kararı verilerek 130 parçalık Nurlar sahiplerine iade edilecek, iman ve Kuran hizmeti kısa sürede çevre il, ilçe ve beldelerde misliyle yayılacaktı.
Ayrıca Denizli mahkemesi devam ederken Üstadın talebelerine açık daveti vardır; tüm talebelerine Denizli’ye gelmelerini ve mahkemeyi takip etmelerini salık verir. Haberi duyan Nur talebeleri otobüslere doluşarak şehre akın ederler. Bir anda şehir ana baba gününe döner. Şehir böyle heyecanlı kalabalığa ihtimal 24 sene evvel şahit olmuştu. 1919 Mayısında İzmir’in Yunanlılarca işgaline karşı böyle heyecanlı kalabalık toplanmıştı. Dönemin Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi önderliğinde kıyam eden halk Kayalık cami önünden Bayramyerindeki Belediye binasına kadar tekbir sesleriyle yürüyerek işgale tepkisini göstermişti. Üç bin kişi Üstadın davetine icabet ederek mahkeme binası önünde toplanır. Mahkeme salonu ağzına kadar doludur. Bir ara hâkim seyircilere müdahale eder ve der ki: “Binayı göçüreceksiniz.”
Denizli mahkemesi beraatle sonuçlanınca Üstadın yaptığı ilk iş Hafız Ali’nin mezarını ziyaret etmek olur. Hafız Ali Üstadın nur fabrikası sahibi, reisi ve gökte bir yıldız diye vasıflandırdığı çok sevdiği bir talebesidir. Hafız Ali’nin kuran hizmeti Risalelerle tanışmadan önce başlamıştır. Bir ara Afyon-Dinar köylerinde imamlık yapmış, eskinin reddedildiği, din ve gelenekten uzaklaşıldığı, baskının en yoğun olduğu yıllarda büyük bir gayret ve fedakârlıkla halka kuran öğretmişti. Bu dönem onun için bir nevi çıraklık dönemidir. Nitekim kısa bir süre sonra Üstad ve Risale-i Nurlarla tanışacak tüm mesaisini Risalelerin yazılması ve çoğaltılmasına sarf edecekti. Öyle ki evi küçük bir matbaaya dönüşecek, el yazısı ile geceli gündüzlü yazdığı Risaleler tüm Anadolu’ya dağıtılacaktı. Akabinde hapis ve çile dönemi başlayacak Eskişehir hapishanesinde yatacak ve ömrünü Denizli hapishanesinde noktalayacaktı. Hafız Ali’nin nur fabrikası sahibi unvanına layık olduğuna delil onun evidir. Nitekim vefatından yıllar sonra yıkılmaya yüz tutmuş evin gizli bölmelerinde toz toprak arasında kutular içinde saklanmış Risale-i Nur yazmaları bulunacaktır.
Hafız Ali’nin yanık bir sesi vardı. O kuran okumaya başladığında tüm mahkûmlar lal-u ebkem kesilir, o Davudî sesi dinlerlerdi. Sadece mahkûmlar mı? Hapishanenin soğuk duvarları bile o lahuti sesten buram buram terlerdi. Dindar insanlar ve de yaşlı kadınlar… Dışarıda ezan, kuran okunması yasak olduğundan kuran sesine hasret Denizli’nin dindar insanları hapishaneye gelirler kulaklarını hapishane duvarların çatlaklarına dayayıp gözyaşları içinde doyasıya kuran çeşmesinden kana kana su içerler, içlerindeki kuran, ezan hasretini bu şekilde dindirmeye çalışırlardı.
Her nur talebesi gibi Hafız Ali de Üstadın Denizli’de öldürüleceği endişesini taşıyordu. Çünkü Üstad hapishane süresinde tecritte olduğundan ondan bir haber alamıyorlardı. Sürekli hasta idi ve tekrar zehirlenme ihtimali yüksekti. Ona yardım edememe duygusu vicdan azabına dönüşüyor ve bu azap içinde kıvrım kıvrım kıvranıyorlardı. İşte bu zor anlarda Hafız Ali arkadaşlarını etrafına toplamış, onlara amin dedirterek: “Yarabbi! Şu kadar insan çaresiz kaldık. Üstadımıza elimiz yetişmiyor, hiç bir şey yapamıyoruz, eğer alacaksan onun yerine benim canımı al. Eğer biri ölecekse o ben olayım” diye dua etmişti. Çok zaman geçmez Hafız Ali hastalanır. Zayıf bedeni hastalığa daha fazla dayanamaz ve hastaneye kaldırılır.
Üstad, Hafız Ali’nin hastalığını öğrendiğinde ona şöyle haber gönderir: “Kardeşim hastalığını merak etme, Cenab-ı Hak şifa versin. Hapiste her bir saat on iki saat ibadet yerine bulunmasından çok kârlısın. İlaç istersen bir kısım dermanlar bende var sana göndereyim. Zaten ortalıkta hafif hastalıklar var. Ben mahkemeye gittiğim gün her halde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için eski zamanlarda birinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi benim bir parça rahatsızlığımı aldın.”
Üstad İlbadı mezarlığında çok duyguludur. Yüreği evladını kaybetmiş acılı bir baba gibi yaralıdır. Bu acıya fazla dayanamaz, göz pınarları coşar, hüngür hüngür ağlar ve talebelerini de ağlatır. Kuran okunur, dua edilir ve Üstadın dudaklarından şu cümleler dökülür: “Mahkeme-i kübrâ-i haşirde Risâle-i Nûr talebelerinin bayraktarı şehit, merhum Hâfız Ali rahmetullahi aleyhi, ebeden dâimâ.” Bediüzzaman’ın bu duâsı Nur talebeleri tarafından mezar taşına şöyle yazılır: “Haşirdeki mahkeme-i kübrada Nur talebelerinin âlemdârı’ Nur fabrikası sahibi fidye-i üstad-ı mübârek menba-i envar Hafız Ali Ağabey.”
Üstad daha sonra şöyle diyecektir: “Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zatlar, kendi dostu yerine ölüyordu. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı Kurana, İslamiyet’e büyük bir zayiat olurdu. Ben, onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe, o acı gidiyor, bir inşirah geliyor.” Ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen Hafız Ali’den bahis açıldığında Üstad: “Hafız Ali benim canım, Hafız Ali benim canım, o benim yerime şehit oldu” diyecek ve çok sevdiği talebesini hasretle yâd edecekti. Hafız Ali’nin mezarının Denizli’de olması Üstada Denizli toprağını sevdirmiştir.
Mahkeme sonrası Denizli’de adeta bir bayram havası yaşanır. Denizli halkı hapisten çıkan Nur talebelerine sadece gönüllerini değil, evlerinin kapılarını da açarlar. Onları misafir edip, ikramda bulunurlar. Üstad ise Candoğan parkı karşısındaki şehir oteline yerleşir. Halkın Üstada karşı yoğun teveccühü vardır. Bu ilgi Üstad şehre ilk geldiği andan itibaren başlar ve şehirden ayrılacağı zamana kadar hiç bitmez. Özellikle mahkemeye çıkacaklarını duyan halk hapishanenin demir kapısının açılmasını Üstadın çıkmasını merakla bekler ve yol boyunca ona selam verir, sevgi gösterisinde bulunur. Denizli’nin tüm ilçelerinden insanlar ellerinde birer hediye, üstadı görmeye gelir. Şehirde oturanlar ziyaret sofraları teşkil ederler, para yardımı teklif ederler ama Üstad, tâ çocukluk yıllarından beri peygamberi bir ahlak olan kimseden bir şey almama düsturuna riayet ederek kimseden bir şey kabul etmeyecektir. Kıramadığı bazı insanların hediyelerine ancak mukabilinde bir şeyler vererek kabul edecektir. Yetkililer ise diken üstündedir. Üst makamlardan gelen emirleri dört gözle beklemektedirler.
Üstadın yalnız, kimsesiz, garip hayatı hep tefekkür ile geçmiştir. Üstadın Kurandan öğrendiği ve Efendimizin sünnetinden tevarüs ettiği tefekkürü yaşamının tüm evresine şamil kılmıştır. Bunu eserlerinde görmek mümkündür. Risale-i Nurların baştan sona bir tefekkür kitabı olduğunu söylesek herhalde yanılmış olmayız. Kosturma’da esaret yılları hep tefekkürle geçmişti. Uzun kış gecelerinde Volga nehri kenarında Tatar mahalle camisinde düşünüyor, düşünüyor, ruhi ve kalbi inkişafı gerçekleşerek Eski Said, Yeni Said’e dönüşüyordu. Barla’da sürgün yıllarında çam dağının en yüksek tepelerine çıkıyor, yıldızlarla kaplı gökyüzünü seyrederek “Kitab-ı Kebiri Kâinat” dediği zerreden küreye, karıncadan güneşe, şuurlu şuursuz tüm kâinatı tefekkür ediyordu. Ankara’nın ihtiyar ve yıpranmış kalesinde geçmiş zamanın dereleri ve gelecek zaman dağlarına bakarken yıkılan şanlı bir devleti, hükmü kalmamış hilafet makamını, tespih taneleri gibi dağılan ümmetin acınası hallerini düşünüyordu. İstanbul’da Yuşa tepesinde, Çamlıca sırtlarında ve Eyüp’te yüz şehri içine alan kabristanlıkta tefekküre dalıyor, bu dünyada bir misafir olduğunu, fani ve geçici şeylere değil hiç solmayacak, yok olmayacak baki güzelliklere bağlanmanın önemini vurguluyordu. Eskişehir hapishanesi karşısında bulunan lisenin büyük kızların gülerek dans etmelerini seyrederken onların elli sene sonraki ihtiyarlamış, çirkinleşmiş, toprak olmuş hallerini düşünüyordu.
Otelin balkonunda caddeye savrulan tül perdeleri arasında bir siluet belirdi. İşte ömrü memleket hapishanelerinde, esaret zindanlarında, harp meydanlarında geçen, küfrün belini kıran, hükümetleri aciz bırakan zat, ilerlemiş yaşına rağmen dimdik ayakta balkon korkuluklarına tutunmuş kavak ağaçlarının rüzgâr önünde nazlı nazlı salınışını seyrediyor, tefekkür ve düşüncelere dalıyor. Kavak ağacı suyu görmeye bir görsün boyu uzadıkça uzar, yirmi metreye ulaşır. Kaynaklarda Denizli’nin sularının bol ve pınarlarının gür aktığından bahsedilir. Denizli’nin neresine Asayı Musa gibi vurulsa neresi eşeleniverse oradan pınarlar fışkırır. Kâtip Çelebi Cihannüma adlı eserinde Denizli’den kesiretü’l enhar (suları bol) diye bahsetmiştir. Dere kenarlarında gökyüzüne boy atan kavak dallarının rüzgârda raksını seyretmek, yapraklarının rikkatli, huşu dolu seslerini dinlemek ayrı bir keyif ve huzur verir insana.
Sanki on ay boyunca daracık, küf kokulu, havasız bir hücrede kalan o değildi. Aslında kaldığı yer tam anlamıyla hücre bile değildi. Hapishanenin süpürgeliği olarak kullanılan izbe, basık, ufunetli bir mekândı. Hücrenin küçücük penceresine sarmaşıklar bürümüştü. Taş zemin buz gibiydi. Hücrede eşya namına kırık bir somya ve yerde küçük bir bohça vardı. Müsaade ile bakalım yamalı bohçasında neler var; bir tas, yamalı bir cübbe, tahta kaşık, biraz çay şeker, çay kaşığı, su termosu ve saat.
Şimdi Üstad için hüznü, kederi bırakma sevince, safaya dalma zamanıdır. Çile, işkence dolu hapishane günlerini unutma, ümitvâr olma zamanıdır. Gerçi o, ne zaman ümidini kaybetti ki… Karanlığın en yoğun olduğu, bir mum ışığına muhtaç zamanlarda dahi “ümitvar olunuz” diye haykırmamış mıydı? Ben acele ettim kışta geldim sizler ise cennet-asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Ve her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi insanlığın dahi bir sabahı bir baharı olacaktır diyerek yeis bataklığında debelenen yüreklere umut üflememiş miydi? Yeis kâfir, ümit ise mümin sıfatıdır. Allahın rahmetinden ümidi kesmeme müminin en büyük şiarıdır.
Üstadın en büyük özelliği söz ve hareketlerindeki birlikteliktir. O hayatta ne söylemişse önce kendi nefsine söylemiş (ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Söyleyeceklerim önce nefsimedir. Kim isterse beraber dinlesin) ve bunu fiiliyatta uygulamıştır. Her bireri peygamberi sıfatlar olan tevazu, şefkat, davada samimiyet, iktisat ve kanaat, halktan bir şey istememe, zalim idareciye dalkavukluk yapmama… vs onun tüm hayatına şamil kıldığı değerlerdir. Üstad bu haliyle “âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisine nail olduğu gibi, yine Cemil Meriç’in deyimiyle hayata nasıl başlamışsa öyle de bitirmiştir. Her dava adamı gibi o da yaptıklarını şöhret ve menfaat için değil, sadece inandığı için, imanı öyle gerektirdiği için yapmıştır. Zaten sekiz yaşından seksen yaşına kadar herkesin Üstaddan etkilenmelerinin, ona hayran olup bağlanmalarının en büyük sebebi ondaki bu söz-eylem birlikteliğidir.
Ben Üstadın düşüncelerini okumaya çalışırken arada caddenin bu tarafına yani 2015 yılının haziran ayına bakıyorum. İnsanlar içinde bulunduğum ruh halimden ve düşünce dünyamdan habersiz, gönüllerince eğlenmeye, sınırsız alış veriş yapmaya ve Denizli’nin sembolü haline gelen cam horoz heykeli önünde selfie çektirmeye devam ediyor. Bir ara pideci dükkânından caddeye yayılan müzik sesi kulağıma çarpıyor: “Ölümlü dünya, ölümlü insan, ha âlim olsan ha zalim olsan.” Evet, ölümlü dünya… Ama âlim ile zalimi aynı kefeye koymak hata olur. Zira ilmiyle amil hakiki bir âlimin ölmesine dağlar taşlar ağlıyor. Zalimin ölmesine ise sadece mazlumlar değil, tüm kâinat seviniyor. Evet, ölümlü insan… Zira hayat ve ölüm hangimiz daha iyi işler yapacak diye yaratıldı. Böylece âlim ile zalim farkı ortaya çıksın. Elmas gibi yüce ruhlar ile kömür gibi sefil ruhlar birbirinden ayrılsın.
Bir ara Üstadın gözleri önümdeki havuzun etrafında neşe ile oynayan çocuklara takılıyor. Çocuklar ellerinde yeni açılan bir oyuncak mağazasının promosyon olarak dağıttığı renkli balonlar havuzun etrafında gönüllerince eğleniyorlar. Bu manzarayı Üstad tebessümle izliyor. Çünkü Üstad çocukları çok sever. Çocuklar ona hep Beziüzzaman dede derler. Talebeleri ile kırlarda dolaşırken çocuklar ellerinde kır çiçekleri peşleri sıra “Nur dede, Nur dede” diye koşuştururlar. Allah ona bir yuva nasip etmemiş, çocuk sahibi olmaktan mahrum kalmıştı, ama çocuklar olanca masumiyetleriyle, kadınlar ve biçare ihtiyarlarla birlikte Risale-i Nurların başkahramanı olmuşlardır. Çocuklar için risalelerde nazik, nazenin, nazlı yavrular olduğundan bahsedilir. Onların ruhlarının iman hakikatlerine açık olduğu, toplumdan şefkat ve merhamet beklediklerinden bahsedilir.
Ah! Şimdi aşağıya bir inebilse, onların arasına bir girebilse, onlarla oyunlar oynasa, avucundaki Hacı Şerif şekerlerini ikram edebilse ve onlardan dua istese. Evet dua… Çünkü günahsız yavruların duası Allah indinde makbuldür. Tıpkı beli bükülmüşlerin, hasta ve mazlumların dualarının kabul olması gibi. Çünkü o biçare ve masumlar ellerini dergâh-ı İlahiye açtıklarında Allah o elleri boş çevirmekten hayâ eder.
2015 yılının haziran sıcağı Çınar meydanında kendini hissettiriyor ama ben serin mi serin Candoğan parkının koyu gölgesinde kalbim sevinçle dolu oturuyorum. Park kafeteryasında çoğunlukla varlıklı insanlar oturmuş, sohbetten ziyade akıllı telefonları ile meşgulken, servisin yapılmadığı bölümdeki banklarda ihtiyarlar ve emekliler oturuyor. Bir ara şu ihtiyarlara eskilerden sorayım diye düşünüyorum ama anlıyorum ki hiç birisi Denizli’nin yerlisi değil. İlçe ve yakın illerden gelmişler. İhtimal çoğu burada böyle bir hadise yaşandığından bile habersiz. Konuşmalarının çoğu, ne olacak bu memleketin hali türünden zaman öldürmeye yönelik laflar.
Yeniden geçmişe yani 1944 yılı haziranına dönüyor ve Üstadın çocuklara: “Sizler masumsunuz, günahsızsınız, bana da dua edin emi” deyişini duyuyor, onun engin alçak gönüllüğüne şahit oluyorum. Zaten bu yol acziyet, fakriyet ve mahviyet yolu değil mi? İman ve Kuran hizmetinde nefse pay çıkarmama, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyeti müşterek havuzda eritmek değil mi? Hırs, öfke, kin gibi kalbi hastalıklardan kurtulup, adeta ölmeden önce ölüp, ruhu yeniden manevi latifelerle donatmak değil mi? Hele mansıp, makam ve zehirli bal olan şöhretten yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçmak, en büyük makamın kulluk makamı olduğunu bilmek, başka kimsenin önünde iki büklüm olmamak değil mi? Yalnız Allah namıma vermek, yalnız Allah namıma almak ve Allah’tan habersiz gafil insanlardan almamak değil mi?
Şimdi onun yolundan gittiğini iddia edenler… Egoları tavan yapanlar… Makam ve mansıp için bin takla atanlar… Risale-i Nurları dünyevi menfaat ve çıkarlarına alet edenler…
Şehir otelinin kapısında Hasan Fevzi Yüreğil polislerle konuşuyor. Polisler onun şairlik ruhundan ve fesih konuşmasından etkilenmişe benziyorlar. Hemen yukarıya yöneliyor. Kim bilir yine Üstada hangi şiirini takdim edecek. Şair, mutasavvıf ve edebiyatçı olan Hasan Feyzi, Üstadı tanıdıktan sonra hayatını tamamen iman ve Kur’ân hizmetine vermiştir. Nur risalelerini satır satır okumuş, Üstad ve Risale-i Nurlarla ilgili övgü dolu mektuplar, şiirler kaleme almıştır. Bu şiirlerden bir tanesini Üstad şehirden ayrılırken Goncalı tren garında verdiği “Ayrılık” adlı şiirdir;
“Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak.
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm.
Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak…”
Üstad: “Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş lâhikaya girsin” der. Şiirin bir mısraında “Dahi nezrim budur ki canım sana kurban olacak” diyen Hasan Feyzi tıpkı Hafız Ali gibi üstadına bedel canını kurban edecekti. Şimdi bu iki şehit Denizli İlbadı mezarlığında yeşillikler içinde ebedi istirahatgâhlarında yatıyor.
İleriki yıllarda Türkiye’nin parmakla gösterilecek felsefeci ve fikriyatçılarından olacak Nurettin Topçu da müsaade ile Üstadın yanına çıkıyor. Kim bilir bu iki âlim din, iman, ahlak, gençlik ve cemiyet üzerine nice sohbetler edecekler. Nurettin Topçu ara ara Denizli’nin çevre belde ve köylerine misafirliğe gider. İşte o misafirliklerde görür ki; Üstad Denizli’yi fethetmiştir. Denizli’nin geceleri gündüz olmuştur. Bütün Denizli’de onun zevki ve şevki vardır. Dost düşman herkes ona hayrandır. Nurettin Topçu’nun tespitleri doğrudur. Hakikaten Üstad adeta Denizli’yi fethetmişti. Isparta’nın beldeleri gibi Denizli’nin her beldesinde onun eserleri yazılıyor her evde onun eserleri okunuyor ve bu eserler on binler sahifelerle çoğaltılıyordu.
Nurettin Topçu, Üstad ile yaklaşık sekiz sene sonra tekrar görüşme imkânı bulacaktır. 1952 yılında Gençlik rehberi mahkemesi devam ederken Sirkeci Akşehir Palas otelde kendisini ziyaret eder. Bir gün sonraki mahkemede şu olaya şahit olur; “Her zaman ki gibi mahkeme yine uzamış, hâkimler karasız kalmıştır. İkindi vakti geçmek üzeredir. Üstad yavaşça yerinden doğrulur ve siz kararınızı verin ben namaza gidiyorum der.”
Denizli şehir oteli 1960 yıllara kadar hizmet verir. Şimdi uluslararası bir fastfood şirketinin şubesi olarak faaliyet gösteriyor. Özellikle gençler el kadar hamburgerler, çizburgerler ve insan vücuduna zararı kanıtlanmış x marka kolaları içmek için adeta birbirleriyle yarış ediyor. Dünya kadar para ödedikleri yiyeceklerin orasından burasından ısırıp kalanını çöpe atıyorlar. İsraf boyutunu gördükçe Üstadın iktisat ve kanaat düsturlarını hatırlamamak elde değil. Bu binanın hemen bitişiğinde Hacı Halil Bektaş ilköğretim okulu var. Hükümet Osmanlıca öğrenimini serbest bıraktığında Denizli’de Osmanlıca kursları ilk bu okulda düzenlendi ve nice Osmanlıca sevdalısı insan, atalarının binlerce yıl kullandıkları yazı dili olan Osmanlıcayı burada öğrendiler.
Denizli Hapishanesi ise 2005 yılında yıkılarak yerine Belediye Meclisi kararı ile yeraltı otoparkı ve yeşillik alan yapıldı. Şimdi bu kapalı otoparka her gün yüzlerce araba girip çıkıyor. Üstteki yeşil alanda sevgililer el ele dolaşıyor. Öğle tatilinde insanlar banklara oturup dinleniyorlar. Parkın hemen bitişiğindeki Hayme Hatun Anaokulundan çocukların sevinç çığlıkları göklere yükseliyor ve küçük gölette sevimli bir ördek ailesi umarsızca yüzüyor.
Deseler ki; eskiden burada bir hapishane vardı ve bir asra yakın hizmet verdi hani kimselerin inanası gelmezdi. Yine deseler ki; buraya 1943 yılının soğuk eylül ayında bir Cuma günü 126 talebesiyle ihtiyar, hasta bir zat sevk olundu, ihtimal yine kimseler inanmayacaktı, ama Denizli eski hapishanesi bir zamanlar tarihin mümtaz şahsiyetlerinden Bediüzzaman Said Nursi’yi ve onun talebelerini ağırlamış ve bu hapishanede nice çile işkence çekilmiş ve nice kuran iman hizmetine imza atılmıştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.