- 1040 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÖLÜN ÖTEKİ TARAFI
Onlarca evden oluşan bir köy vardı eskiden. Küçük kulübelerin kapı eşiklerinin altından dışarıya akan çorba kokuları, göl kıyısında, kol kola, kalp kalbe yapılan sevgi dolu sohbetleri daima neşelendirirdi. Herkes dosttu, hiçbir şey kar amacı gütmezdi. Para yoktu, “ihtiyacı olan alsın” vardı. Kimsenin aklından birbirlerini kandırıp haklarından fazlasını almak geçmezdi, bu barışçıl ortamı kirletmekten çekinirdi tüm köy halkı.
İşte böylesine doğal, huzurlu bir köyün masum ve saf oğlanıydı Herpa. İsmi halkın kendi dilinde aydın, yol gösterici anlamına geliyordu. Herpa on dokuz yaşına kadar köyde yaşadı; babasıyla beraber havuç, patates eker ve ihtiyacı olan herkesin yiyebileceği bir çorba yaparlardı. Annesi, Herpa doğduktan on gün sonra ölmüştü, ondan pek bahsetmezlerdi. Topladıkları havuçları az biraz su ile beraber taştan bir tencereye atar, sonra bu tencerenin altındaki oynayabilen taşı çıkarıp yerine kerpiç bir kalıp takarlardı ve havuçlu suyu ateşin üzerine koyarlardı. Yükselen buharın renginin turuncu olduğunu adeta görürlerdi, bu buharın kokusu havaya dalga dalga yayılıp gölün sakin dalgalarıyla birleşince anlarlardı kaynatılmış havuçlara onların yumuşaklığını kıskanacak patatesleri eklemeleri gerektiğini. Az daha su koyarlardı ve o su da köyün üzerinde dolaşmaktan yorgun düşüp çalışmaya ara veren güneşin bulutlara kattığı zencefil kokulu, boğuk turuncuyla birleşince karnı acıkanlar toplanmış olurdu taş ve kerpiçten yapılma tencerenin etrafında. Sade bir lezzeti olurdu korin adı verdikleri yemeğin, fakat içerdiği masum duygular ve paylaşmanın verdiği mutluluk onu dünya üzerindeki en muntazam parlak yeşil yemeğe dönüştürürdü; parlak yeşil huzurun rengiydi.
Herpa’nın ziyaret etmeyi en sevdiği kişi ise bu ufak yemeklere daima katılan yumurtacı kadın Nomera’nın kızı Domeri’ydi. Annesi ve o tavuklarını besler, temizlerlerdi; fakat asla etlerinden faydalanmazlardı. Nomera onların canına kıyamazdı, hepsi birer sevgi dolu tüy yumağıydı ve anne kızın kalbinde ayrı bir yer edinmişlerdi.
Köy halkı saf ve cahildi, yaşamaları için onlara yetecek kadar bilgileri vardı sadece. Domeri ve Herpa da farklı değildi onlardan, fakat çocuk kalplerindeki masum sevgi onların yaşamlarını daha anlamlı kılıyordu ve sevgilerinin ne kadar değerli olduğunun farkındalardı. Gizlice tavukların kümesine girer, merdivenden tırmanıp çatıya çıkar ve ay ışığının gölün üzerinden gözlerine yansımasının yumuşaklığını gönülleriyle okşayarak diğer çatıya atlarlardı. Oradan içeriye, komşuların saman deposu olarak kullandıkları ambara atlar ve samanların üzerine tırmanır, otururlardı. Kızarmış kurabiyeler kadar tatlı ve koyu mor konuşurlardı orada, koyu mor yoğun sevginin rengiydi. Çatının yukarıya çıkan merdivenin dayanmış olan açıklığından sızan ay ışığı yine okşardı saçlarını, onlarsa bu solgun ışığın güçlenerek kalplerine akmasını daha çok severlerdi.
Yıllar geçti ve kalplerindeki masum sevgi yerini başka bir duyguya bıraktı, kendi dillerinde korteni derlerdi bu duyguya. Sevgi kadar hafif bir duygu değildi korteni, daha yoğun ve daha ağırdı. Koyu mor değil siyahtı, ki bu da iki kişinin birbirine açıklanamaz derecede yoğun duygularla bağlı olmasının ve birbirlerinden uzak kalınca ruhsal durumlarının renksizleşmesinin sembolüydü. Samanlıkta buluşmaları sıklaştı ve ay ışığı onlar çatılarda el ele koşarken kalplerine giremez oldu, çünkü o kalpler tıka basa korteni doluydu. Fakat, Herpa’nın babası ve Domeri’nin annesi onaylamıyordu onların birlikteliğini çünkü anlamıyorlardı. Birbirlerini ne kadar sevdiklerini, koyu morun siyaha dönüştüğünü anlamıyorlardı ve izin vermiyorlardı birlikteliklerini sürdürmelerine. Bunun üzerine bir karar aldılar: Kaçacaklardı.
Bir buçuk ay içerisinde oradan buradan topladıkları odun ve dallarla bir sal yaptılar. Ay ışığı, onlar gittiği gece kalplerine bir kez daha dokunabilmişti çünkü korku, mutluluk ve heyecan karışımı gece mavisi tüm benliklerini kaplamıştı; o solgun ışık için son derece uygundu. Gölün minik dalgaları açık maviydi ve gecenin karanlığını yırtan, Herpa ve Domeri’nin can yoldaşı ay, ışığını vuruyordu yine gölün üzerine. Grileşen suyun altından dalga dalga akan sıcacık sevgi, salın altındaydı hep, yanlarındaydı tüm yol boyu.
Diğer gün şafak sökerken, yine o zencefil kokulu turuncu ortalığı sarmışken karşı kıyıya vardılar. Kaçarken küçük bir hainlik yapmış, bir tavuğu kaçırmışlardı ki o da Nomera’nın gözdesiydi. Nomera kaçtıklarını öğrenince, tavuğu unutacaktı. O ve Borti’nin büründükleri yastan çıkmaları uzun zaman alacaktı.
Tavuğu kesmek ruhen çok zordu fakat bunu yapmak zorundaydılar. Ancak, sonrasında buna çok pişman oldular çünkü tavuk onlara köylerini hatırlatan tek şeydi ve onu yemediler; bunun yerine ona küçük bir mezar yaptılar. Gözyaşları içerisinde onu gömdüler.
O günden sonra meyveler ve ağaç kökleriyle beslendiler, tatlarının pek iyi olduğu söylenemezdi fakat doyurucuydu. Salları genişti ve onu parçaladılar, başka ağaçların dal ve gövdelerini de ekleyerek buldukları küçük bir mağaranın ağzını o odunlarla ördüler, bir kapı bile yaptılar. Belki basit görünüyordu, ancak sadece o mağaranın ağzını değil, kalplerini de bir daha ayrılmamak üzere birbirlerine bağlamışlardı o korteni ipiyle.
Ailelerini çok özlüyorlardı elbet, ancak anlatılamaz derecede huzurluydular ve bir süre sonra bir çocukları bile oldu, gölün diğer kısmında geçirdikleri gecenin serin rüzgarlarına gebe kalmıştı bir korteni türküsü.
Parlak yeşil ve mor bir hayat sürüyorlardı çocuklarıyla beraber, anlatılamayacak derecede mutluydular ve tüm ihtiyaçlarını sağlayabilir durumda olmalarına şükrettiler her gün. Fakat köyde durum bu kadar huzurlu değildi.
Herpa ve Domeri kaçtıktan sonra tüm köy halkı bunun sorumlusunu Borti ve Nomera olarak bildiler. Yıllar boyu süregelen o huzur ve barış ortamı bozuldu, hırsızlıklar başladı. İki kişinin ayrılması tüm düzeni bozmuştu ve kırmızıydı adeta bulutlar, kırmızı düşmanlığın rengiydi. Nomera’nın tavukları kümesten kaçtılar ve insanlar onları kesip yedi, Borti’nin havuçları ve patatesleri koparıldılar daha hamken. Haklarından fazlasını alanlar sebebiyle kıtlık başladı, aklı başında kalan kişilerden birkaçı da Borti ve Nomera’ydı ve onlar da bu kargaşanın içinde birbirlerine arkadaş oldular. Tüm düzen bozulduktan iki ay sonra Nomera’nın kayıplara karışmış kocası bir yerlerden çıkıp geldi ve kendisini köyün daimi hükümdarı ilan etti, isyanlar çıktı ve “hükümdar” halka mızrak yapmayı öğretti. Zaten az olan köy halkı böylece daha da azaldı ve topraklar kana, daha çok nefrete bulandı. Evler yıkıldı ve kulübelerin kapıları söküldü, hükümdarın tarafından olmayanlar mızraklarla öldürüldü. Nomera kaç kere kocasına bu vahşeti durdurması için yalvarsa da o söz dinlemedi. Aylar, yıllar geçti…
Tek bir tane ev kalmıştı gölün kenarında. Asırlar gibi geçmişti seneler, diğer ocaklar sönmüş ve bir tek ev kalmıştı. Pencere kenarlarına dışarıdan asılmış olan onlarca çeşit çiçek, onları ziyaret edip duran bal arıları ile küstü yıllardır, evin bacasındaki küller üstlerine yumuşacık yağan kar taneleri ile küstüler. Evin baktığı göldeki küçük taşları, sazlıkları, parlak yeşil uzun zaman önce terk etmişti. Fakat, bunların hiçbiri sebepsiz olmamıştı. Nomera ve Borti’nin yaşadığı ev, sırlarını, gördüklerini birilerine anlatmak için yıllardır bekliyordu.
Herpa ve Domeri, çocuklarıyla mutlu mesut yaşıyordular yıllardır. Fakat içlerinde bir yerlerde, sebepsizce kaçmalarından ötürü bir pişmanlık, bir acı yumru vardı. Bir gün bu yumrunun verdiği acı çekilemez hale geldi; bir sal yaptılar, yanlarına biraz ağaç kökü aldılar ve çocuklarıyla beraber ayrıldılar gölün o tarafından.
Altı saatlik yolculuğun ve kalın dalları suyun içinde çevirmekten yorulmuş kolların heyecanlı bekleyişinin ardından, Herpa karanın göründüğünü söyledi. Üç kişilik aile yorgun kollarını sudan çektiler ve turkuaz bir gülümseme yerleştirdiler yüzlerine ki turkuaz çabaların karşılık vermesinin rengiydi.
Yarım saat daha ilerlediler fakat sonra Domeri’nin içine bir kuşku düştü. Baktıkları ve yol aldıkları kara, o masum köye uzaktan da olsa hiç benzemiyordu, üstünde tükenmiş bulutlar ağır ağır hareket ediyor ve evler, kulübeler, hatta gölün kıyısındaki devasa taşlar bile görünmüyordu. Haydi bakalım, dedi ve dalı çevirmeye devam etti.
Karaya vardılar sonunda. Onları karşılayan hava buram buram kırmızı kokuyordu, tek bir ev kalmıştı ki o ev de Nomera’nın eviydi. Hükümdar daha ölmemişti, köyün yakınındaki tepeye bir şato yaptırmıştı ve orada yaşıyordu. Her tarafta mızraklar, üzerindeki kan kurumuş olan gömlekler ve… Dağılmış saman balyaları vardı. Bu manzarayı görünce Herpa ve Domeri birbirlerine baktılar, yüzlerindeki ifadeyi anlatabilecek bir renk yoktu. Çocukları ise anne babasının bu kadar övdükleri köyün nasıl bu olabileceğini düşünüyordu, sonra annesi yere çöktü, ucunda kan olan bir tavuk tüyünü eline aldı ve göğsüne bastırarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Herpa çöküp ona sarıldı, elinden başka bir şey gelmiyordu. Çocuk da sokuldu yanlarına ne olduğunu bilmeden.
Derken, evin kapısı açıldı ve içeriden saçları ağarmış bir adam çıktı. Elinde bir kâse korin vardı, yabancıları görmüş ve ihtiyaçları olabileceğini düşünmüştü. Gözlerini kısarak göl kenarında birbirlerine sarılan insanlara baktı, sonra kıstığı gözlerini kocaman açtı ve Nomera’nın ismini haykırdı. Herpa, Domeri ve çocuk o tarafa baktılar kuşkuyla. Derhal oraya koşan ihtiyar kadın, bir süre yabancıların kim olduğunu çıkarmaya çalıştı; sonra Domeri’ye koştu. Domeri annesini tanımıştı, Herpa da babasına bakıyordu. İkisi de derhal birbirlerine koştular. Fakat Nomera ve Borti… Çocuklarına dokunamadan durdular. Sırtlarını yarıp kalplerinden çıkan mızraklar, onları yere devirdi. Gözleri büyüdü, sonra küçüldüler, anlamsızlaştılar. İkisi de kanlar içerisine yerdeydi. Çocuk, Herpa ve Domeri tarifsiz bir şaşkınlık, korku ve üzüntü içerisindeydiler ve mızrakları fırlatan adama baktılar. Onun da gözlerinden yere kırık notalarla dolu fakat kırmızı bir duygu senfonisi akıyordu, ancak pişman olması bir şey değiştirmiyordu. Domeri babasını tanıdı, ona o kadar aşağılayıcı, o kadar onu zavallı olarak gördüğünü belli eden bir bakış attı ki, adam yerin dibine inen merdiven arar hale düştü. Ağlayarak toprağa çöktü, her şeyi anlamak için doğru bir zaman değildi. Bunun farkındaydı adam, topraktaki mızraklardan birini aldı, kalbinin üzerinde gezdirirken onu bir şeyler mırıldanıyordu. Ardından Domeri ve Herpa’ya döndü ve şunları dedi: “Beni bundan sonra affedemezsiniz ve ben bu şekilde yaşayamam.” Mızrak kalbini delerken içinde birikmiş tüm kırmızılık dışarı fışkırdı.
Nomera ve Borti’nin mezarları yan yanaydı. Hükümdarınki ise uzakta.
Güneş batıyordu gölün üzerinde. Ay yine ışığını vurdu dalgalara.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.