- 799 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Anne Kucağı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Arkama baktım. Orada olduklarını biliyordum oysa. Ama ille de yüzümü dönmeliydim onlara. Bunu zorunlu kılan gizli bir kural varmış gibi... Arkadaşım “korkma, kaybolmazlar bir yere” der gibi kolumu tuttu. Evet, ben de biliyordum birkaç dakika için onları kendi hallerine bıraksam, gözlerimi çeksem üzerlerinden, bir süreliğine yalnız var olmalarına izin versem buhar olup uçmayacaklarını. Orada olacaklardı yine. Ama ya annesiz hissetselerdi kendilerini o birkaç dakikalık süreçte? Ya onları unuttum, kayboldum onca görüntünün içinde diye düşünselerdi?
O kadar küçüklerdi ki daha! Gözlerimdeki o upuzun, geçit vermez kaleye ihtiyaçları vardı. Onun hep içeride tutan, koruyup sakınan güvenli kucağından seyretmelilerdi dünyayı. Ta ki o dünyayı yeterince ısıtıp başka bir kucağa çevirinceye dek...
Birkaç yıl sonra bakışlarıma ihtiyaç duymadan da var olmayı becerdiklerinde; hatta ihtiyaç duymak bir yana, kapana kısılmanın, sıkışan nefeslerin bir sembolü olarak kaçılması gereken bir şey haline geldiğinde gözlerim; onlara böyle dosdoğru bakamayacaktım da. Ancak öylesine fırlatılan, kaçamak bakışlarımla görebilecektim iyiler mi, ben olmadan da ayakları sürçmeden uzun süre yol alabiliyorlar mı diye.
Peki daha sonra..? Çocuk olmanın sınırlarından taşacak kadar elleri büyüdüğünde, gözlerinde bir yetişkin olmanın dünyaya âşinâ kılan bakışlarıyla karşıma dikilip her şeyleriyle “ben çocuk değilim artık” diye haykırarak bana bir şeyler söylediklerinde ne yapacaktım ben? O zaman da yine sezdirmeden, başka bir şeye bakarcasına gözlerimle onları da içine alan daireler çizerek izleyebilecek miydim ne yapıyorlar diye? Dosdoğru bakamasam da onlara, yine de görüş alanımda bir yerlerde var olduklarını bilmenin huzuruyla yudumlayabilecek miydim kahvemi? Kesinlikle hayır...
“Bırak arasıra da tökezlesinler.” dedi arkadaşım duyulur duyulmaz bir sesle. “Her zaman yanlarında olamazsın.”
Ne güzel bir yerdi burası! Şelalenin şırıltıları bile yetiyordu serin suların arındıran etkisini teninde hissetmeye. Şırıltı seslerinde gündelik yaşamın sesleri kaybolurken bir başına var olmanın muhteşemliğini daha iyi kavrayabiliyordun. Çocuklar, evde bekleyen işler, yarın gideceğin iş görüşmesi önceki yerlerinden çok uzağa savrulup çok yakından bakmanın körleştirici etkisinden sıyrılmış olarak, gerçekten neyseler o olarak var oluyorlardı.
Çocuklar bu mesafeden de önemlerinden en küçük bir şey kaybetmiyorlardı gerçi. Ama yine de yakından göründüklerinden çok farklı, çevrelerinden soyutlanmadan, içinde var oldukları bütünün bir parçası olarak gülümsüyorlardı bana. Evet, düpedüz tebessüm ediyorlardı arkamda bıraktığım görüntülerinde. “İlk kez gerçekten görebildin bizi” der gibi...
Kendimi ne kadar güç tutsam da geriye bakmayacaktım. Bu uyarıyı da bir yerine koymuşlardı gülüşlerinin. “Önüne bak, yoksa yolunu kaybedersin” diyorlardı.
Gerçekten de kaybolmuştum. Nereye gidiyordum ki ben?! Bu an için âşikârdı tabii varmayı hedeflediğim yer... Şelalenin şırıltıları yönümü gösteriyorlardı zaten. Ama benim bahsettiğim yol çok daha geniş bir resmin içinden kıvrılıp akıyordu kimbilir nereye doğru. Varılacak yerler, aşılacak yollar vardı o resimde. Hayatı anlatıyorlardı. Üstelik sadece bana ait, kimsenin dokunamayacağı kadar özel ayrıntılar, ilk bakışta fark edilmeyecek gizli patikalar sunarak...
İşte o resmi kaybetmiştim ben.
Çocuklar yokken daha, ben rüzgâra karışan nefesimde var ederek kendimi, ‘ben’ diye bir şeyin ılık ılık dolaşmasını duyumsarken içimde; önümde uzanan birsürü yol vardı. O zaman ayrımına varabiliyordum o an için yürüdüğümle, adına hayat denen o upuzun, sapa yolun. Attığım adımların o an için varmayı hedeflediğim yerden çok ötelere varacak bir yürüyüşün parçası olduğunu bilerek, gri duvarların ötesindeki maviyi görebiliyordum.
Ne zamandır hayat yolundan kopmuş, ayrı bir sokağa sapmıştım. Evliydim, iki çocuğum vardı. Denize varmıştı tüm sokaklarım. Takılıp kalmıştım o noktada. Sanki artık hep kısa mesafeli yolculuklarla sınırlı olacaktı gidişlerim. Hep geriye baktığımda tanıdık birkaç gölge olacaktı.
Oysa öyle özlemiştim ki kendimle kalmayı! Çok uzun bir süre aynı şeyi görmenin bıkkınlığıyla dolunca gözlerin, o şey her zaman ulaşmayı hayal ettiğin bir şey de olsa ister istemez bir noktadan sonra başlangıçtaki anlamını kaybetmeye başlıyor, eskimenin etkisinden nasibini alarak zamanla sararan bir fotoğraf misâli önceki rengini kaybediyordu.
Renginden olan çocuklarım değildi, hayır. Ya da eşim, dostlarım... Kast ettiğim önceden varmak istediğim o deniz, yani kafamdaki geleceğe dair o resimdeki ben’e dair... Bir tek o sararmıştı sanki. Diğerleri, yani sevdiğim adam ve aşkımızın meyveleri solmak bir yana daha da parlamışlardı gitgide. Onlar böyle parlayıp parlayıp yenilendikçe ben iyice yıpranmış, zar zor seçilebilir olmuştum. Çünkü o resim zihnimde canlandığında; tek bakmadığım, bakışlarımla tozunu silip parlatmadığım tek kişi de bendim.
Bir zamanlar resim yapardım. O anlarda, elimde fırça gönlümce renklere bezeyerek tuvale aktarırken önümde serili hayatı her şey çok belirsizdi, çok değişken ve yönlendirmeye açık... Sanki resmini yaptığım o dünya gerçekte de tıpkı tuvaldeki kadar emrime âmâde rötuşlar atmamı bekliyordu hayalimdeki görüntüyü elde etmem için... O denli bir özgürlük hissiyle bakıyordum geçtiğim yollara, karşılaştığım insanlara... Hoşlanmadığım hiçbir şey resmimden içeri giremezdi nasılsa. Ve hayatımdan da...
Ama yıllar sonra anladım ki resmettiğim hayatla içinden geçtiğim çok farklı kurallara tâbi...
Biraz uzaklaşamaz mıydım kıyıdan? Tamam, er geç geri dönmeliydim, kabul... Bir anneydim ne de olsa... Öyle esip geçemezdim rüzgâra karışarak, güçlü köklerim vardı. Ama onlar annesiz kalmasın diye de nefessiz mi kalmalıydım ille de? Pencereleri açmak, derin soluklarla yenilenmek ihtiyaç duyduğum nefesi onlarda aramaktan kurtarmaz mıydı beni? Zaten hep bu yüzden değil miydi ikide bir arkama dönüp orada olduklarını görmeye duyduğum bu ihtiyaç? “Pencerem olun” deyip durmuyordum onlara bu bakışlarımla? Görünmez bir halatla çekiştirmiyor muydum?
Şu yaz kampı işini bir kez daha gözden geçirmeliydim. Neden hiç düşünmeden hayır demiştim ki zaten?! O an nasıl bir resim görüyordum kimbilir zihnimde? Akrepler, hırçın akan bir nehir, ağaca çıkan çocuklar, çatırdayan dallar... Aradığı nefesi çocuklarında bulan bir annenin penceresiz kalma korkusuyla çarpıttığı bir dünyaya dair onlarca resim... Onlara kampa gidebileceklerini söyleyecektim hemen.
Sonra belki bir gün içinde bol bol pencere olan bir resim yapardım. İçinden geçtiğim hayata taze nefesler taşırdım onunla. Gerçi resim mi hayatıma nefes taşırdı, hayatım mı ona; bunu zaman gösterecekti. Başımı gayrıihtiyari arkama çevirecektim ki boş bir tuval belirdi gözlerimin önünde. Pencerelerle doldu birkaç saniye içinde. Başımı kararsız konumundan kurtarıp dosdoğru önüme çevirmeme neden oldu bu sahne. Çünkü o pencereler hayatımı yansıtacaklardı, bu karara varmıştım az önce. Cansız bir resme sığınmayacaktım aradığım nefesi bulmak için. Hayalimdeki değil gerçekten var olan pencereleri resmedecektim.
“Hani bir geziden söz ediyordun.” dedim birkaç adım gerimdeki Şebnem’e. “Kapadokya gezisi...” dedi. “İki hafta sonra...” Sesinde her zaman beni hayretten hayrete sürükleyen o derin bakış vardı. Ne çok şey görmüştü bu birkaç dakika içinde kimbilir? Başımı arkama çevirmemekteki zorlu direnişi görmüştü en çok da belki. Çünkü sesinde sanki en çok da bu vardı. “Çocukları azat edebildin nihâyet!” diyordu. “Artık önüne bakabilirsin.”
“Sanırım ben de geleceğim seninle.” dedim çoktan tahmin ettiği gibi. “Önce çocuklara bir söyleyeyim yaz kampına gitmelerine izin verdiğimi. Sonra şu sendeki broşürleri bir gözden geçirelim.”
YORUMLAR
Annelik kim ne derse desin bir kadının kendine yaptığı en acımasız dayatmadır. Ölürüz biteriz, tükenir siliniriz ama yine de kendimizi anneliğin ve çocuklarımızın vazgeçilmezimiz olduğuna inandırmaya çalışırız. Eğer çocuğumuzun nefesini duymadan uyuyamıyorsak bu yüce bir anne olduğumuzdan değil kendimizi bu şekilde kandırdığımızdandır. Zaten anne olmak bile kendimiz için istediğimiz bir şey değil midir? Neticesinde kendi çağırdığımız varlığı ömür boyu baş üzerinde tutmak da bizim bedelimiz. Yüksünüyoruz aslında, ermiş değiliz biz fakat en bitkin olduğumuz anlarda bile şikayet etmekten utanıyoruz. Kendimizi suçlu hissediyoruz. Hepsi annelik geninin suçu. Ne yazık ki ölünceye kadar sürecek bir acıdır annelik. Yine de varlıklarına şükür.
Anlatılanlar o kadar tanıdık ki. Annelere tercüman bir yazı.
Sevgilerimle.