- 704 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kusma Korkusu
Beste’ye
Karanlık birkaç sokağı geçtikten sonra köprüye geldim. Beyaz sokak lambasından düşen uzun gölgem üzerinde ışıklar ağır ağır akan suyla birlikte parıldıyorlardı. Soğuk korkuluklara iki elimle yapışarak hafifçe köprüden aşağıya sarkmaya çalıştım. Bu arada hızla geçen arabaların çıkardığı sesler beynimde şimşek misali çakıyor, kafamın içindeki düşüncelere çarpıyor ve sonra birden dağılıyorlardı. Biraz daha eğilmeye çalıştığımda ırmağın o tanıdık kokusu burnuma geldi. Biraz sonra, elimin korkulukları bırakmış olduğunu ve bacaklarımın oradan gitmem için titremeye başladığını fark ettim. Ne yapacaktım? Burada durmanın bir anlamı yoktu. Akan suda kendime dair hiçbir şey göremiyordum. Irmak bu karanlık gecede bile canlı bir şekilde akıyordu ve suyun içinde de su ile birlikte akan binlerce küçük hayat vardı. Bir insandan çok yaratığa benzeyen sudaki gölgem bile ben değildi. Midem bulanıyordu. Bu yalnızlıktan, bu çaresizlikten ve bu tek başınalıktan midem bulanıyordu.
-Anne, midem bulanıyor.
-Ne oldu? Gel yanıma.
-Bilmiyorum çok bulanıyor.
Annem yatakta doğruluyor, bana yer açıyor ve ben de annemin açtığı yere oturuyorum.
-Kusar mıyım ?
-A hayır, belli olmaz. Çok mu kötü?
-Evet çok kötü.
-Bilmiyorum. Ama kussan rahatlarsın.
-Hayır, kusmak istemiyorum.
Annem yatmamı istiyor. Babamla annemim ortasına girip yatıyorum. Annem eliyle saçlarımı okşuyor. O okşadıkça ben güzel bir rüyaya dalacak gibi oluyorum. Uyamak için gözlerimi kapatıyorum çünkü ben uyuyana dek annemin saçlarımı okşamaya devam edeceğini biliyorum.
Yataktan hızla kalkıyorum. Göz ucuyla anneme bakıyorum. Uyumamış. Acaba hiç zaman geçti mi yattığımdan beri? Bilmiyorum. Lavaboya koşuyorum. İçimi öylesine büyük bir sıkıntı kaplıyor ki rahatlamak için içimin dışıma çıkması gerekiyor. İçim aniden dışıma taşıyor. Ağlıyorum. Çok korkuyorum.
Uzakta birkaç köpeğin havladığını duyuyorum. Sokak lambasının aydınlattığı sokak başına doğru yürüyorum. Yürürken evleri geçiyorum birer birer. Işıkları sönen evler sanki bir bilinmeze dalıyor, benden kopuyorlar. Işığa yaklaştıkça yavaşça düşen ufak kar tanelerini fark ediyorum.Yere düşmeden eriyorlar. Onları seyrediyorum. Sonra onlara elimi uzatıyorum. Onlarla bütünleşmek, onlar gibi birden gözden kaybolmak, hiç olmamış gibi olmak, onlar gibi ben de o sessiz sakin hiçliğe karışmak istiyorum. Işıktan uzaklaşarak karanlığa yöneliyorum. Kayboluyorum.Yere yumuşak bastığımdan ayak sesim çıkmıyor, yalnızca nefes alışlarımı duyuyorum. Ama değişmeyen bir şey var. Karanlıklara da gizlenemiyorum. Kendimleyim.
* * *
Doktorun kapısına yapışmış halde bekleyen birkaç insan var, bir de ben. Bugün sakin bir gün diyorum kendi kendime. Biraz sonra, orta yaşlı bir kadının koluna girmiş iki büklüm yürüyen genç bir kadın doktorun odasına giriyor. Acilden gelen biri olmalı, acaba bir gün buraya ben de bu şekilde mi geleceğim? Ah, mide ağrısı çok korkunç bir şey. Acaba kusmak mı yoksa mide ağrısı mı daha korkunç diye düşünürken genç kadın doktorun odasından çıkıyor ve doktor içerden bana sesleniyor.
Siyah yumuşak sandalyeye oturuyorum. Doktor önündeki bilgisayarın ekranına hızlıca bir bakıyor.
- Ciddi bir şey yok. Yalnızca mideniz çok fazla asit salgılıyor. Stresli biri misinizdir acaba?
-Evet, sanırım, herkes kadar.
-Tamam. Yazdığım ilacı kullanın. Sağlıklı beslenin. Kızartma ve baharatlı gıdalardan uzak durun, bunlar durumunuzu kötüleştirir. Bir ay sonra kontrole gelin. Dediğim gibi ciddi bir şey değil ama rahatsız edicidir. Geçmiş olsun.
Babam ıslanmış siyah bir poşetle odaya giriyor. Babamı görür görmez doğruluyorum. Bana poşeti uzatıp nasıl olduğumu soruyor. İyiyim diyorum. Annemle konuşmak için hastane odasından dışarı çıkıyorlar. Poşeti açıyorum. Babam bana en sevdiğim baharatlı cipsten almış.Yanında da birkaç muz var. Oyucak arabam poşette değil. Acaba babam oyuncak arabamı getirmedi mi? Yoksa cebinde mi tutuyor?
Annem bir hemşireyle birlikte odaya giriyor. Babam yok. Hemşire yatağıma yaklaşıyor. Serum kablosuna elindeki iğneyi sokup ilaç veriyor. İlacın serumla birlikte yavaş yavaş damar girişine doğru yaklaşmasını seyrediyorum.Yaklaşıyor. Çok az kaldı. Belki beş saniye. Evet. Yanıyorum. Kolum yanıyor. Sonra bütün vücudum. Ağlıyorum. Annem başımı okşuyor. Uykum geliyor.
Uyandığımda terden sırılsıklam olduğumu fark ediyorum. Babam, dayım, amcam ve amcamın oğlu birlikte konuşuyorlar. Saat gecenin üçü. Odanın bu saatte aydınlık olmasına hiç alışık değilim. Bu durum olağan dışı bir şeyin vuku bulduğunu ele veriyor. Kalkıp pencereden bakıyorum. Karşıdaki evin ışıkları yanıyor. Sokak lambasının altındaki trafonın etrafında birkaç tane adam sigara içiyorlar. Onları tanıyıp tanımadığımdan emin değilim. Tekrar saate bakıyorum. Vakit çok geç. Bu saatte ne yaparım? Alt kata inmek istemiyorum. Yalnızca şöyle bir kulak kabartıyorum. Çok fazla ses yok. Sadece arada yükselen tiz sesler duyuyorum. Ağlama sesleri gelmiyor. Tekrar yatağa uzanıyorum. Terli terli yatmak ne kadar da sıkıntı verici! Ama bunu düşünmenin ne anlamı var? Zaman geçmeli mi? Durmalı mı? Uyumalı mıyım? Kalkmalı mıyım? Ne yapmalıyım? Evet, bilhassa zamanın neden geçmesi gerektiğini, gecenin sabaha niçin kavuşmak zorunda olduğunu bir türlü aklım almıyor. Bütün istediğim buradan çıkıp gitmek, uzaklara, çok uzaklara gitmek.
Hep böyle yapmamış mıydım? İçimde ne zaman katlanılmaz bir sıkıntı duysam soluğu sokaklarda almamış mıydım? İnsanlara hiç dikkat etmeden amaçsızca dolaşmak diye bir şey olmasa hayatımı nasıl devam ettirirdim kim bilir! Şişli’den Darülaceze’ye doğru yürüyordum. Otobüse binmemiştim. Hava çok sıcaktı. Ama yürümek, yürüdükçe sanki sıkıntılarımın benliğimden parça parça koparak havaya karışmasını duyumsamak her şeye bedeldi. Yürüdükçe sanki yeni bir insan oluyordum. Sanki tazeleniyordum. Ancak biraz sonra altından gürültüyla arabaların aktığı bir köprüye geldiğimde her şey değişmişti. Uzun zamandır hatırlamak isteyip de hatırlayamadığım bir şeyi aniden bulmuşum gibi durmuştum. Bir şeyin farkına varmıştım. Bir köprünün. Ancak dikkatli baktığımda bir köprüden daha fazlası vardı burada. Köprüden düşmek vardı. Neden şu köprüden kendimi aşağıya bırakmıyordum? Arabalar üzerimden büyük bir hızla geçerlerdi. Yalnızca bir soru değildi bu. Bir problemdi. Soru sormuyordum sanki. Sanki cevap veriyordum. Sanki kendime bir şey diyordum. Arabalar hızlanıyordu. İnsanlar hızlanıyordu. Sesler, düşünceler, anılar, nefes alış verişim, kalp atışım, her şey hızlanıyordu. Korkulukları sıkıca tutup hafifçe aşağıya sarkmaya çalışıyordum. Her şey daha çok hızlanıyordu. Düştüğüm canlanıyordu hayalimde. Düştükten sonra tüm vücudum dağılıyordu. Hızlıca, bir anda oluveriyordu her şey. Midem bulanıyordu. Kendi ağırlığımı duyuyordum. Öylesine ağırdım ki hiç böyle var olmamıştım. Bir anda etrafımdaki her şeyin ama her şeyin ne kadar gereksiz yere var olduğunu fark etmiştim. Midem daha şiddetli bulanıyordu. Ne yapacaktım? Hayır, tekrar aşağıya bakmaya cesaretim yoktu. Bu çok anlamsızdı, yalnızca bu gövde değil, her şey, her şey vardı ve var olmanın hiçbir çaresi yoktu! Korkuyordum. Kaçıp uzaklaşmak istiyordum. Burayı terk etmek ve bu yaşadığımı unutmak istiyordum. Evet, derhal hızla koşup gitmeliydim.
* * *
Kalbim göğsüme yumruk misali vuruyor. Bedenim tamamen uyuşmuş durumda. Olduğum yere yığılacak gibiyim. Ancak biraz daha hızlanıyorum. Her şey dönüyor, insanlar, taksiler, alışveriş merkezleri. Bir taksiyi durduruyorum. Uyuşmuş ellerim taksinin kapısını tutuyor. Sanki bunu başka birisi yaptı. Sanki bu ben değilim. Çaresizim. Lütfen gidelim diyorum. Gidiyoruz.
Beyaz çarşaf üzerinde donmuş gibi yatıyorum. Hemşire gelip serumu kontrol ediyor ve birazdan doktorun geleceğini söylüyor. Hemşire gittikten sonra doktor elinde kağıtlarla yatağımın ucuna yaklaşıyor.
-Nasıl hissediyorsunuz?
Zorlukla iyiyim diyorum.
-Kalbinizde ciddi bir şey yok. Kan sonuçları da iyi. Sadece biraz çarpıntınız varmış ama sanıyorum ki bu korktuğunuz için olmuş. Az önce bir kalp doktoruna sonuçlarınızı gösterdim. Benimle aynı fikirde. Geldiğinizde çok telaşlıydınız. Haklısınız da. Ancak sanıyorum şu an daha iyisiniz.
Eliyle bileğimi tutarak nabzımı ölçüyor.
-Evet nabzınız da düşmüş. Hemşire tekrardan tansiyonunuzu ölçsün. Hatta size bu gece burda kalmanızı öneriyorum. Sorununuzun psikolojik olduğunu düşünerek sizi yarın sabah psikiyatri servisine yönlendirelim. Tamam mı, ne dersiniz?
Ne diyeceğimi bilmiyorum. Zaten bu halde nereye giderim? Ayrıca ne farkı var ki kalmanın ya da gitmenin?
-Tamam diyorum.
Doktor gülümseyerek odadan çıkıyor.
Doktor çıktıktan sonra hemşire serumu alıp koluma pamuk koyuyor ve annemden koluma bastırmasını istiyor. Hastaneden çıkacak olmak öylesine güzel ki! Evi çok özledim. Neyi özlediğimi tam olarak bilmiyorum. Ancak burayı, hastaneyi hiç sevmedim. Ayaklarım da iyileşti. Artık kaşınmıyorlar, şişlik de yok. Rahatça basabiliyorum yere. Odadan sevinçle çıkıyorum. Yan odadaki arkadaşlarımdan biri de hastane kıyafetlerini çıkarmış, parlak ayakkabılarını giymiş bana doğru geliyor. Annemle arkadaşımın annesi konuşmaya başlıyorlar. Arkadaşımla biz ikimiz de hastane koridorunda bir o yana bir bu yana koşarken beni tedavi eden doktorun bir odadan çıkarken görüyorum.
-Evet, buyrun.
Doktora elimdeki hastane raporlarını gösteriyorum. Benden dün ne yaşadığımı anlatmamı istiyor. Hastaneye gelmeden hemen önceki durumumu, yani fenalaştığım anı anlatıyorum.
-Peki, bu fenalaşmanın öncesinde bir şey oldu mu? Kötü bir olay? Sizi üzen ya da sinirlendiren?
Düşünüyorum. Ancak bir şey bulamıyorum.
-Hayır, olmadı.
-Peki son zamanlarda? Yani hayatınızı ciddi bir şekilde etkileyen?
‘Ciddi bir şekilde etkileyen’ sözü bir anda bir şeyi hatırlatıyor bana.
-Evet, annem diyorum.
-Ne oldu?
-Öldü.
-Başınız sağ olsun, üzgünüm. Ne zaman?
-Üç yıl evvel.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.