- 734 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
GEŞT VE ELB
GEŞT VE ELB
Yerleri yurtları olmayan vatansız insanlar için resmi otoriteler, haymatloslar diyerek işin içinden çıkabiliyorlar. Sanıyorum, onların o basit tanımlanması bizimkilere dar gelir, o dar tanımlamanın içine sığdıramayız onları. Esmer vatandaşlarımızdan söz ediyorum. Pek çoğunun cebinde kendilerini tanıtacak bir kimlik belgesi bile bulunmaz. Onların bulunmazları içine daha pek çok şey sığdırılabilir: okuma yok, yazma yok, ev bark yok, hatta soyadları bile yoktur onların. Şu köy senin, bu köy benim deyip dolaşırlar bütün yıl.
Dünyanın dört bir yanını kendilerine mesken etmeyi başarabilmiş bu renkli insanların doğa harikası yöremiz ile sıcak insanını unutmaları düşünülebilir mi? Baharın ilk işaretleriyle birlikte öbek öbek konuşlandırırlardı obalarını Solhan’ın köylerine, yaylalarına. Sırtlarında yarı çıplak güneş yanığı bebeler, ellerinde elb dedikleri ahşaptan üretilmiş kaplarla ha bire geşt toplarlardı. Yine anlaşılmaz bir kelime kullandım. Okuyucularımın “geşt de nedir” dediğinizi duyar gibiyim. Zazaların yaşadığı Solhan yöresinde çingeneye aşık; topladıkları erzaka geşt; bunu koydukları kaba da elb denirdi. Yabancı gelen kelimeler kullanmaktaki ısrarım bu yüzdendir.
Geşt, her çingene için dokunulmaz bir haktır adeta. Onlara göre; yüce yaradan kendilerine geşt verme konusunda kullarını talimatlandırmış, tıpkı zekat gibi, fitre gibi. Hepsi bu kadar olsa, iyi. Onlara göre Geşt; zekat, fitre, sadakadan daha önemli bir yükümlülüktür kullar için. Zekat ve fitreyi vermemekle Yüce Allah’ın huzuruna ödenmemiş bir borçla gider orada sorgulanırsınız. Bilirsiniz ki, onun rahmeti büyüktür, o affedicidir. Ancak geşt’de durum öyle mi? Bir vermeyedurun da görün halinizi. Yedi düvele reklam olursunuz Alimallah! Hemen oracıkta maruz kalacağınız hakaretler bir yana, gittikleri her köyde ailenize, kabilenize, aşiretinize söver dururlar. Komşu köyden duyarsınız bütün bu hakaretleri. Kimse yakıştırmaz size bütün bu olanları. “Aşıkın (çingenenin) geşti verilmez mi” diye kınarlar sizi.
Bu yüzden esmerlerin şerrinden herkes korkar, çekinirdi yöremizde. Bu şirretlerin şerrine maruz kalmamak için istenen her şey anında verilirdi. Yağ, peynir, bulgur, un vs. vs…
On iki, on üç yaşını geçen her genç kızı evli ve ayrı aile olarak tanıtmak alışılagelmiş numaralarındandı. Bazen bir ailenin en az üç kızının anne ile birlikte geşte çıktığı olurdu. Bu yalanlarını örtbas etmek için yeminlerin bini bir paraydı. Eee! bu kadar yeminden sonra gel de inanma! Hemen hemen her zaman hileli oyunları sonuç verir, bir aile birden fazla geşt alarak muzaffer bir edayla obasına dönerdi.
Onlar yöremizin mahir zanaatkârlarıydı. Yöre kadınlarımızın ununu elediği eleklerin tamamı onların usta ellerinin eserleriydi. Ayakkabı tamiratından tutunuz da diş kaplama işine kadar bir dizi hizmet sunarlardı kondukları köylerin insanlarına. Hele hele Zılo ile Cumo diye bilinen ikilinin davul zurna çalarak düğün eğlence kültürüne yaptıkları katkıları nasıl unutabiliriz. Yöre insanının zurnayı “şeytan sesi” sayan bir hurafeyi yaşatarak bu güzide enstrümanı eğlence hayatından silip attıkları dönemde onların ortalığı şenlendirmeleri takdire şayandı.
Kullandıkları lisan, gramer özelliklerine bakıldığında bize ait gibi görünse de argo ağırlıklı kullanımıyla bize oldukça yabancıydı. Wesila ismiyle bilinen diğerlerine göre daha esmer, şişman ve şirret bir çingene kadınının hal ve hareketleri hala hayalimde havsalimdedir. Ne çirkefti o! Her kim geşt vermede yeterince cömert olamazsa, vay haline! Kapıda ellerini apışının üstüne vurarak “geşt’imi yiyen bunumu yesin” diye söze başlardı. Bu ilginç restin muhatapları, onun her isteğini imkanları ölçüsünde yerine getirmeye özen gösterir, aksini yapmayı akıllarından bile geçiremezlerdi.
Kötü yaşam koşulları kaderleriydi onların. Yaz aylarının kavurucu sıcaklarında bir köyden diğer köye süregiden göçler, bitip tükenmeyen yaya yürüyüşleri zorunlu kılardı. Kervanlarındaki birkaç hayvan yük taşır, yüklerin üstünde de birer çocuk oturtulurdu. Ancak o kervanın en fedakâr üyeleri yine ailenin kadın bireyleriydi her zaman olduğu gibi. Kervandaki erkeklerin aksine kadınlar, sırtlarında birer bebecikle yürümek zorundaydı. Bazen de hem karnında hem sırtında. Böyleydi Çingenelerin çekilmez hayatları. Bu kadar zorlu geçen yolculukların sonunda rahatlatan bir duş imkanı olsa bari diye düşünmeden edemiyor insan. Fakat ne gezer. Haftada bir kez dahi bir tas su görmezdi zavallıların üstleri başları.
Olması gerektiği kadar yıkanamadıkları için mübalağa olmasın elli metreden iğrenç kokuları duyulurdu. Geldikleri her evden en az on gün kokularının çıkmayacağına kalıbımı basarım. Konutun bir an önce terk edilmesi için istenen geşt çok hızlı servis edilirdi. Aksi halde duvarlara, tabana sinen o iğrenç ve keskin kokunun evi barkı terk etme süresi de uzardı.
Çevrede olup bitenden bihaber köylü kadınları ne yapsın? Haberin, havadisin her türlüsü onlarda. Başta telefon olmak üzere kitle iletişim araçlarının henüz hiç olmadığı o yörede her türlü haberi getiren yegâne vasıtalardı onlar. Bu nedenle evine zorunlu olarak misafir ettikleri o kısa süre içinde sorularını hızlı hızlı sorarlardı meraklı ev sahibeleri. Birinin cevabı bitmeden ikincisini sıralarlardı. “Komşu köydeki Salih Ağanın kızı evlendirildi mi, Mehmet Efendinin hanımı hastaydı, iyileşti mi?” gibi soruların cevabı, esmer kadınların yüksek sesleriyle ortalığı inletip durdurdu. İstenmeyen bu misafirleri biraz oyalasalar bir türlü, apar topar gönderseler başka türlü. Malûm ya; hem ağır kokularına razı gelemiyorlar, hem de istihbaratı sekteye vurmak istemiyorlardı. Çaresizlikleri bundandı köylü kadınlarının. Yapılacak tek şey kalıyordu onlar için: bilahare Çingene çadırlarına konuk olmak. Ancak, öyle durumlarda da işleri pek kolay sayılmıyordu. Hijyenden yoksun ikramı kabul etmeleri halinde sorun yoktu, başka hiçbir şekilde ulaşamayacakları kadar havadis ve dedikodu onlarındı artık.
Köylerin hemen yanı başında bir yere geçici olarak konuşlanır, yanlarında yük taşımak amacıyla getirdikleri beygir ve merkepleri çevredeki bağ bahçeye telafisi imkânsız zararlar verir, ancak kimse gıkını çıkaramazdı. “Çingene ile Çingene olunmaz” derdi bizim mülayim insanımız. Karakaşlı, kara gözlü kirli çocukların yaptıklarını ne siz sorun ne de ben anlatayım. Kondukları yerlere zarar verseler de herkes onları sever, gelişlerinden mutluluk duyardı. Gelişleriyle ortalığı şenlendirir, renklendirirlerdi.
Hiç unutmam; bizim kuşak, henüz çocukluk dönemini yaşarken, yörede güzelliği dillere destan Şenay isimli bir Çingene kızı dolaşırdı onlarla. Ona hiç kimse Çingeneliği yakıştıramıyordu. Ay yüzlü Şenay, işveli, şakacı ve rahat bir kızdı.
Diğerlerinin aksine oldukça beyaz tenli, üstü başı tertemizdi. Görenler, onun çingeneler tarafından kaçırılmış bir kız olabileceği fikrine kapılıyorlardı. Köylerdeki gençlerin çok büyük kısmı Şenay’ı görmeye can atıyor, onunla konuşmak, şakalaşmak için kur yapıp duruyorlardı.
Ona ilgi duyanlar arasına biz çocuklar da katılıyorduk. Çırıkebakan Mezrasından T isimli bir çocuğun Şenay’a aşık olduğunu bilmeyen yoktu. T evde sevilerek, pohpohlanarak büyütülmüş olmasından dolayı duygularını sesli şekilde ifade edebilen şımarık bir çocuktu. Bu nedenle, herkesin duyabileceği şekilde Şenay’a “seni alacağım” demekte bir beis görmüyordu. Şenay’ın Çingene kabilesi gezdiği her yede şaka yollu da olsa gururla dillendiriyorlardı T’nin Şenay’a olan ilanı aşk fermanını. Biz diğer çocuklar da tıpkı köyün gençleri gibi bu güzel Çingene kızına içimizde sır gibi sakladığımız ilgimizi ne kendisine ne de başkalarına sezdirme cesaretini gösteremiyorduk. Galiba bunun tek istisnasıydı T. Yapabildiğimiz tek şey, köye her gelişinde gözümüzü ondan alamamaktan ibaretti.
Böyleydi bir zamanların Anadolu sakinlerinin Çingene, bizim ise aşık dediğimiz esmer insanları. Onları sevmez ve benimsemesek de onlar, köylerimizin renkleri ve ayaklı postalarıydı. Onlar, kitle iletişim araçlarının henüz girmediği o ücra Anadolu köylerine haber ve dedikodu taşıma hizmetini başarı ile yapıyorlardı. Geçimliklerini temin etmekten başka bir derdi olmayan bu saf ve renkli insanlarımızın küçük bir kısmı, devlet desteği olmadan kendi imkanlarıyla yerleşik düzene geçmişlerse de büyük kısmının derdi ve çilesi devam etmektedir. Çağımızda gelişen insan hakları anlayışının bir gereği olarak; Çingenelerimizin yerleşik düzene geçirilmesi için yönetimler üzerinde kamuoyu baskısının oluşturulması önemlidir. Öyle ise ne duruyoruz; haydi harekete geçmenin tam zamanıdır şimdi…
YORUMLAR
Her ırkın diğer ırklara örnek olacak, dolayısıyla saygı duyulacak bir özelliği vardır...
Çingenelerinki de herhalde karılarını, kızlarını kokarca gibi salmaları olsa gerek...
Irklarını böyle korumaları yani...:)))
Ha, bir de müzisyenlikleri yetenekli olmalarından değil, bu özelliklerini kültürlerinin başat, rutin ögesi olarak sürdürmelerinden...
[Birine kırk defa deli dersen deli olur, misali...]
İlginçtir, yazı beni "Bunlardan şair çıkmaz" şeklinde de düşündürdü...
Çünkü şairliğin özünde yurtseverlik de vardır; yurt ise şairin 'dert pınarı'dır...
"Geştimi yiyen bunumu yesin!" diyen, yurtsuzluğa adanmış birinin de dert sahibi olmakla uzaktan yakından bir ilgisi bulunabilir mi?...:)))
Güzel bir anlatımdı...
Saygılarımla.
Ömer Adar
Romanların yerleşik hayata geçmeleri ile yaşadıkları çevre arasında bağ olduğunu düşünüyorum.Mesela Trakyadaki Romanlar genelde yerleşiktir ve çalışarak hayatlarını devam ettirirler.Süpürgecilik,boyacılık,hamallık ve çalgıcılık gibi...Ortaokulda epey sınıf arkadaşımız da vardı:İşleri simit satmak idi.
Edirne,Kırklareli,L.Burgaz,Çorlu ve İstanbul'dakiler bildiğim çevredir.
Yine de ihmalden kurtulmalarını beklemek ve istemek insani bir haslettir demeliyim.İyi günler dileğimle.
Ömer Adar
Burada Abdullah beye katılıyorum. İzmir'de polislerin bile yıllardır girmeye çekindiği onlara özel bir mahalleri var. Tenekeli mahalle diyoruz halk arasında. Tepecik civarıdır. Genelde herkes bilir. Benim çocukluğumdan beri o mahalle vardır. Ancak onlar yerleşik düzenden ziyade alışkanlıklarını ve yaşam tarzını değiştirmezlerse hiç bir faydası yok. Çok eğlenceli ve çok tehlikeliler aynı zamanda. Yinede ben seviyorum onları. Sempatik buluyorum.
Sevgilerimle..
sami biberoğulları
Den(iz)
Ömer Adar
Omer bey,
sizin gest dediginize, yazinizdan anladigim kadariyla, haracta denebilir. Bizim memlekete de gelirler(di) ama harac toplamazlardi, hayir isterlerdi. isteyen verir istemeyen vermezdi.
Yerlesme-mek onlarin kendi tercihi cunku dunyanin her tarafinda cingenler var ve hepisinin ortak ozelligi mesken tutma-maktir. Cok sasiracaksiniz, Kuzey bati Avrupa'da bile (mesela Irlanda) cingeneler vardir, hem de sap sari insanlar. Kimilerine roma denir, kimilerine baska baska isimler.
Mesken tutmak isteyenlere kimse engel olmuyor, soyle ki bizim vilayete yani Karaman'a 60' li yillarca gelip yerlesmiler. Koca mahalle cingenlere aittir. Diger vatandaslar gibi hayatlarini devam ettiriyorlar.
selamlar,
abdullah
Ömer Adar
Değerli kalem dostu.
Oldukça güzel bir yazıydı. Ellerinize sağlık. Beni alıp yaklaşık 55 sene önceye götürdünüz. Bizim Kağızman'da poşa dediğimiz insanlara yani...Ama ben onları bu kadar net hatırlamıyordum. Yazınızla birlikte en azından o zamanlar 12 yaşında olan abimin sapasaplam dişine sarı kaplama yaptıklarını hatırlıyorum. O diş düşene kadar abime bu yüzden altın diş derlerdi.
Çingeneler evet pek yıkanmazlar, şirretlikleri de vardır ama keşke yazıda bu ifadeleri biraz daha yumuşatarak kullansaydınız.
Selam ve saygılar.