"Yaşam Anatomisi"
Zamanın neresindeyiz? Biz de mi meçhûle sürüklenip gidiyoruz bu şehirin griye çalmış sularında?
Evren’e ayıp olmasın diye yakmıştı sigarasını, uzun zamandır sigarayı bırakmıştı oysa. Hem dışarda dizlerinin titrediğini fark ederse onun zayıf olduğunu düşünebilirdi. İnce yağan yağmurla alnına yapışan kızıl saçlarını arada yana doğru itiyordu. Karşılıklı yaktıkları kaçıncı sigaraydı, kaç saat geçmişti öyle ayak üstü, anımsamıyordu. Zamanın oturduğu bu vakitlerde aralarındaki duran suskunluk paylaştıkları en derin ve en mânalı diyalogtu. Cümleleri takas etmeden, kelimeleri yormadan da anlaşılabiliyorlardı.
"Yine varoluş sancıları okunuyor yüzünde"
Evren bozmuştu sessizliği. Elindeki izmariti fırlatmasıyla suskunluk duvarları kırılmıştı.
Eylem hafifce gülümsedi.
"Ne okuduğunu çok merak ediyorum."
"Neredeyiz, diye soruyor dalgın gözlerin."
"Sâhi neredeyiz? Bu şehir, veyahut yaşam. kocaman bir insan olsaydı mesela, neresinde duruyor olurduk?"
Evren düşünceli gözlerle etrafına baktı.
"Bağırsaklarında. Köprü altına yakın olduğumuza göre, yerde yatan gereksizleri de sayarsak.... bağırsaklarında olurduk."
Eylem ayağının altında ezerek söndürdü izmaritini.
"Ben bildiğin organizmalara benzemem arkadaş, hazımsızlık yaparım." Evren gülümseyerek dikti gözlerini Eylem’in yüzüne.
"Sen yaşamın çakmak çakmak ışıldayan gözleri olurdun, şehirin hiç sönmeyen sonsuz kandiller gibi..." Eylem mahcup bir gülümsemeyle cevap verdi, daha yeni ki erkeksi tavırlardan eser kalmamıştı.
"Şu sokaklar damarları olurdu. Trafiği olanlar tıkalı tabi.
"Hasta bu şehir. Ağır hasta..."
Evren kafasıyla onayladı. Uzakta bir noktaya bakıp el sallamaya başladı.
"Bak! Görüyor musun onu?"
Sek-sek oynayan 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu onları fark edip kocaman bir gülümsemeyle geri el sallıyordu. Üzerindeki pembe entari ve beyaz çorapları yağmurdan çamurdan etkilenmemiş gibi tertemizdi. Bir masal kitabının ortasından fırlamış şehirin ortasına düşmüştü sanki.
"İşte şehirin direnci o... O gülümsediği müddetçe şehir güçlenir. Şu evlerden tüten bacalar var ya, onlarla ısınıyor şehirin göğüyle örülmüş akciğerleri."
Eylem farkında olmadan başlattığı bu oyunu sevmişti. Bakışları birbirine çarparak ilerleyen monoton kalabalığa ilişti.
"Şu insan sürüsünde kalıplaşmış hırs, kin, öfke... Onlar da virüsleri olsa gerek. Para var ya para, en büyük zehir o..."
"Bayılıyoruz onu kana kana içmeye! Zehirlendikçe mübtelası oluyoruz hatta...."
Bir an yine suskunluğa gömüldüler. Eylem düşüncelerine ses verdi.
"Peki bu zehirin panzehiri nedir? Beyaz kan hücreleri misali hangi askerler def eder bu zehiri?"
"Bizim gibi sokaklarda en çakmasından felsefe yapanlar değil herhalde. Boş ilaç kutuları gibiyiz. Anlatır, konuşur bir işe yaramayız. Toplumda ezilenleri, hayvanlara, hatta ağaçları koruyan, bütün sahte düzenlere baş kaldıran, her fırsatta bir yerde ateş söndüren, sesini, yumruğunu yükselten herkesler bu zehire karşı direnen, savaşan askerlerdir. Bazen o çarkın içinde yutulup yok olsalar da dengeyi sağlayan onlardır."
Dalgındı Eylem.
"Peki, nereden güç alacaklar onlar? Öyle azlar ki..."
Evren eliye ezan okunan minareyi işaret etti. Hemen ardından kedilere yemek dağıtan evsiz bir adama döndü.
"İnancın ne olursa olsun, insanlıktan, hoşgörüden, duadan umut doğuyor ve umuttan başka bir umut besleniyor. İşte umut vâr oldukça onların gücü de vâr olur. Biz insanlar umuda tutunuruz. Umut, yaşamın karaciğeridir. Orada itina ile arınır hasta eden virüsler...."
Eylem devam etmesini istedi.
"Ya kalbi? Orası neresi?"
Evren’in gözleri Eylem’in yüzünde gezinmeye başladı. Yüzündeki katı ifade yumuşamıştı.
Eylem utanmaya başlayınca bakışlarını alıp az ilerdeki bankta kundakta bebeğini sallayan anneyi işaret etti gözleriyle.
"Koşulsuz sevmeyi bilir misin? Şartsız, karşılıksız. Bir anne gibi, şu kedileri besleyen evsiz gibi, minarede göğsü çatlayana kadar ezan okuyan müezzin gibi. Bazen adını koymaya gerek duymadığın tarifsiz duygular vardır. Sadece vâr oldukları için mutlu olursun. Aşk gibi... İşte aşk ile yapılmış her eylem yaşamın kalbidir.
Aşkı dizginleyen bilgeliktir, hayata ve insanlığa dair her öğretidir. Bilgelik ise yaşamın beyni..."
Ruhunun hücrelerine siniyordu Evren’in kurduğu cümleler. Ellerini cebine sokup uzaklara daldı. Sıra Evren’deydi.
"Peki, sence yaşamın yüzü neresi?"
Eylem çenesini hafifce kaldırarak ufukta görünen denizin ucunu işaret etti.
"Yaşamın yüzü şu denizler ve okyanuslar gibi. Seni kendine aşık eder ama derinliklerinde neler saklıdır bilmezsin. Açıldıkça, genişliğinde ilerledikçe hangi dalganın seni bulup yutacağını kestiremezsin. Özgürlük gibi çağırır seni ama alır içine gömer, kurtulamazsın. Sonsuzluğu fısıldar sana ama bir kıyıya çarparak kök salıp tutsak eder seni topraklara. Bir değil ki... Çok yüzü var yaşamın ve yaşamak o yüzlerden birine aldanmaktan ibarettir sadece..."
Evren cebindeki kalan son iki sigarayı çıkarıp birini uzattı Eylem’e. Yağmur tekrar başlamıştı. Eylem sigarasını yakmak için eğilen Evren’e daha da yaklaştı. Yüz yüze bakıp suskunluklarını bir kademe daha derinleştirdiler. Sessizlik onları sıcak tutuyordu. Kalplerinde bir çift göz açılırken şehirin bütün aç kediler uyumuştu...
✒️T.Y.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.