- 1153 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HİLAL VE DOLUNAY
“Bırak Artık Peşimi…”
Latekmenden Büyüklere Masallar
Toplanmışlar bir odaya. Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar. Oldukça kalabalık. Annem de var içlerinde. Mezarından çıkıp gelmiş. Babamı da görüyorum, o da çıkıp gelmiş. Az aşağıdaki ahır avlusunda sığırlarla uğraşıyor. Ev de onların köydeki evi zaten… Çatısı akmamış, eşyalar ıslanmamış, kıyıları köşeleri örümcek ağları sarmamış. Kırk yıldır ayakta, hala yıkılmamış.
Ben de oradayım. İçerde değil ama avluda. Karım, kızım, oğlum da orada. Bizim küçük büyümüş de askere gidecekmiş. Onun için pilav yapmışlar, piliç eti haşlamışlar, şehir pastanesinden burma tatlısı almışlar. Kuran okutacaklarmış…
Birçok kişi gelmiş bekliyor ama hala tek tük gelenler var. Karımla biz onları karşılıyoruz; “hoş geldiniz, buyurun.” diyoruz.
Geç kalmış iki kişi daha geliyor. Yamaç dar yoldan çıkıp avluya giriyorlar. Biri genç, diğeri yaşlı iki kadın bunlar. Biri modern giyimli, diğeri kara çarşaflı. Genç olanın kucağında çocuk var, yaşlı olanın eli bastonlu. Tanıyorum onları.Tanıyoruz. Ama görüşmeyeli galiba çok olmuş.
Heyecanlanıyorum birden. Mideme amansız bir sancı saplanıyor. İçim sıkışıyor. Canım boğazıma doğru yürüyüp ağzımdan çıkak istiyor.
Başımı usulca çevirip yanımdaki eşime bakıyorum. O sakin. Yüz ifadesinde değişen bir şey yok. Duymamış, bilmiyor demek ki.
“Hoş geldiniz hoş geldiniz. Buyurun buyurun.”
Genç kadınla göz göze geliyoruz. Ne desem acaba? Çenem kenetlenmiş. Dizlerim de titriyor. Sadece dizler değil her yerim. Zangır zangır. Gözlerinden kaçıp kucağındaki çocuğa bakıyorum.
“Kırk uçurmaya mı geldiniz?”
Bir şey söylemiş olayım. O mesele. Gene göz göze geliyoruz. Konuşmuyor hiç. Öyle bakıp sadece gülümsüyor. Ama saçları kirli gibi… Taramamış bile. Dudakları kurumuş. Çatlak patlak. Kurumuş cildi pul pul. Yüzü çirkinleşmiş. Hem de biraz yaşlanmış sanki...
Kızı olacak gebe kadının yüzü çirkinleşir, erkek doğuracaksa güzelleşirmiş. Bizim eskiler öyle derlerdi. Oysa bir oğlu olmuştu bunun. Hem doğumdan sonra eski haline dönmez mi insan? Bunca zaman olmuş.
“Kaç aylık oldu?
Gene konuşmuyor. Gözleri gözlerimde. Sağ elinin parmaklarını gösteriyor.
“Üç mü?”
Gülümsüyor...
Yanındaki çarşaflı kadın annesiymiş. Bu arada bizim hanımla birlikte yürüyüp gitmişler. O zaman rahatlıyorum. Baş başa kalmışız. İkimiz. Kucağındaki çocuğa bakıyorum. Esmer yüzlü, kara kaşlı, kara saçlı. Gözlerinin rengini seçemiyorum.
Kime benziyor acaba?
Annesine desem, değil. Babasına hiç değil.
“Kime benziyor?”
Hep gülümsüyor.
“Sana benzememiş.” diyorum. “Babasına da benzemiyor.”
O zaman konuşuyor:
“İyi bak!”
“Baktım.”
“Gözlerine bak. Kaşına, alnına, burnuna…”
Bakıyorum.
Boynunu az büküp kaş altından bakıyor. Kinaye var bunda. Ben de kaşlarımı az çatarak bakıyorum.
“Yapma Hilal!" diyorum "Ne dediğini biliyor musun sen?”
“Yapma ya! Ama yaptım bile…”
Biz hiç öpüştük mü seninle? Öpüşmüşüz. Gözleri öyle diyor. Hiç seviştik mi ikimiz? Sevişmişiz. Gözleri öyle diyor. Ama ne zaman? Nerede? Rüyalarda mı? Rüyada gebe kalınır mı?
Çocuğa bakıyorum yeniden. Boyuna kıpırdanıyor, kucağından sıyrılıp yere inmek istiyor. Annesi sol eliyle kavramış, salmıyor.
“Bırak bakalım.” diyorum. Usulca çömelip bırakıyor. Çocuk yere bastığı gibi yürümeye başlıyor. Biraz şaşırıyorum. Üç aylık çocuk yürür mü? Üç parmağını gösterirken üç yaşında mı demişti acaba? O kadar da değil ki!
Ben de çöküp çömeliyorum karşısına. O zaman başını yere eğiyor. Eğik başından öne dökülen saçları yüzünü örtüyor.
Sessiz sessiz ağlıyor mu acaba?
İçim sıkılıyor, daralıyorum…
En büyük zaaf korku! Lakin İnsanoğlu korkularıyla yaşarmış. Korkularıyla aldanır, korkularıyla kandırılır, yola yordama korkularıyla sokulurmuş. Astını örnek al, üstüne bakma! Fakirle kıyaslan, zengini ölçü alma! Açgözlü olma, var olanla yetin. Şükretmesini bil. İsyan etme, itaatkar ol. Günah işleme!
Günahtan korkarsın. Çünkü günahkarlar ölünce cehenneme gidecek demişler sana. Orada cayır cayır
yanacaklar. Cennete gitmek istiyorsan burada cehennemi yaşa ve çokça azap çek.
Kim demiş bunları?
Kim söylemiş?
Tanrı mı?
Öyledir diyenler cehennem azabı dedikleri şeyden niye korkmuyorlar peki? Ölünce cennete gitmek için bu fani yerdeki cehennemi neden yaşamıyorlar? Azıcık da olsa neden azap çekmiyorlar? Buradaki cennet de ötedeki cennet de onların. Çünkü onlar korkuları yenmiş. Korkmuyorlar Hilal, korkmuyorlar. Kadının adı hilalmiş. Ne haramdan, ne günahtan, ne şundan, ne bundan… Onlar korkuttuklarının sırtına binip geçiyorlar boz bulanık suları, kıldan ince sıratları…
Çökünce yakın yakına olmuşuz. Başım başına değiyor, ellerim bedenine. Usulca uzanıp elinden tutuyorum. Başını kaldırıyor usulca. Yüzüne dökülen saçlarını açıyorum. Gözleri yaşlı değil. Saçları keçe değil, ipek gibi. Cildi pul pul değil, yumuşacık. Elleri soğuk değil, sıcacık.
“Hadi!” diyorum aniden. “Kalk! Biz de yenelim şu korkuları. Hani o yasak elma…”
Menekşe gözleri şaşkın bakıyor yüzüme. “Hadi hadi!” diyorum. Isrardır bu. Israr baskı mıdır insanoğlu için? Olsun. Öteleri işaret ediyorum. Yasak bölgedeki o gizli yerleri…
“Olmaz.” diyor “Delirdin mi? Güpegündüz! Her yer insan doluyken… Hepsi de ısım akraba, tanıdık. Görürlerse tefe koymazlar mı bizi?”
“Haydi Hilal haydi! Vakit şimdi. Değil mi? Şimdi değilse ne zaman? Yıllar akıp gitmedi mi su misali? Hangisini getirebiliriz geriye? Bundan sonra kaç günlük ömrü olduğunu kim bilebilir? Şimdi şimdi. Hem kimseler de yok. Hele bir bakın çevrene. Hepsi bir odanın içinde onların… Sıra sıra Kuran okuyacaklar. Huşu içinde dualar edecekler. Yalvarıp yakaracak, dileyip dilenecekler…”
Birlikte kalkıyoruz. O evin güney yanından yürüyor, ben kuzeyden. Doğuda buluşacağız…
Korkusuzluk buymuş galiba! Cahil cesareti dedikleri de bu olmalı. Akıllı insan korkmaz mı? Akıl baştan gitmişse o başka. Aslında bu korkusuzluk dedikleri şey basbayağı akılsızlık gibi bir şey olmalı…
Yasak elma kan kırmızısıymış. Yakut gibi parlarmış. Bakan gözünü alamazmış. Eti bal gibi tatlıymış, tadı damağında kalırmış. Suyu sarhoş etmeyen şarap gibiymiş, içenin aklını başından alırmış.
İlk önce kim görmüştü onu? Etini kim dişlemiş, suyundan kim içmiş? Havva mı, Adem mi? Kim kimi kandırmıştı? Havva mı Adem’i, Adem mi Havayı? Peki, ilkini kandıran iblise ne demeli? Hepsinden öte hem insanı hem de şeytanı yaratan tanrıya ne demeli?
Cennet bahçeleri helal meyvelerle doluyken tek bir ağacın meyvesi neden haram edilmiş? Sınav içinmiş. Hani insana nefis denilen bir şey verilmiş ya onun testi içinmiş. Ama o nefis denilen şey şeytanda eksik edilmiş. O özgür. Ona her şey serbest ama insan için sınırlar çizilmiş. Bu adil bir şey mi? Hem insan hem de şeytan, suç işlediler diye cennetten kovulunca her ikisi de aynı yere gönderilmiş. Aynı dünya düzüne… Durum böyle iken haklı rekabet ne mümkün!
Evin sağı, solu, önü, arkası hep bahçe. Bahçe çok büyük. Her yer meyve ağaçlarıyla dolu. Renk renk, boy boy meyvelerin hepside ballı ve sulu… Sivri kulaklı taze labadalar, yonca yapraklı yeşil otlar, yere inmiş ak bulutlar gibi top top gevenler, çeşit çeşit çiçekler; dünyada değil sanki cennetten bir bahçe…
Güneş parlıyor. Gün olabildiğince aydınlık... Bakınıyorum, ikimiz için gizli saklı bir yer arıyorum. Gölge bir yere gitsek ama oralar da karanlık değil. Görünürde Hilal de yok. Nerede acaba?
Evin arkasında büyük bir bina var. Daha önceden bilmiyorum onu. Tamamen ahşaptan ve çok eski. Bir nevi yıkıntı… Rengini kaybetmiş duvar tahtalarının aralıklarından öbür tarafı görünüyor. Biri var orada. Boyuna eğilip kalkıyor. Sanki elinde bir çapa var da toprak yeri kazıyor. Hilal olmalı.
Evle ahşap bina arasındaki dar yerden geçip oraya gidiyorum. “Bırak şimdi çapayı!” Elinden tutuyorum, ahşap binanın tahta kapısını açıp çekiyorum. İçerisi kocaman. Hangar gibi ve tam bir harabe… Hem de her yerden ışık sızıyor, saklanacak bir karış karanlık yer yok.
“Burada olmaz.” diyor.
Gölgeler aydınlık, avlu kuytuları aydınlık, burası aydınlık. Yukarı ötelere gidelim. O koca kayanın dibine.
“Olmaz, görürler.”
“Kimse göremez. O evde kimse yaşamıyor ki!”
“Orada olmaz!”
“Ak çiçekli gevenler içine gireriz.”
“Olmaz!”
Olmaz olmaz...
Açık camlardan çıkan sesler bize kadar geliyor. Renk renk kadın sesleri bunlar. Kuran başlamış olmalı. Azıcık da bizim için dua etseler. Şunları da muratlarına erdir ya tanrım deseler…
Bütün kadınlar içeride huşu ile kuran okuyorlar ama bir de bakıyorum ki annem az ötemde. Çökmüş yere çiçek saksılarına toprak dolduruyor. Hem de çapası, küreği yok; bütün bunları elleriyle, avuçlarıyla yapıyor. Ellerinde eldiven de yok.
“Sen ne yapıyorsun orada? Herkes içeride huşu içindeyken çiçek ekecek zamanı mı buldun? Günler çuvala mı girdi? Yoksa beni mi takip ediyorsun? Düş artık yakamdan anne! Nefesini çek ensemden…”
Yazları gün gidip akşam gelirken kır işlerini bitirmiş boy boy kızlar koluna testiyi takıp su almak için çeşmeye gelirlerdi. Biz de o vakit çeşme meydanına çıkan yolda volta atardık. Fırsat buldukça kızlara göz kırpardık, ayna çakardık, laf atardık. Gençlik işte. On beş yaşındayken sigaraya da başlamıştım büyük olmuş biri gibi. Cennette elma, burada da sigara yasak! İçki de yasak. Hem de günah. Anneme ispiyon etmişler. Oğlun hem tütün, hem de şarap içiyor demişler. Özelimi ifşa etmişler. Annem kayıtsız kalır mı buna. Düşmüştü peşime. Çeşmeden su alınca kestirme yamaç yoldan değil de bu dolambaçlı yoldan giderdi eve. Yanımızdan geçerken elimde tüten sigaram varsa avucuma saklardım. O da bakardı yan gözle. “Hım” der gibi kaşlarını çatar, yüzünü asardı…
“Çocuk muyum anne? Büyüdüm artık, yaşım gelmiş elliye…” Başını yerden kaldırmıyor. Hiçte konuşmuyor. Küs mü acaba! Ya da beni duymuyor mu? Konuşuyor da ben mi onu duymuyorum?
Ölü bedensiz ruhlar ara sıra gelirlermiş yaşadıkları yerlere. Onlar görürler, duyarlarmış ama yaşayan bedenlerce görünmez, duyulmazlarmış. Oysa ben görüyorum. Az ötemde, gözlerimin önünde.
“Kendine gel Dolunay!”
Benim adım da Dolunay’mış.
“Saçını sana süpürge etmiş çok yıllık karın, boyundan büyük çocukların var; aklını başına topla! Kırkından sonra azanı teneşir paklar…”
Duyamadığım bir sesle bana böyle mi diyor acaba? Aklını başına topla, azma!
Ben azmadım ki! Azan kim anne? Biz korkularımızı yendik sadece. Yenmek istedik. Tabu denilen şeyleri yıkmak istedik. İçi fare dolu gemileri yakmak istedik. Hepsi bu. Yaşanacak kaç dünya var ha? İki mi?
Sen burada korkularınla yaşamadın mı hep? Bırak Allah’ı, babamdan bile korktun be! Yaratan yarattıklarını niye korkutsun anne? İnsan hayat arkadaşından niye korksun? Ha, dediler tabii sana; önce Allah’a itaat et, sonra kocana. İkisine de asla ihanet etme! Ama kocana dememişler; önce yaratanına itaat et, sonra karına. Adalet mi bu anne? Biz ölmedik daha, bilemeyiz bunu. Sen ölüp gittin. Gittin gördün. Hakikaten de öyle mi? Her şey dedikleri gibi mi?
Sorduğum şeye bak! Daha kıyamet kopmadı, mahşer kurulmadı, kimseden hesap sorulmadı ki!
Bakıyorum, Hilal yok. Ne eli elimde, ne gözü gözümde! Ne sesi var, ne nefesi. Ne de yürek yakan gülümseyişi. Biz annemle cebelleşirken gitmiş. Oysa o saklı yere gidecektik. Girecektik ak çiçekli gevenlik içine orada murada erecektik.
Belki de temelli gitmemiştir. Bir bulut arkasına girip gizlenmiştir. Şimdilik. Belli mi olur; bir gün yine çıkagelir…
Hadi sen de git artık. Babam sığır avlusunu temizledi. Bok sidik yok. Poyraz kesen dayamayı yeni saplarla örtüp tamir etti. Üşümek yok. Çitleri gürgen dallarıyla örüp iyice yükseltti. Kurtlar gelip sığırlara zarar veremez. Unutma anne, onu da al. Babamı da. İkiniz birlikte gidin. Gene gelirsiniz, ne olacak ki! İki dünya arası iki karış. Bir nefeslik mesafe. O kadarcık değil mi?
Tevfik Tekmen Nisan/2017/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.