- 1632 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SOLHAN'DAKİ İLK ÇOCUK EYLEMİ
SOLHAN’DAKİ İLK ÇOCUK EYLEMİ
1967 yılıydı; YİBO’ya uyum sağlamada ilk yıllara göre oldukça büyük gelişme kat etmiş, yeni mekânımıza iyiden iyiye alışmıştık. Kimi zaman devlete ait, kimi zaman da müdüre ya da öğretmenlere aitmiş gibi görmeye alıştığımız okulu, artık kendi öz malımız gibi görmeye başlamıştık. Aslına bakılırsa biraz ölçüyü kaçırdığımız bile söylenebilir. Kendimizi ev sahibi, müdür ve onca öğretmeni misafir gibi görme cüretini bile gösterebiliyorduk artık. Eeee! “Dağdan gelip bağdakini kovmak” tabiri boşuna söylenmemiş.
Aslında pek de haksız sayılmazdık. Orayı evimiz gibi görmemiz için pek çok sebep vardı. Bir kere; makinelerin henüz kullanılamadığı bir dönemde okulun her tarafını kazma kürekle eşmiş, elemiş ve düzeltmiştik. Engebeler, sayemizde düzlük hale gelmişti. Kazma ve küreklerimizin değmediği yerleri de ayaklarımızla çiğneye çiğneye düzeltmiştik. Boş bulduğumuz her tarafa minicik ellerimizle çam fidanlarını dikmiş, korumak amacıyla etraflarını özene bezene çitlemiştik; sonra da yemekhaneden kaçırdığımız alüminyum sürahilerle taşıdığımız sularla onları her gün sulayarak büyütmeyi başarmıştık. Bugün her biri koca bir ağaç olan o küçücük fidanlar, bizim sevgimizle beslenmiş ve büyümüştü.
İşte bu ahval ve şeraitte okulda iyi gitmeyen her konuda kendimizi söz sahibi görür olmuştuk. Okulun son sınıf öğrencileri olarak kendimizi, bizden küçük bütün alt sınıflardaki çocuklara karşı sorumlu hissediyor, onların haklarını da koruma yetkisine haiz görüyorduk.
Kazan kaldırmak için adeta bahane arıyorduk. Yemeklerden şikayet etmekle mi başlasak diye düşünürken farklı bir sorunla karşı karşıya bulmuştuk kendimizi. Kış mevsimi dondurucu soğuklarıyla kâbus gibi gelip üstümüze çökmüştü. Okulun kaloriferleri, merkezi ısıtma sistemine göre döşenmişti. Böyle sistemlerde yalıtım ne kadar mükemmel olursa olsun uzak noktalardaki yapılar iyi ısınmaz. Yatakhane binalarımız, merkezi ısıtmanın en ücra binalarıydı. Bu sebeple de uyumak amacıyla gittiğimiz orada yeterince ısınamıyor üşüyorduk. Üşümemizin sebepleri arasında yatakhanelerde yorgan yerine battaniye kullanılması, pencere doğramalarının kötü olması, kalorifer sisteminin yetersizliği gibi bir dizi neden varken, biz tek nedene takılıp kalmıştık. Belki komik olacak, ama eylemimize sebep olarak bulduğumuz o ilginç bahanemiz; bizlere henüz pijama verilmemiş olmasıydı. İdareciler gecikmişlerdi o yıl nedense. İhalede bir sorun mu olmuştu, yoksa mümessil firma teslim etmede mi gecikmişti bilmiyorum, ama yatakhanelerde baldırı çıplak dolaşıyor, yataklara öylece giriyorduk.
Okuldaki tüm çocukların bu problemini çözme işini kendimize görev kabul etmiş ve çözüm için fikir jimnastiği yapmaya başlamıştık. Önce sınıf öğretmenimize konuyu iletmeyi çözüm için yararlı olarak mütalaa etmiş, ancak müdürün öğretmeni dinlemeyeceğine kanaat getirerek bu yoldan vazgeçmiştik. İkinci bir çözüm yolu: oluşturacağımız bir grubun okul müdürüne giderek konuyu aktarmasıydı. Yok … yok … bu yol da geçerli çözüm yolumuz olamazdı. Yeni ve daha etkili bir yol bulmalıydık, ama nasıl?
Bir yol bulup kendimizi alt sınıflara ispatlamak ve onlara ağabeyliğin nasıl bir şey olduğunu göstermeliydik. Biz kafa kafaya vermiş ne yapmamız gerektiği konusunda çözüm ararken, içimizden birisi veya birileri eylem yapmamız gerektiğinden bahsetmişti. Ne duymuş ne de görmüştük eylem dedikleri şeyi. Sonra aklı erenler anlatmışlardı. Büyük şehirlerdeki öğrenci eylemlerini şöyle kıyısından kenarından bir şeyler duymuş bir iki öğrencinin fikriydi bu. Hemen cezp etmişti bizi. Ancak eylem denilen o bilinmeyen şeyin ne olduğunu herkes merak ediyordu. Konu hakkında soru soran sorana. Nasıl yapacağız bunu? Bizi okuldan atarlar mı? Dayak yer miyiz? Sorular .. sorular .. sorular .. Cevaplar anında veriliyordu yalan.. yanlış..
Sonunda üstünde ittifak ettiğimiz eylem şeklini bulmuştuk. Çok da ayrıntıya girmeden neyi nasıl yapacağımızı aramızda konuştuktan sonra eylemi başlatacağımız anı beklemeye başlamıştık. Yapacağımız iş kolay olmasına kolaydı, ama sonuçları hakkında endişelerimizin olmadığını söyleyemem.
Her sabah okulun bütün öğrencileri önce okul idare binasının önünde toplanıyor, andımızı hep bir ağızdan gür şekilde söyledikten sonra tıpkı bir askeri disiplin içinde sınıflarımıza gidiyorduk. Yine aynı şeyleri yaptığımız o gün bizim için özel bir gündü, bir hak arama günüydü. Heyecanlıydık, yüreğimiz kıpır kıpırdı. Eylemimizin nasıl ses getireceğini, bu eylemden sonra okuldaki havamızın nasıl olduğunu düşünürken bir taraftan da alabileceğimiz cezadan dolayı endişeliydik.
Okul önündeki sabah töreni bitmiş, sınıflar sıra ile yürüyüş kolunda sınıflara doğru yönelmişlerdi. Bütün sınıflar meydandan ayrılmış, nihayet sıra bize gelmişti. İdare binasından bizim sınıfın bulunduğu bloğa giden pergolalı yoldan uygun adımlarla yürürken ayaklarımızı o gün bir başka şekilde vuruyor, kollarımızı omuz hizasına kadar sallıyorduk. Yerlere sertçe vurduğumuz ayaklarımızın sesi hemen dikkat çekmiş ve gözler bize yönelmişti. Aynı anda hep bir ağızdan “pi-ja-ma, pi- ja-ma” diye bağırmaya başlamıştık. Sesimiz pergolaların de yardımıyla etrafı çınlatıyordu.
Çatık kaşlı, sert mizaçlı Okul Müdürümüz Nemci Bey, duyduklarına, gördüklerine inanamamıştı. Hemen karşı hamleye geçmişti. Bizim sesimizi bastıracak seviyede yüksek sesle komutunu vermişti: “5-A dur.” Müdürün komutuna uymuştuk. Ne de olsa sesimizi duyurmuş eylemimizi başarı ile gerçekleştirmiştik. Şimdi sıra karşı tarafın hamlesini görmeye gelmişti. Adeta burnundan solan Müdür, koşar adımlarla bulunduğumuz alana yaklaşırken bir yandan da komut vermeye devam ediyordu: “Geriye dön, Sağa dön, Sola dön”. Son komutu ise acımasızdı: “İstikamet tel örgü, koşar adım marş marş.” Var gücümüzle o bir metre kalınlığındaki karları yara yara, sekiz yüz metre mesafede bulunan tel örgüye kadar koşmuş, sonra aynı hızla tekrar geri dönmüştük. Ayaklarımızda lastik ayakkabılar, içinde de yırtık ince çoraplar olunca cezanın en ağırını doğal olarak ayaklar çekmişti. Bir metre kalınlığındaki karda koşmanın getirdiği eziyet bir yana, okulun tüm öğrencilerinin bizi pencerelerden izlemesi bir başka şekilde ezmişti bizi. Karizmamız fena halde çizilmişti.
Dondurucu soğukta çarptırıldığımız yorucu ve zor ceza koşusundan sonra aynı yerde tekrar sıraya geçmiş, yeni cezamızı beklemeye başlamıştık. Ancak sınıfa gitme komutunu aldığımızda, cezanın devamının orada olacağını anlamış ve sınıftaki yerimizi almıştık. Müdür az sonra yine tepemizdeydi. Sınıfta önce bir güzel sıra dayağına çekmişti bizi. Sonra tehditler … tehditler… Bize yemek vermemeleri konusunda öğretmenlere talimat veriyor, bu defa da bize dönerek bu yıl hepimizin sınıfta kalacağını söylüyor, sonra hızını alamıyor bu kez de bizi okuldan atmaktan söz ediyordu. Nihayet sinirleri yatışan müdür, tehditlerine son vermiş, nasihat vermeye başlamıştı.
Yaptığımız bu küçük eylem, belki de Solhan’daki ilk çocuk eylemiydi. Günümüzdeki eylemler gibi yakan yıkan türden olmayan, daha barışçıl, daha masumane istekler için gerçekleştirdiğimiz bir eylemdi bizimkisi. Bana göre sonuç almıştık. İlginç eylemimizden sonra konu idare tarafından daha sıkı şekilde takip edilmiş ve bir hafta sonra pijamalarımız dağıtılmıştı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.