- 513 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SOLHAN YİBO'DAKİ DEMİR YÜREK- ZAZA MAHO
SOLHAN YİBO’DAKİ DEMİR YÜREK - ZAZA MAHO
Hiç tasvip etmediğim o kör olası okul kavgalarının hikâyesini allandıra ballandıra yazmak üzere elime kalem alacağımı söyleselerdi: “olmaz böyle şey” deyip kovardım söyleyenleri; öfkelenir hiddete kapılırdım. Ancak kavgalar, yatılı okullardaki hayatın gerçeğidir. Dışarıdakiler için gizemli ne varsa onu didikleyip gün yüzüne çıkarma gibi bir iddiayla ortaya çıktığıma göre, kavgaları es geçemeyeceğim. Aksi halde sahnede oynanan temsili izlemeniz için perdeyi ardına kadar açmak yerine yalnızca aralamış olacağım ki, bu değil amacım. İşte bu anlayışımdan dolayı okuyucularımın beni mazur göreceğini ümit ediyorum.
Feodal yapının sonuçlarından birisi olan aşiret yapısının hüküm sürdüğü Solhan’ın köy ve mezralarından gelen çocukların bu yapıyı da beraberlerinde getirmeleri doğaldı, öyle de olmuştu. Her aşiretin çocukları dirsek teması yapıyor, birbirlerini dışarıya karşı koruyorlardı. Daha büyük çocuklara sahip aşiretler, okulda hâkimiyet kurma konusunda daha avantajlıydı. Böyle çağdışı anlayışların bir eğitim yuvasında hüküm sürmeye devam etmesinin en büyük nedeni; bu yapıya yabancı olan idareci ve öğretmenlerin, olup bitenlerden rahatsızlık duymayacak kadar bilgisiz bir o kadar da ilgisiz olmalarıydı.
Okulun açıldığı ilk dönemlerde iki çocuk arasında meydana gelen küçük bir kavga, hemen grupların karşı karşıya gelmeleriyle sonuçlanıyordu. Aşiretlerin kendi aralarında yaptıkları o anlamsız kavgaların, çatışmaların okuldaki uzantılarından başka bir şey değildi bu kavgalar. İtiraf etmeliyim ki, benim mensup olduğum Solhan Aşireti kavgalarda en zayıf kalan aşiretlerden birisiydi. Aşiretimizin okuldaki kavgalarda yenik duruma düşmesinin nedeni; kavgada bizi üstün kılacak Fevzi Kone dışında yaşı büyük çocuklardan yoksun olmamızdı. Küçük yaşta annesini kaybetmiş yetim Kone ise, büyük yaşına rağmen kavgalarda hasımlarına üstünlük sağlayamayacak kadar zayıf ve cılızdı.
Fakat okuldaki ikinci ve üçüncü yılımızdaki dönemden itibaren dengeler değişmeye başlamıştı. Artık arkadaşlık ilişkilerimizi genişletmiş, aşiretimize mensup olan çocukların dışında olanlarla da ahbap olmaya başlamıştık. Ezeli düşman olarak gördüğümüz aşiretlere mensup birilerinin de iyi arkadaşımız olması için yeteri kadar neden vardı. Artık farklı aşiretlere mensup köylerden gelen çocuklar, aynı sınıfın sıralarına oturuyor, aynı koğuşta yatıyor, aynı masaya oturarak önlerine konan karavanadaki yemeği paylaşıyorlardı. Bu zorunlu iletişimin doğal sonucu; eski arkadaşlık gruplarının zayıflaması, bunun yerine yeni arkadaşlık gruplarının oluşmasıydı. Aşiret bağları, tamamen kaybolmamakla birlikte her geçen yıl daha da zayıflıyordu. Sırf aşiret çelişkisi, kavga için yeterli bir neden olmuyordu artık.
Değişen şartların yarattığı bu yeni ortamda başka bir güç okuldaki kavgaları kontrol etmeye başlamıştı. Şeyhlerin okula gelen çocuklarının oluşturduğu bir otoriteydi o güç. Okuldaki çocukların bazıları onlara “şeyhim” diye hitap ediyorlardı. Kendilerini aşiretler üstü olarak gördükleri için aşiretler arasındaki çatışmalara katılmak ya da taraf olmak işlerine gelmemişti. Gerçek hayatta yöredeki tüm aşiretlerin kendilerine itaat eğdikleri gibi okuldaki uzantıları olan çocukların da kendilerine itaat edeceklerini varsaymışlardı. Şeyh ailelerine mensup birkaç yaşı büyük çocuk; içinde serseri ruhlu ve kavgacı çocukların da yer aldığı güçlü bir grup kurarak işe başlamışlardı. Atacakları ikinci adım ise kavga için olmazsa olmaz olan hasım tarafı arayıp bulmaktı.
Çok geçmeden aradıkları rakibi bulmuşlardı çocuk şeyhlerle yandaşları. Kısaca Maho diye bilinen Mehmet Övün isimli bir çocuktu bu rakip. Siz bakmayın benim çocuk dediğime; aslında çocukluk yıllarını geride bırakmaya hazırlanmış, gençlik yıllarına adım atmak üzere olan birinden söz ediyorum. Genç İlçesinin Zikti Aşiretine mensup bu küçük adam; mangal gibi bir yüreğe, demir gibi yumruklara sahipti. Okulda birebir kendisine kafa tutacak kimse yoktu. Bu nedenle, onunla baş etmek için birlikte hareket etmeleri gerekiyordu hasımlarının.
Maho, haksızlığa başkaldıran, her daim zayıf ve mazlumun yanında yer alan delikanlı bir Anadolu çocuğuydu. Öyle kolay kolay pes etmezdi. İkide bir, kendisiyle güreşmesi için kafası çalışmayan, ancak bir aygır kadar güçlü olan bir çocuğu karşısına çıkarıyorlardı Maho’nun. İyi güreşmekten başka bir marifeti olmayan Ziya, şeyhlerin oyununa geliyor ve Maho’ya meydan okuyarak, onu ha bire güreşe davet ediyordu. Okuldaki çocukların çok büyük bir kısmı şeyhlerin dinsel otoritelerine boyun eğerek bu güreşlerde Ziya’yı destekliyorlardı.
Okulun bu iki güçlü delikanlısı uzun süren güreşlerinde genelde yenişemiyorlardı. Böyle durumlarda sinirlerine hakim olamayan Maho, mağlup olmasa da galip gelememiş olmayı gururuna yediremiyor ve güreşi hep kavga ile bitiriyordu. Ziya ise iyi güreşmesine rağmen kavgada oldukça zayıf kalıyor, bu nedenle de mümkün olduğunca Maho ile kavga etmekten kaçınıyordu. Sık sık güreş işinin ortaya atılmasında ciddi bir kasıt vardı. Şeyhler, işin sonunun kavga olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Böylece o kötü niyetlilere kavga için bahane doğmuş oluyordu. Maho ile başa baş güreşebilen Ziya, kavgada Maho ile baş edemiyor ve yeniliyordu. Ziya’yı korumak için kavgaya müdahil olmak: yazdıkları senaryonun sonuç kısmıydı. Arkalarından sürüklediği diğer çocuklarla birlikte Maho’ya karşı saldırıya geçiyorlardı.
Bütün şartların aleyhine olmasına rağmen, Maho tek başına koca grubu önüne katarak kovalamayı başarıyor, bu kavgaların çoğundan galip ayrılabiliyordu. Ona karşı bir varlık gösteremeyen çocuk şeyhler, diğer çocukların desteğini de alarak bu kez de Maho’yu taşlamaya başlıyorlardı. Maho, her şeye rağmen o kavganın liderlerinden bir veya ikisinin kafalarını yarıyor, gözlerini şişiriyordu her defasında.
Öğretmenler, tıpkı o meşhur Yeşilçam yapımı filmlerdeki “polisin her zaman iş işten geçtikten sonra olay yerine gelmesi” gibi hep kavga bitmek üzereyken haberdar oluyor ve müdahale ediyorlardı. Yaptıkları tek şey; taraflara birkaç tokat attıktan sonra biraz nasihat etmekti, hepsi o kadar…
Öğretmenlerin geciken müdahalelerinden söz etmek, bana sık sık şahit olduğum olaylardan birini hatırlattı. O her zaman şahit olduğumuz ateşli kavgalardan birine müdahale etmede bir kez daha geciken öğretmenler, tarafları toplayarak idare binasına götürmüşlerdi. Taraflardan birisi Maho, diğeri ise en az yirmi kişilik bir gruptu. Her zaman olduğu gibi şeyhlerin çocukları yine organizatör pozisyonundaydı. Bizler de meraktan olsa gerek, yakın bir mesafeden takip ediyorduk olup bitenleri. Kavganın nasıl başladığı ve nasıl geliştiği konusunda bir bilgim olmamıştı, ancak kavgacı grubun içindeki çocuklardan biri olan Mehmet Kurtuluş isimli çocuk, kavganın zevkine kendini öyle bir kaptırmış olacak ki, oradaki öğretmenlere çaktırmadan zafer kazanmış gibi raks etmiş, şarkı söylemiş, garip hareketler yapmıştı. “Oh be! Bu kez iyi dövdük Zikte’liyi” sözleriyle sürdürdüğü şımarıklığına oradaki herkes şahit olmuştu. Bu küstahlığı gören Maho’nun kızgınlığı bir kez daha tavan yapmış ve öğretmenlerden birinin elinde bulunan dikenli bir çalı parçasını kaparak, o şımarık hareketlerin sahibi olan Mehmet Kurtuluşun kafasına var gücüyle beş on kez vuruvermişti. Öğretmenler yeniden müdahale edip çalıyı geri alıncaya kadar olanlar olmuştu. Haddini bilmez Mehmet Kurtuluş’un kafasının birçok yerine batan dikenler, kanamaya neden olmuş ve soluğu okulun revirinde almıştı.
Öğretmenler ve idare, nedense okulda sıkça meydana gelen bu kavgaların sebeplerini hiçbir zaman araştırmamış ve yargılamamışlardı. Yaptıkları tek şey kavgayı sonlandırmak, sonra kavgaların taraflarını idare binasına götürüp müsebbiplerini bir güzel dövmekten ibaretti.
Okulun son iki yılında artık büyüyen ve olgunlaşan öğrenciler bu kötü alışkanlığa da son verdiler. Maho’yu okuldaki şeyhler bile sevmeye başladılar.
Maho ile birlikte devam eden serüvenimizin ortaokul ayağı için Tatvan’da buluşmuştuk bu kez. Artık hem hemşeri hem de dosttuk onunla. Yiğitlik, mertlik ve dostluk onun yaşam tarzı haline gelmişti. Hepimizden ziyadesiyle saygı görüyordu bu yiğit oğlan. Ders durumu çok parlak olmasa da öğretmenler tarafından ziyadesiyle kabul görebiliyordu. Üç yıllık ortaokul tahsilimiz boyunca çizgisini hiç değiştirmemişti. Ancak okuldaki disiplin ve sıkı denetim sebebiyle kavga gürültüye hiç rastlanılmadığından dolayı Maho’nun himaye ve korumasına ihtiyaç duymamıştık Tatvan’da. Ancak birimizin kılına dokunan olsa Maho’nun yanı başımızda biteceğine adımız gibi eminindik.
Tatvan’daki ortaokul dönemimizi kapatarak, öğretmen olabilmek için Mersin’deydik bu kez. Orada Maho’ya iş düşecek gibiydi. O okulda sağ sol gruplarından tutun da münferiden hareket eden serseri ruhlu gençlere kadar, kimi sorarsanız vardı. Maho, yine her zaman olduğu gibi mütevazı halinden hiçbir şey kaybetmeden kendi halinde takılıyor, umumiyetle de Solhan’lı ve Bingöl’lü gençlerle arkadaşlık ediyordu. Daha önceki yıllarda olduğu gibi dersleri yine pek parlak değildi.
Vurduğu yerden ses getirecek kadar güçlü, bir o kadar da cesur bu genç insan; oldukça terbiyeli, öğretmenleri ve arkadaşlarına karşı saygılı, hiç kimseyle didişmeyecek kadar uysal bir kişiliğe sahipti. Okulun müdavim kabadayıları okulda racon kesmeye devam ediyorlardı. Hilmi diye bir serseri çocuk bu grubun başında geliyordu.
Her zaman yaptığımız gibi yine bir gün öğlen vakti toplanmıştık yatakhanedeki koğuşumuzda. Pazar günüydü o gün. Koyu bir sohbete dalmışken, arkadaşımız Ekrem, büyük bir telaş ve heyecanla adımını koğuştan içeri atar atmaz yüksek ve kızgın bir sesle: “Daha duruyor musunuz … şeyine şey ettiklerim?” diyerek, geldiği hızla geri dönmüştü. Mesajı almıştık. Ekrem birinden dayak yemiş, yardıma çağırıyordu bizi. Hepimiz hemen ayaklanmıştık, fakat Maho’nun oradan çıkışını görmek lazım! Aramızdan fişek gibi fırlayıp Erkemin koğuşuna doğru koşmuştu o. Ben de bütün gücümle koşarak kapıdan içeri girme girişiminde bulunduysam da nafile. Koğuş gürültüyü duyan meraklılarla dolmuştu. Yanlarına yaklaşmak ne mümkün! Neler olduğunu anlamak için ayaklarımın üstüne yükselerek tepelerinden baktığımda; biraz önce kendisini dövmüş Hilmi Serserisinden öcünü almak üzere elindeki sopayla ona vurmaya çalışan Ekrem’i görebilmiştim. Görebildiğim bir başka şey de; o esnada ranzanın üstünde yatağını düzelmekle meşgul olan Hilmi’nin, elinde sopa olan Erkemin üstüne atladığı ve onu, elindeki sopayla beraber battaniyeye sararak ekarte ettiğiydi. Bu söylediklerim birkaç saniye gibi kısa bir süre içinde olmuştu. Ekrem altta, Hilmi üstte olacak şekilde boğuşma devam ederken Maho’nun oraya nasıl ulaştığını aklım almıyor. Hilmi’nin beline sarılı bir zinciri vardı. Okuldaki pek çok kişi o zincirle dayak yemişti Hilmi’den. Maho, battaniyeyi aralayarak Ekrem’in elindeki sopayı almıştı. Sonrası malum. Elinde sopa olan Maho’nun eli, hızla gidip gelen bir makine kolu gibi çalışıyordu artık. Bir saniye içinde onlarca darbe vuruyordu Hilmi’ye. Sersemletinceye kadar onu dövmeye devam eden Maho, görevini tamamladığına kanaat getirince onu bırakmıştı.
Bu kavgada Hilmi, o kadar çaresiz kalmıştı ki, elindeki zincirini bile kullanmaya fırsat bulamamış ve Maho’ya teslim olmuştu. Koridorun dışarıya açılan kapısını görecek şekilde koğuşun birine oturmuş Hilmi’yi gözlüyordu Maho. Amacı dışarı çıkıp kendisini şikâyete gitmesini engellemekti. Ama Hilmi, koridorun diğer tarafındaki pencere camını kırıp dışarı çıkmış ve Maho’yu şikayet etmeye muvaffak olmuştu. Az sonra idareye çağrılan Maho’nun yanında gururla yer almış ve şahitlik yapmıştık hepimiz.
Maho, o şikayetten yırtmıştı. Okuldaki herkes gibi idare de şaşkındı. Nihayet Hilmi’nin haddini bildiren birinin çıkmasındandı şaşkınlıkları. Az mı çektirmişti idareye ve öğrencilere o serseri? İdareciler, belli etmeseler de bu dayak olayından dolayı adeta mutlu olmuşlardı. Dersini almış Hilmi’nin artık kimseye ilişmeyeceğini düşünüyorlardı.
Maho’yu kısa süre içinde okuldaki herkes tanımıştı. Kendi aralarındaki konuşmalarında onu, okulun yeni kabadayısı olarak ilan etmişlerdi bile. Gördükleri yerde birbirlerine gösteriyorlar, kısık sesle:
-“Aha işte.. Hilmi’yi döven çocuk bu, helal olsun! ” diye konuşuyorlardı. Onu henüz tanımayan herkes, koca okulu canından bezdirmiş o katır yapılı adamı mat eden kişinin de onun gibi iri cüsseli biri olabileceğini bekliyorken, orta boy, mütevazı hal ve hareketleri olan birini karşılarında görünce şaşkınlıkları bir kat daha artıyordu. Fakat Maho, kabadayılığı asla kendine yakıştırmayacak birisiydi. Onunla yıllarını paylaşan dost ve arkadaşları olarak bu durumunu en iyi bilen bizlerdik. Durup durduğu yerde hiç kimseye çatmazdı Maho. Ancak, en küçük bir haksızlık gördüğü an yerinde duramıyor ve anında müdahil oluyordu. Okulun en mütevazı öğrencisiydi. Onun bu durumu kabadayılıkla anlatmak mümkün değildi. Bunun çok daha ötesinde bir şeydi. Haksızlıkların defi, mazlum ve zayıfların kollanması anlamındaydı yaptığı şey.
Öğrencilik hayatında sergilediği her türlü takdire şayan olan o mert ve cesur dik duruşunu, öğretmenlik ve idarecilik hayatında da sürdürüp sürdürmediğini takip edemedim. O, şimdi Bingöl’de yaşamını sürdüren emekli bir öğretmendir. Ayrı ve ırak diyarlarda da olsak, ona duyduğum saygım ve hayranlığım hiç azalmadı. Arkadaşları ve dostları için gözünü kırpmadan ölüme bile gidecek kadar vefalı ve dost canlısı olan Mahoya bir kere daha selam olsun.
Solhan YİBO’daki onca kavgaların hiç birisine iştirak etmemiş, hatta kalben Maho’dan yana olmuş birisi de olsam; ona yapılan haksızlıklara karşı bir duruş gösterememiş olmaktan dolayı içimde hep bir mahcubiyet duymuşumdur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.