- 544 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nur Saçan Kaşıklar
Cami minaresinden yayılıp insanları sessizliğe boğan sela bir müslümanın Allah’ın rahmetine kavuştuğunun haberini veriyordu. Günlerden cuma olmadığına göre başka ne olabilirdi ki? Selayı işiten ahali merak ve endişe ile müezzinin yanık sesine kulak kabartıp, piyangonun kime vurduğunu öğrenmek için pür dikkat kesilmişti. Ölenin ismi anons edildiğindeyse hemen her kesin dilinden güzel sözler dökülmeye başlamıştı. Çünkü ölen kişi kasabanın ileri gelenlerinden Hacı Mehmet ağa idi.
Hacı Mehmet Ağa kasaba halkı tarafından hayırsever, cömert, dürüst bir insan olarak bilinir ve hemen hemen herkes tarafından çok sevilirdi. Hiç kimseye herhangi bir kötülük yaptığına şahit olunmamış, vakit namazlarını eksiksiz kılmaya çalışan dini bütün bir Müslümandı. Hani derler ya “mübarek nesli tükenmeye yüz tutmuş, kelaynak kuşu gibi” cinsinden muhterem biri idi işte.
Zengindi Hacı Mehmet ağa ve zenginliği eskilere dayanırdı. Osmanlı Rus savaşı zamanında yaşanan, kaçakaçta insanlara her türlü maddi yardımlarda bulunup birçoğunun hayatta kalmalarına vesile olmuştu. Ne var ki uzun süren sürgün günlerinde hemen hemen bütün varlığına kaybetmiş bir zaman yoksulluk yaşamasına rağmen hiç bir vakit isyankâr olmamış, her daim Allah’ına şükretmeyi bilmişti. Savaşın sonunda her kes gibi vatanına Türkiye’ye dönmüş baba topraklarına tekrar sahip çıkarak çalışmış, didinmiş ve Allah’ın yardımıyla da eski zenginliğine kavuşmuş ve iyiliklerine selasının verildiği güne kadar devam etmişti.
Bu yüzden Hacı Mehmet ağanın ölümü kasaba halkı arasında büyük üzüntüye neden olmuş bu iyi adamın ardından onu tanıyan herkes az da olsa gözyaşı dökmüştü. Öyle ki cenazesi kasabanın gördüğü en büyük cemaatle defnedilmiş, çevredeki bütün camilerin hocaları defin işlemi sırasında hazır bulunmuştu.
Bu mübarek insanın Muhsin adında bir oğlu vardı ki Muhsin, Adının zıttı bir adamdı. İyilik nedir bilmez, kimsenin hayrına şerrine karışmaz, açlıktan ölecek bir insana bir lokma ekmek vermek bir yana dursun, susuzluktan dili damağına yapışmış ağzı bağlı hayvana dahi bir yudum su vermeyecek kadar nekes biri idi.
Rahmetli hacı çok uğraşmış ama oğlunu bu huyundan geri döndürememiş, bir türlü yüreğine sevgi ve merhamet tohumu ekememişti. Şıp deyip burnundan düşmüş gibi benzerlikleri de olmasa“ Bu benim evladım olamaz” diye şüphe duyduğu zamanlar dahi olmuş, ölünceye kadarda “Ay Allah’ım bu çocuk kime çekti” diyerek hayıflanıp durmuştu.
Hacı Mehmet’in evi hiç bir zaman misafirsiz olmaz, yemek kazanlarının altının ateşi sabahtan akşama kadar hiç sönmezdi. Kasabadaki garibanlar, İrevan’dan, Bayazıt’tan giden ya da her nerden olursa olsun gelip geçen yolcular hacının konağında en iyi şekilde ağırlanırlar onun helal ekmeğini yemeden gitmezlerdi.
Hacının halk arasında kimsenin anlam veremediği bir huyu vardı ki, zengin, fakir ayırmadan bütün misafirlerine en güzel tabaklarda ikram ettiği yemeklerin yanına, tahta kaşıklar koydururdu. Onu yakından tanıyanlar bu tutumuna “ Vardır hacının bir bildiği” deyip geçiştirirken; bazıları “bu kadar zenginliğine rağmen hacının yaptığı da iş mi? misafirlerine tahta kaşıkta yemek yediriyor” diye kınayanlar da olmuyor değildi.
Ne var ki hacı bu dedikodulara asla itibar etmez, oralı bile olmazdı. Gün içerisinde sofradan toplanılan kaşıkları asla ve asla ikinci kez kullandırmaz, her akşam anahtarı yalnız kendisinde olan ve kimsenin girmesine izin vermediği çatı katında yaptırdığı küçük odasındaki ocakta yakardı. Öyle ki kasabanın marangozu hacıya tahta kaşık yetiştirmek için her gün fazladan çalışmak zorunda kalırdı.
Ruhunu Allah’a teslim etmeden önce tek oğlu olan Muhsin’i çağırmış belki insafa gelir diye son bir vasiyette bulunmuştu. Geride bıraktığı hatırı sayılır serveti Allah yolunda kullanmasını, özellikle fakir fukaraya yardım etmesini, açları doyurmasını, yolcuları misafir etmesini tembih etmişti. Son olarak da yemin ettirerek kimsenin girmesine müsaade etmediği çatı katındaki küçük odaya ölümünden beş yıl sonra girmesini istemişti.
Muhsin babasının yaptığı iyiliklere şahit oldukça kızıyor, sinirleniyor ve o sinirle eli ayağı birbirine dolaşıyor, ne dediğini bilmez hale geliyordu. Dışarı çıktığında ise karşısına büyük, küçük, yaşlı, genç kim çıkarsa çıksın son derece kırıcı oluyordu. . “Hele ihtiyar rahmetli olsun ben yapacağımı bilirim. Kimseye zırnık dahi koklatmayacağım, çalış, didin kazan, gelen yesin, giden, yesin, yok öyle yağma.” Diye düşünüyordu.
Nihayet istediği olmuş, babası ölmüş tüm servet kendisine kalmıştı. Cenazeyi mezarlığa götürmeden önce, ateşlerin söndürülerek, ocaktaki kazanların tamamının ambara kaldırılmasını istemiş, “şimdiye kadar yediklerine saysınlar” diyerek “taziyeye gelenlere çay bile verilmeyecek” diye talimat vermişti.
Defin merasiminin ardından cemaat başsağlığı vermek için geldiklerinde, hiçbir ikramla karşılaşmamışlar, özellikle uzaktan gelenler, Muhsin’i tanımayanlar şaşırmışlardı.
-Yahu bu rahmetlinin oğluna bakın, babasının ihsanını bile vermedi,
-Muhsin’den de bu beklenirdi mendebur herif,
-Zavallı Hacı; böyle evlat olmaz olsun,
-İnsan hiç olmazsa misafirlerine bir yudum su verir,
-Bir bardak çayında mı yok be… Gibi sitem dolu sözler, hayıflanmalar, neler, neler.
Annesi “Ay oğul baban Hacının bir şerefi var, bu senin yaptığın iş midir? Ver ihsanını, yazıktır, ayıptır, günahtır. Bu kapıdan geleni eli boş gönderme. Etme eyleme günaha girme.” Diye yalvarıp yakarıyor ama Muhsin oralı bile olmuyordu. Hatta “Yok ana ben demiş idim ve kendi kendime söz vermiştim, Hacı babam ölsün, bundan kelli bu kapıdan kimseye ekmek yoktur. Gitsin her kes kendi ekmeğini kazansın. Boş konuşmayın; sözümden beni kimse döndüremez” diye ayak diriyordu.
Velhasıl Muhsin Hacının cenazesinde taziyeye gelenlere bir bardak çay dahi vermedi. O vermedi, ama yine de insanlar o mübarek adamın evine akın akın gelip Kur’an’ı kerim okudular, hatimler indirip ruhuna Fatihalar armağan ettiler. Her ne kadar huysuz ve kadirbilmez bir adam olsa da Muhsin’e başsağlığında bulundular.
Günler birer birer aktıkça, hacının Muhsin tarafından kapatılan kapısını kimsecikler çalmaz olmuştu.
Bir zamanlar, bir yanda kaynayan semaverlerde demlenen tavşankanı çaylar, bir yanda sürekli yanan ocaklarda halis köy tereyağıyla yapılan yemeklerin etrafa yayılan mis kokusu, dualar eşliğinde çoluk çocuk, genç yaşlı yenilen yemekler, gülen gözler, mutlu insan sesleriyle cıvıl cıvıl olan bahçe artık bir ölü evinden farksızdı.
Bu durumdan tek kişi memnundu oda Muhsin. Sabah erkenden dükkânına gidiyor, akşam olunca da evine dönüyordu. Ne bir kimse ile arkadaşlık yapıyor nede uzak, yakın akrabalarına gidip geliyordu. Zamanla etrafındaki tek tük olan arkadaşları hatta en yakın komşularda hal hatırını sormaz olmuşlar ve kasabada tek başına kalmıştı.
Muhsin yıllar süren büyük yalnızlığını ister istemez içki, kadın, kumar gibi kötü yollarla gidermeye çalışmış ve her geçen gün biraz daha bataklığa saplanmıştı. Tabi bu durum doğal olarak işlerinin aksamasına, babasından kalan servetin elinden ağır ağır uçup gitmesine sebep olmuştu. Ve nihayet kala kala içinde oturdukları evden başka hiç bir şeyleri kalmamıştı.
Üstüne üstlük oğlunun yanlış işlerine daha fazla dayanamayan yaşlı annesi de vefat edince, zavallı kadını defnedecek hocayı ve cemaati dahi zor bulmuştu.
Yaşadığı düzensiz hayatın getirdiği sinir bozukluğu ve stresle başa çıkamayan Muhsin, her geçen gün daha da çekilmez bir adam olmuş, zaten az olan aile düzeni tamamen bozulmuştu. Hal böyle olunca kocasının baskılarına ve yaşadığı yoksulluğa daha fazla dayanamayan karısı da çocuklarını alarak baba evine dönmüş ve Muhsin koca dünyada büsbütün yapayalnız kalmıştı.
Bir zamanlar bolluk içerisinde, bir eli yağda, bir eli, balda yaşayan Muhsin artık bir lokma ekmeğe muhtaç duruma gelmişti. Her şeye rağmen ona acıyıp yiyecek veren vicdan sahibi bir kaç komşusu olmazsa açlıktan ölecek ve cenazesini kaldıracak hiç kimsede olmayacaktı.
Zaman ilerledikçe o yakışıklı ve heybetli adam gitmiş yerine, saçı sakalına karışmış, gözleri göz çukurunun derinliklerine gömülmüş, şakak kemikleri derisini yırtacak gibi meydana çıkmış, bitap ve çaresiz, adeta bir kemik yığını kalmıştı.
Tam tüm ümitlerinin tükendiği bir anda aklına babasının vasiyeti gelmişti. Babası hacı Mehmet ağa nın kendisini kurtaracak kadar para ya da altını tavan arasındaki odada sakladığını düşünmüş ve bu sefil hayattan kurtulacağını sanarak büyük bir umuda kapılmıştı.
Hızla yerinden kalkan Muhsin takatsizliğine aldırmadan bir solukta, tavan arasına çıkmış ve eline geçirdiği balta ile odanın kapısını kırarak içeri girmişti. Küçük odanın penceresi kapalıydı ve son derece kasvetli görünüyordu. Bakımsızlıktan yer yer ayrılmış çatı tahtalarının arasından süzülen güneş ışığı olmazsa göz gözü görmeyecek kadar karanlık olacaktı. Tahta zemin parmak kalınlığında tozla kaplanmış, duvara dayalı bir dolaptan başkaca eşya yoktu. Köşede ise tuğlaları dökülmüş bakımsız bir ocak göze çarpıyordu ki o şömine Hacının tahta kaşıkları yaktığı ocak idi.
Dolabı görünce “oh kurtuldum” diye haykırdı, Sevinçten gözleri parlamıştı. Heyecanla kapısını açtığı anda odaya beyaz parlak bir ışık yayılmış, etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Işık öylesine güçlüydü ki Muhsin korkudan bir kaç adım geri çekilmek zorunda kalmış ve ışığın gözlerini kamaştırması nedeniyle bir an etrafı göremez hale gelmişti.
Bir süre kendisine gelemeyen Muhsin nihayet toparlanıp yavaşça dolaba yaklaştığında, şaşkınlığı kat be kat artmış, gördüklerine herhangi bir mana verememişti. Nasıl versin ki, gözleri kör edecek kadar parlak olan ışık, boşlukta asılı duran kaşık benzeri birkaç nesneden yayılıyordu.
Dolabın içerisinden kendisini bu sefil hayattan kurtaracak hazine umarken bu kaşıklarda neyin nesi idi? Üstelik bu kaşıklar nasıl böylesine insana huzur veren bir ışık saçabiliyorlardı? Babası Hacı neden beş yıl sonra odaya gir diye vasiyette bulunmuştu?
Heyecan ve korkudan kalbi yerinden çıkacak gibi küt küt atıyor, anlının teri yanaklarından akıyordu. “Kaybedecek neyim var ki” diye mırıldandı. Tüm cesaretini toplayıp titreyen ellerini kaşıklara uzattı. Teker teker alarak üstünde paralanmış köhne ceketinin koltuk ceplerine itinayla yerleştirdi; hızla odadan çıktı.
Adeta ipnotize edilmişti. Mecnun gibi etraftan bihaber, ”Kaşıkları hele bir cami hocasına göstereyim” diye mırıldanarak yürüdü. Kısa bir süre sonra mahallelerinde bulunan caminin hocasının evinde soluğu almış, hatta kapısını tokmaklamıştı bile.
-Ahmet hoca, diye seslendi “Ahmet hoca”
Bir kaç dakika beklemişti ki hoca efendi sakalını sıvazlayarak çıktı. Karşısında Muhsin’i görünce hoca başını çevirdi “bu sarhoş mendeburun denimle ne işi olabilir” diye söylendi. Ardında kaba bir ses tonuyla;
-Konuş bakalım Muhsin bir arzun mu var? Dedi.
-Ahmet hoca sana bir şey göstereceğim.
-Nedir? Göstereceksen göster acele et de öğlen namazını kaçırmayalım.
Muhsin ceketinin cebinden kaşıklardan birini çıkardı; tahta kaşık güneş ışığını altında bile parlaklığından hiç bir şey kaybetmemiş par par parlıyordu. Hoca ürpermişti.
-Bismillahirrahmanirrahim bu nedir ay Muhsin! Diye şaşkın bakışlarla kekeleyerek sordu.
-Buu… Vallahi hoca bende sana soruyorum… Bu nedir?
Hoca ürke ürke kaşığa dokundu dokunur dokunmaz ellerini geri çekti, gözlerinden çok korktuğu belliydi. Kendi kendine “Yahu bu sarhoş nedir böyle getirmiş” dedi. Bir daha elini uzatmaya cesareti olmadı. Göz ucundan sağına baktı soluna baktı hiç bir şey anlamamıştı. Kekelemesi devam ediyordu.
-Buu bu bir kaşıktır değil mi?” dedi “ Söyle bakalım bunu nereden buldun?”
-Evet, kaşıktır ama bu nasıl bir kaşıktır ki bende sana sormaya geldim hoca. Bilemedin mi? Dedi “ Rahmetlik babamın odasında bulmuşum”
Ahmet Hoca bir an evvel Muhsin’i başından atmak istiyordu. Esasında bu garip ışık saçan kaşıktan çok ama çok korkmuştu “Eee ben biliyordum bunun babasının bir fırıldağı var, yeni yeni meydana çıkıyor; maazallah hastalık falan bulaştırır neme lazım “ diye düşündü.
-Vallahi ben anlayamadım bu nasıl bir şeydir, Sen en iyisi git başka hocalara sor, belki bir bilen olur, haydi sağlıcakla kal, güle güle. Dedi ve evinin kapısını açıp aceleyle içeri girdi. Muhsin elinde kaşıklar olduğu halde kapının önünde kalakalmıştı.
-Hele hocaya bak, şimdi gel bunun arkasında namaz kıl; zaten kılmıyorum ya” diye mırıldandı, uzun yıllardan sonra ilk kez tebessüm etmişti arkasını döndü gitti.
Muhsin o gün akşama kadar ilçede molla, hoca öğretmen memur amir ne kadar sözde akıllı adam varsa hemen hepsine kaşıkları gösterdi. Görenlerin hiç biri anlamamışlar, anlamadıkları gibi korkularından ellerini dahi sürmemiş, türlü yalan uydurarak Muhsin’i başlarından savmışlardı. En son gittiği hoca ise;
-Sen bunu Mir Celil ağaya götür anlarsa o anlar. Dedi.
-Vallahi haklısın hocam, bu kaşıkların sırrını bilse bilse Mir Celil ağa bilir. O da bilmezse artık…
O cami senin bu cami benim, o seyit senin bu seyit benim dolaşmaktan Muhsin’in ayaklarına kara sular inmişti. Nihayet güneş ufukta kızıllığını bırakarak karlı dağların arasından kaybolmuş, etraf alacakaranlığa bürünmüştü. Muhsin “sabah ola hayrola” diyerek evine dönüp Allah ne verdiyse kursağına atmış, ardından bakımsızlıktan pejmürde olmuş yatağına uzanmıştı. Çok geçmeden de yorgunluktan bitap düştüğü için derin bir uykuya dalmıştı.
Kaşıkların sırrını öğrenmek için yanıp tutuşan Muhsin ertesi sabah uyanmış kahvaltı bile etmeden Mir Celil Ağa’nın köyünün yolunu tutmuştu.
Mir Celil Ağa da Muhsin’i çok iyi tanıyordu. Hatta Hacı babasının çokta ekmeğini yemiş, kasabada kaldığı geceler evinde konakladığı da olmuştu. Hacının aksine oğlunun kötü bir insan olduğunu bildiği halde babasının aziz hatırasına binaen misafirini karşılamış, otağa buyur etmiş, bir de kahvaltı tepsisi hazırlatmış idi.
Mir Celil Ağa Muhsin’in işlerinin düştüğünü babası rahmetli hacıdan sonra servetini heba ettiğini biliyordu. Ama o bile bu kadarını da beklemiyordu. Çünkü karşısında duran adamın, o varın o devletin sahibiyle uzaktan yakından alakası yok idi. Saçı sakalı birbirine karışmış bakımsızlıktan ve yetersiz beslenmeden bir deri bir kemik kalmış, üzerindeki köhne elbisesi yer yer yırtılmıştı; “Düşmez kalkmaz bir Allah” diye mırıldandı.
Mir Celil Ağa derinden iç çekti Muhsin’in haline çok üzülmüş ve bir o kadarda kızmıştı. Çünkü onun bu hale düşmesinin sebebinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu.
-Hayırdır Muhsin bir maruzatın mı var? Diye sorarak söze başladı.
Muhsin cevap vermedi cebinden çıkardığı tahta kaşıkları Ağa’ ya uzattı, Kaşıklar güneş gibi parladı. Odanın ışığı iki misline çıktı. Mir celil ağanın gözleri kamaşmıştı. “Bu Allah’ın bir mucizesi diye” mırıldandı. Heyecandan salavat getirdi. Elini uzattı kaşıkları aldı teker teker öptü başına koydu yüzüne gözüne sürdü. O kadar heyecanlanmıştı ki gözlerinden sular akmaya ve bembeyaz sakalından aşağıya doğru süzülmeye başlamıştı. “Hızır Aleyhi selam” dedi “ Hızır Aleyhi Selamın kaşığı” diye tekrarlayıp duruyordu.
Epeyi bir zaman odaya tam bir sessizlik hâkim olmuştu ve Mir Celil Ağa hıçkırıklarla ağlamaya devam ediyordu. Her ikisi de bir müddet öylece kalakalmışlardı. Nihayet ağa bir eliyle kaşıkları sımsıkı tutarken, öteki elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Islak gözlerle döndü “Gel bakalım” diyerek Muhsin’i karşısına oturttu;
-Senin babanın kapısı öyle bir kapıydı ki o kapıdan fakir fukara, garip guraba ve mümin insanların yemek yediği gibi bir zat daha yerdi ki o mübarek Hızır Aleyhi Selamdı. İşte bu kaşıklar Hızır’ın kaşıklarıdır. O kaşıklar ki dünya ateşinde yanmazlar. Sen babanın mirasına sahip çıkmadın, rahmani yoldan çıkıp şeytani yola saptın. Ve sonunda o mübarek kapının bereketini yaptığın kötü amellerle kaldırdın. Tövbe et Muhsin tövbe et. (Gerçekten de O, evet O, Tevvâb’dır, tövbeleri cömertçe kabul eder; Rahîm’dir, rahmetini cömertçe yayar. BAKARA- 37.) Allah’ın yoluna dön. Allah her şeyi bilendir. O her şeye kadirdir.
Muhsin büyük bir pişmanlık yaşıyor ve onulmaz bir acı çekiyordu. Gözlerini sıkı sıkı kapadı. Bir anlıkta olsa tüm yaşamı gözlerinin önünden film şeridi gibi aktı. Eski mutlu çocukluk günlerini özlemişti. Kalbinde filizlenen hasret sızısı tüm benliğini kaplamıştı. Çırpındıkça daha da derinliklerine gömüldüğü bu bataklığa düşmesinin yegâne sebebinin kendisi olduğunu çok iyi biliyordu. Ve başını iki elinin arasına aldı. O zalim ve vurdumduymaz adam hönküre hönküre ağlamaya başlamıştı. Ardından ellerini semaya uzattı,
-Allah’ım beni affet” diye bağırdı “beni affet”
05.05.2017-Iğdır Nizamettin Uca (Nur Saçan Kaşıklar-Öykü)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.