- 619 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SOLHAN YİBO'DAKİ PERİŞAN HALİMİZ
SOLHAN YİBO’DAKİ PERİŞAN HALİMİZ
Yatılı okullardaki yaşam gizemlidir çoğumuz için. Yaşayan bilir. Öyleyse ben de sizler için yaşayan birinden nakledeyim bir yatılı okul hikâyesini. Bunun için işim çok kolay olacak. Lakin uzaklarda aramam gerekmiyor bu görev için birini. Ömrünün koca on bir yılını oralarda geçirmiş biri olarak bendeniz ne güne duruyorum ki? Yani sizler için oradaki yokluklarla geçen perişan hayatımın küçük bir kesitini aralamış olacağım. Üstelik kırk küsur yıl öncesinin yatılı okuluna götüreceğim sizi bu anımda.
1964 Yılının bir kış akşamı ayak basmıştım yeni açılmış böyle bir okula. Şimdi kısaca YİBO diyorlar oraya, ama biz o yıllarda hakkını vererek söylüyorduk adını: Solhan Yatılı Bölge Okulu. Amerikan tarzı dedikleri bir projeye göre inşa edilmişti Solhan YİBO. Bir düzen ve ahenk içinde yan yana, arka arkaya dizilmiş pek çok binadan müteşekkildi okulumuz. Dersliklerin bulunduğu binalar, yatakhane blokları, revir, idare binası, lojmanlar.. say.. say.. bitmez.
Oldukça geniş olan yerleşkedeki binalar; üstü pergolalarla örtülen parke taşlarla kaplanmış yollarla birleştirilmişti. Alanın tümü ışıl ışıl aydınlatılmıştı. Kampus merkezine kurulmuş dev bir jeneratörle üretilen elektrik enerjisinin ihtiyaç fazlası şehir merkezine veriliyordu.
Solhan’ın şehir merkezindeki çatılı binaların bir elin parmakları kadar olduğu bir dönemde, tanıtmaya çalıştığım bu modern okulda verilen hizmetlerin mükemmel ve kusursuz, içindeki yaşamın da görkemli ve rahat olduğu aklına gelir insanın. Ancak ne yazık ki, bazen gerçekler düşündüğümüzden çok daha farklı olabiliyor, tıpkı Solhan YİBO’daki durum gibi. Yani anlayacağınız, o modern okuldaki mimari harikası bina ve yapılara ters düşen bir hizmet anlayışı hüküm sürmekteydi.
Analarımız babalarımız, “Eti sizin, kemiği bizim” diyerek bizi okula teslim etmiş sonra da arkalarına bakmadan uzaklaşıp gitmişlerdi. Bu garip uygulamanın kurbanları olan bizler, artık bir avuç deneyimsiz öğretmenlerin insafına terk edilmiştik. Yörenin eğitimsiz ve fakir halkı “büyüklerimiz her şeyin en iyisini bilir” anlayışının en bariz temsilcileriydi. Başka seçenekleri de yoktu zaten. Ayrıca onlar, maruz kaldığımız kötü muameleyi yargılama yeterliliğine sahip değillerdi, ne görgüleriyle, ne de maddi varlıklarıyla. Birkaçı dışında çocukların okula gidebildiği köy yoktu Solhan İlçesinde. Çaresizliklerinden dolayı körpe yavrularını annelerinden ayırarak bu okula vermişlerdi. Bu nedenle, okul idaresinin öğrenci ya da veli memnuniyetini sağlama gibi bir derdi hiçbir zaman olmamıştı.
Oraya adım attığımız ilk gün, giysilerimiz üzerimizden çıkarılıp depoya rastgele atılmıştı. Sonra herkese aynı renk olan tek tip elbiseler giydirilmişti. Dikkat ve itinadan söz etmek ne mümkün! Kimisinin üstüne giydirilenler birkaç beden büyük, kimisinin de küçük olmuştu. Ceketlerin kolları uzun veya kısa, pantolonların paçaları ya yeri süpürüyor ya da diz kapağının hemen altında. Garip duruyorduk o tek tip giysiler içinde. Değiş tokuş yaparak herkesin üstüne uygun beden elbise bulunması çok mu zordu? Galiba okul idaremiz ile emrindeki sevgili öğretmenlerimiz, bu zahmete değer bulamamışlardı bizi.
Okuldaki bir hizmetlinin eline tutuşturulan el makinesiyle saçlarımızın sıfır numaraya vurulmasına ne denmeli? Acemi ve özensiz ellerle gerçekleşen saç tıraşları bizi garip kılıklara büründürüyordu. Öyle bir özensizlik ki, kafalarda yer yer saç kümeleri kalmış, ala bereli kelleler sırıtır olmuştu gövdemizin üstünde. Enselerin halini ne siz sorun ne ben anlatayım. Düşünsenize üstünde onlara ait değilmiş gibi görünen eski ve yırtık giysiler içinde, eli yüzü yara bereli, başıkabak, itilmiş kakılmış bir sürü çocuk bir arada. Buydu o dönemin meşhur yatılı okulların genel görünümü.
Henüz okullu olmamızın üstünden bir yıl bile geçmemişken, kellik hastalığı kasık kavurmuştu çocukların kafalarını. Bulaşıcı olan bu hastalığın önüne geçebilmek için bütün öğrencilerin kafalarını, erkek kız ayrımı yapmaksızın kazıtmak, düşünülen ilk tedbir olmuştu. Aman Allahım! Kafası usturaya vurulmuş yüzlerce kız çocuğun kel kel ortalıkta gezindiğini düşünebiliyor musunuz? O güne dek uzun saçlarını ayna karşısında özenle taramış kız çocukların psikolojisini varın siz düşünün. Sarı kahve renge çalan o ilacın kafalarımızda yarattığı kötü görüntü de işin cabası. Aylarca sürmüştü o kıran hastalık.
Hastalıklardan söz açılınca ibretlik bir uygulamayı anlatmak geldi aklıma. Okulun küçük bir reviri vardı. Görevlisi kim dersiniz? Hizmetli kadrosunda çalışan bir görevli! Askerde o görevi yapmış mıydı? Sanmıyorum. Başı ağrıyanlara hangi ilaçların, karnı ağrıyanlara hangi ilaçların verileceğine ilişkin bir liste tutuşturulmuştu hizmetli olan görevlinin eline. Doktora, muayeneye, reçeteye gerek duyulmayan bu çarpık sağlık hizmetinde sonrası kolaydı artık.
Dört yıl süre ile kaldığım o okulda bir kerecik olsun doktor yüzü görmemiştim, hiç kimsenin göremediği gibi. Kanlı ishale tutulanları mı dersiniz, bronşit, sarılık, boğmaca mı? Her türlü hastalık kol geziyordu okulda. Yöneticiler, her türlü olumsuzluğu normal görmeye alışmıştı adeta, öğrenci velileri ise ilgisizdi. Bırakın velilerin hesap sormasını; mahcubiyet ve utangaçlıklarını yenemiyor; öğretmen veya müdür ile konuşmaya bile cesaret edemiyorlardı. Seyrek aralıklarla okula gelebilen kimi öğrenci velileri, eksiklerin farkında bile değillerdi. Onlar, eksik olarak addedilebilecek o hizmetlerin hiç birisini o güne dek çocuklarına zaten verememişlerdi. Bu yüzdendi ilgisizlikleri; anlayacağınız, bir nevi cehalet ve görmemişlikten doğan bir ilgisizlikle karşı karşıyaydık.
Okulun son sınıfında olduğum yıl, yedi yaşına henüz basmış küçük kardeşim Ayhan, yöredeki her çocuğun tek umudu olan okulumuzun birinci sınıfına kaydedilmişti. Bir gün, kardeşim ile ilgili bir konuyu görüşmek için nöbetçi öğretmenin beni yatakhanede beklediğini söylemişlerdi sınıf arkadaşlarım. Askeri bir emri çağrıştıran bu emrin gereğine uyarak, koşar adımla yatakhane yolunu tutmuştum. Yatakhaneye doğru hızla yol alırken, bir taraftan da çağrılmamın nedenini merak ediyordum. Biraz da endişeliydim. O dönem küçük çocukların bir kısmı bir birlerinin küçük eşya ve bozuk paraları çalıyorlardı. Bazen, nispeten büyük çocukların karıştığı suçlar, kendini savunmaktan aciz küçük sabilerin üzerine atılıyor, hiç yoktan suçlanabiliyorlardı. Böyle bir ihtimali düşünüp endişeleniyordum. Ne de olsa o, daha küçük bir çocuktu. Fakat yatakhane koğuşuna ilk adımımı atar atmaz gördüklerime inanamamıştım. Üstünde iç çamaşırla ayakta bekletilen gözü yaşlı kardeşim Ayhan, üşümüş, korkmuş ve titriyordu. Karşısındaki iskemlede ayak ayaküstüne atarak oturmuş nöbetçi öğretmen, bu durumdan hiç rahatsızlık duymadan beni bekliyordu. Beni karşısında gören öğretmen: “kardeşin ishal olmuş, ortalığı berbat etmiş, seni temizleyesin diye çağırdım. Hem üstü başını hem de kirlettiği yerleri hemen temizle” demez mi?
Emir vermekle yetinen öğretmen, üstünde hiçbir sorumluluk hissetmeyip oradan ayrılıp gitmişti. Kardeşimin durumu içler acısıydı. Kanlı ishal olmuş, rengi sap sarıya dönmüştü. Öğretmen duruma muttali olunca, onu temizlemek sonra da revire göndermek için görevli çağırmak yerine onu bir güzel dövmüştü. Önce kendisini tuvalete götürüp üstünü başını soğuk su ile yıkamaya çalışmış, ancak her çocuğa yalnızca bir adet çamaşır verildiği için üstünü değiştirememiştim. Sonra elimde süpürge ve kova alarak yerleri, koridoru elimden geldiğince temizlemeye çalışmıştım. Çocuk ise bir kenarda titreyip duruyordu. Temizliğin bittiği hususunda haberdar etmemi müteakiben olay yerine tekrar gelen vicdandan yoksun nöbetçi öğretmen, yaptıklarımı yeterli gördükten sonra “peki gidebilirsiniz” diyerek sıvışıp gitmişti oradan. Çocuğun tedavisi için ise hiçbir girişimde bulunmamıştı. Revire götürdüğüm kardeşime, esas görevi hizmetli olan zat, karın ağrısı için listesinde yazılı olan ilaçlardan birini gelişigüzel şekilde vermekle yetinmişti.
Hasta olan küçük kardeşim için yapabileceğim hiçbir şey yoktu o yıllarda. Telefon yoktu köyümüzde. Olsa da okuldan köyü aramamıza zaten izin verilmezdi. Yaptığım tek şey, her teneffüste onun sınıfına koşup durumuna bakmaktan ibaretti. Hafta sonu babamın gelmesi halinde söyleyebilecektim kardeşimin durumunu. Çoğu zaman Solhan İlçe merkezinde bile doktor bulunmadığı o yıllarda babamın da yapabileceği bir şey yoktu. Anlatılanlar yalnız bu olaya münhasır bir durum değildi. Okuldaki genel manzara bu ahvaldeydi ne yazık ki.
Dengeli ve düzenli beslenme çocuğun zihinsel, bedensel ve bağışıklık sisteminin gelişiminde son derece önemlidir. Diyetisyen ve beslenme uzmanları, bir çocuğun her gün, protein karbonhidrat ve yağ alması gerektiğini üstüne basa basa haykırıyorlar. Yine aynı uzmanlara göre; çocuklar, içinde et, sebze ve meyve grubu, süt-yoğurt grubu ve tahıl oluşan bir tabağı üç ana öğün ve iki ara öğünde tükettiği sürece sağlıklı beslenirler.
İçinde yüzlerce gelişme çağında olan çocuğu barındıran bir yatılı okulda beslenme sorunun önem sıralamasında liste başı olması doğaldır. Üstelik bu okula gelen körpe çocukların çok çocuklu, yoksul ailelere mensup olmaları nedeniyle iyi beslenme imkânı bulamadan böyle bir okula gelmiş olmalarına bakılırsa, işin önemi bir kat daha artmaktaydı. YİBO’ya gelen yüzlerce çocuğun okul öncesinde dengeli beslenmesi bir yana, çoğunun karnı doymadan sofradan kalkmak zorunda kaldıklarını bilmek için kâhin olmak gerekmez.
Bu okula verilmiş çocukların birçoğunun mensup olduğu aileler; sayıları beş ile on arasında değişen çocuğa sahip kalabalık ailelerdi. Anadolu’muzun bu fakir yöresindeki her evinde bir düzine boy boy çocuk, yarı aç ve çıplak şekilde yaşam mücadelesi veriyordu. Hal böyle olunca, bu yatılı okula gelen çocukların büyük bir çoğunluğu, yeterli miktarda ekmek ve aş bulamadığı gibi sevgi ve ilgiye de muhtaçtı. Çocukluğunu yaşayamamış bu çocukların hiç birisinin eline okula başladığı o güne kadar bir kerecik olsun oynayabileceği bir oyuncak verilememişti.
Her yönüyle olumsuz şartlara maruz kalmış çocuklara ev sahipliğine soyunmuş bir okun idaresi ve öğretmenlerinden, ailelerin bıraktığı boşluğu doldurmak adına ekstra işler yapmaları beklenir. Ancak bırakın ekstra performans göstermelerini, sergiledikleri ilgisizlik ve iş bilmezlik had safhaya varmış, eğitim hizmetinin yanında rehabilitasyon verilmesi gereken yüzlerce çocuğun heba olup gitmesine sebebiyet veriliyordu o yatılı okulda.
Bize ev sahipliği yapan Solhan YİBO’da en önemli sorunumuz yemeklerin kötü ve yetersiz olmasıydı. Beş yüz kişilik okulun yemekleri büyük bir bakır kazanda pişiyordu. Bize yemek pişirecek belgeli bir aşçı hiçbir zaman olmamıştı o okulda. Diyetisyenlerin adı bile duyulmamıştı. Tıpkı okulun revirinde hizmetli görevlendirdikleri gibi mutfakta da yemek pişirsin diye görevlendirmişlerdi sıradan birini.
Yemek yapımında kullanılan malzemelerin tamamı daima bayat ve kurtluydu. Kırk yılın başında bir sabah kahvaltısında önümüze konan fi tarihinden kalma kurtlanmış kaşar peynirini mi söylesem yoksa hoşaf yapımında kullandıkları kurtlu kuru kayısı ve incirlerden mi söz etsem? Ucuz yağ, şehriye, bulgur veya mercimeklerle yapılan çorbalar soframızın müdavimiydi. Kötü ve bayat konserve ile yapılan türlü ile patates yemeği de unutmadıkları yemeklerdendi. Bazen de kurufasulye veya nohut yemeği oluyordu mönümüzde. Hamurlaşmış makarna veya pirinç pilavı ise yenecek gibi değildi. Üzerinde kurtların yüzdüğü hoşaflar meşhurdu. Bunların dışındaki yemeklerle hiç tanışmamıştık o okulda. Köyünde kıt da olsa tereyağıyla pişirilmiş yemeklere alışmış çocukların yiyebileceği türden yemekler değildi bunlar, ancak açlığa kaç gün dayanılabilinir ki? Çaresizlik sonucu o berbat yemekleri yemek zorunda kalıyorduk. Kimi zamanlar önümüze koydukları yemekler için “berbat” deyimi bile az geliyordu. Bazen aç kalma pahasına o berbat yemekleri yememek için direniyorduk. Bunu duyan okul idaresi boş durur mu hiç? ? Öğretmenler hemen devreye giriyor, masalara dağılıp başlıyorlardı mobbing uygulamaya. “Yemekler bitmeden yemekhaneden çıkmak yok” uyarısının naraları çınlatıyordu o koca yemekhane salonunu. Uygulanan baskı sonucu bu berbat yemekleri yiyormuş gibi yaparak çaktırmadan cebimizden çıkardığımız kağıt parçalarına sarıyor sonra tekrar cebimize koyuyorduk. “Bitirdik yemeğimizi öğretmenim” deyip oradan ayrılma iznini koparıyorduk. Sonra mı? Takip eden yemek saatine kadar açlığa mahkûm etmiş oluyorduk kendimizi.
Öğle yemeği olarak pişirilen yemeğin yarısı akşam yemeğinde verilmek üzere saklanıyordu. Yalnız bir farkla, öğlen saatlerinde üç çeşit olarak servis edilen yemek, akşamları iki çeşide düşürülüyordu. Her öğrenciye çeyrek ekmek veriliyordu her öğün. Yemekler iğrenç, ekmek doyurmakta yetersizdi. Bu sebeple, okuldaki hiçbir öğrencinin sofradan doyarak kalktığını hatırlamıyorum.
Çocukların gelişiminde meyvenin vazgeçilmez olma özelliğini kim yadsıyabilir ki? Yılda iki kez meyve ve çerez veriliyordu; yılbaşı eğlencesi ile yerli malı haftasıydı o günler.
Hastalanarak ölen hayvanların murdar etinin anlaşmalı kasap tarafından okula getirilerek bize yedirildiği hikâyesi imkânsız, bir o kadar da ilginç geliyor dışarıdakilere. Gerçekten yaşanmış mıydı böyle olaylar, yoksa çocukların hayalen uydurdukları bir iddia olmaktan mı ibaretti? Bu gün bile karar vermekte ciddi şekilde zorlanıyorum. Şurada burada ölmüş olan hayvan leşlerinin yüzülerek, etlerinin okula getirildiği dedikodusu almış başını gidiyordu o okulda. İnanmasak da “şuyuu vukuundan beterdir” diyelim ve başka bir yorum yapmayalım. Her ne kadar etin kesilme şartları hakkında bir fikir yürütme imkânına sahip değilsem de, o etlerin okula taşınarak getirilmesinin şartları tek kelime ile iğrençti. Bütün bir gövde halinde okula taşınarak getirilen etler, üstü başı pislik içinde olan bir vatandaşın muşamba ile örtülmüş sırtında, üstü açık şekilde, üstünde sinek ve böceklerle birlikte taşınıyordu. Soğutma tertibatlı araba içinde taşınması gerektiğini idareciler tarafından bilmediğinden adım gibi eminim.
Ülkeler ne kadar mazbut gümrük duvarları örerlerse örsünler, kaçak mallar bir yolunu bulup piyasalarında dolaşıma girdiğini biliyoruz. Yatılı okullarda da aynı vukuatları her daim görmek mümkündür. Tıpkı şehir merkezinin gidiş yollarına konan yasakların kimi gözü açık öğrenciler tarafından Solhan YİBO’da darmadağın edilmesi gibi. Daha o yaşlarda fırsatları kendi lehine çevirme becerisini gösterebilen on on iki yaşlarında cin gibi çocuklar vardı okulda. Şehir merkezinden kaçak yollarla getirdikleri limonlu şeker, bisküvi, lokum gibi şeyleri satmak için avazları çıktığı kadar “beş tanesi yirmi beş kuruş” naralarını patlatan çocuklar, okulun her köşesinde görülüyordu her daima. Cebimizde harçlık bulunduğunda satıcı çocuklardan bir şeyler alıp açlığımızı nefsimizi körleyebilmişsek ne ala. Ne yazık ki, çoğu zaman bunu yapmaktan mahrumduk. Mübalağa olmasın o okuldaki çocukların yüzde doksan dokuzunun düştüğü durum buydu. Kimisinin velisi yılda bir veya iki kez gelebiliyor okula. Seyrek ziyaretlerde çocuğa verilen birkaç kuruşluk harçlık kısa zamanda tükeniyor, sonra yine sefillere oynayan çocuklar görülüyordu okulun bahçesinde
Zaman ilerliyor; üzerimizde bize ait değilmiş gibi görünen, kimi zaman dar ve kısa, kimi zaman da bol ve uzun olan giysiler eskiyor ve yırtılıyordu. Çocuklar yerinde duramaz dolu dolu olan enerjilerini atmak isterler. Elbette ki koşacak, boğuşacak, oynayacaklardır. Hal böyle olunca da bir süre sonra dizler dirsekler açılıyor, elbisenin şurası burasındaki dikişler sökülüyordu. Yenisini vermek hiçbir zaman mümkün olamıyordu dönemin yatılı bölge okullarında. Ödenek bitmiş oluyor yeni sene bekleniyordu zorunlu olarak. Ha unutmadan söyleyeyim, bir de her öğrenciye ait bayramlık elbiseler vardı. Resmi bayramlarda çocuklara giydirilip kaymakam, komutan, belediye reisinin önünden geçiliyordu. Anlı şanlı protokolün önünden yırtık giysilerle geçecek değildik ya. Devletin onuruna yakışır mıydı hiç? Bayram töreninden sonra o elbiseler çıkarılıyor ve depoya kaldırılıyordu, bir sonraki bayramda tekrar giyilmek üzere.
Kış aylarında ısı hep sıfırın altında seyrediyordu Solhan’da. Merkezi ısıtma sistemiyle ısınan binalarda en sık rastladığımız sürpriz cam kırılmasıydı. Yatakhanelerde kırılan camlar bazen haftalarca yerine takılmaz ve koğuşlarda donmamak için sıra ile yatak çarşaflarımızı kırılan pencerenin çerçevelerine geçiriyor, ısı kaybını azaltmaya çalışıyorduk.
Tuvaletler her zaman berbattı. Geldikleri köylerde hiç tuvalet kullanmamış, ihtiyacını açık havada gidermeye alışmış çocuklardan doğru tuvalet kullanmayı nasıl beklediklerine hala şaşıyorum. Ben o okulda tuvalet kullanma eğitiminin verildiğini hiç hatırlamıyorum. Oysa öncelikle ihtiyaç duyulan eğitimdi orada. Maalesef tuvaletlerin içiyle beraber dışının da kirletildiği görülüyordu her girildiğinde. Günde bir kez kirlenen tuvaletleri temizlemek üzere gelen hizmetli görevi olan temizlik işini yaparken boğa sesini andıran gür sesiyle bağırıyor, çağırıyordu, hakaretin bini bir paraydı öyle durumlarda. Çocukları gruplandırarak uygulamalı eğitim vermek üzere tuvalete neden götürülmediklerini anlamak mümkün değil.
Okulun çok amaçlı olarak kullanılabilecek bir spor salonu vardı. Kimler yararlanmalıydı oradan? Tabi ki çocuklar. Ama varın bakın ki orada hep öğretmenler voleybol oynuyorlardı. Takımlarını tamamlamak için birkaç yaşı büyük çocukları oyunlarına dahil ediyorlardı o kadar. Buna rağmen okulda bir voleybol takımı oluşuyordu yine de. Aynı anda okulun tüm öğrencilerinin oturma düzeninde sığabileceği büyüklükte olan bu salonda bir gün olsun öğrencilere bir film seyrettirilmemişti. Üstelik o salonda sinema gösterme tertibatı olmasına rağmen. Çok da insafsızlık yapmış olmamak için beşinci sınıfta olduğum bir Pazar günü bir renkli film gösterme lütfunda bulunduklarını söylemeliyim. O gün bize izlettirilen film hayatımızda gördüğümüz ilk film olmuştu. Öncesinde veya sonrasında başka örnek olsaydı her halükarda hatırlardım.
Yalnız sportif alanlarda mıydı olumsuzluklar. Keşke evet diyebilseydim. Ancak okuldaki her şey; yaşı daha büyük, iri cüsseli çocuklara göre idi. Yetenekleri ne olursa olsun ufacık tefecik çocuklara hiç kimse yüz vermezdi. Onlar, her şeyde geri planda kalıyor, hiç bir sosyal aktiviteye iştirak ettirilmiyorlardı. Büyük çocuklar icracı, küçükler ise seyirci olurlardı hep. Öğretmenlerin tamamına yakını büyük çocuklarla muhatap oluyor, bando takımında onlar, müsamerelerde onlara görev veriliyor, törenlerde onlar şiir okuyor, onlar top oynuyor, onlar öğretmenden ilgi görüyor… hep onlar..onlar..
Ancak yaşı ve sınıfı büyük çocukların da karşılaştıkları problemler oluyordu doğal olarak. Onlar, yatakhanede, yemekhanede nöbetçi öğrenci gibi zor olan görevler üstleniyorlardı. Yaşları nispeten büyük de olsa oraların temizlenmesi zor ve meşakkatliydi bu çocuklar için. Ben de o okuldaki son iki yılımda defalarca nöbet tutup masa, döşeme temizliği yaparak yorgunluktan helak duruma düştüğümü söylemeliyim.
Yazdığım bu hikâyede oldukça karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Bundan zevk almadığım tabiidir. Ancak acı da olsa gerçekleri yazmak gibi bir zorunluluğumuz olduğunu düşünmekteyim. Bu kapkara tablo içinde dayaktan hiç söz etmediğim hususunun dikkatinizi celp ettiğinin farkındayım. Ancak o konuya girersem, yazmakta olduğum bu hikâye, olması gereken birkaç sayfalık ölçüsünü aşarak romana dönüşecek. Fakat sopanın o okulda öğretmenlerin mütemmim cüzü olduğunu söylesem yanlış bir ifade kullanmamış olurum. “O da ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Eskilerin kullandığı o meşhur söz; günümüz Türkçesinde” tamamlayıcı parça” diye tercüme edilebilir. Gerçekten de sınıfta, bahçede, yemekhane ve yatakhanede öğretmenlerin yanlarından asla eksik etmediği araçtı sopa. Kimi öğretmenlerimizin hiç yanından ayırmadıkları sopaların üzerine “hazret-i sopa” diye yazı yazdıklarını söylersem başka bir şey dememe hacet kalmaz sanırım. Ancak maruz kaldığım bir dayak olayına değinmeden bu sevimsiz konuyu kapatırsam içimde ukde kalır.
Hafta sonu tatiline rastlayan karlı bir kış günü, okul dışına çıkmak için idareden gerekli olan izini almadan Solhan Şehir merkezine taşınmış olan Arif Amcamızın evine grup halinde gitmiştik. Kaçaklar grubumuzda Arif Amcamın çocuklarıyla birlikte bütün Eskiköy çocukları vardı. Amacımız; biraz hasret gidermek, bir öğün de olsa karnımızı “zervet” denilen yöresel börekle doyurmaktı. Sıddıka Yengemin o böreği ne kadar güzel yaptığını bilmeyenimiz yoktu. O sebeple okuldan kaçarak cezaya çarptırılmayı göze almıştık. Davetsiz misafir olarak gittiğimiz o gün, Arif Amcamızın oğlu Eminin öğretmeni olan Bekir Beyi de davet ettiğini duyunca hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Attığı dayakla meşhur olan Bekir Öğretmen gözümüzü korkutuyordu. Onunla aynı sofraya oturmak da neymiş? Dünyada cesaret edemezdik. Biraz sonra olacakları düşündükçe saklanacak bir yer arayacak oluyorduk adeta. Bekir öğretmenin geliş saati yaklaşınca orta yerde kurulan sofrada bekleyen o peynirli, kavurmalı, soğanlı ve tereyağlı “zervet”, adeta göz kamaştırıyor, ağzımızı sulandırıyordu. Davetli öğretmenin söz verdiği halde davetine icabet etmemesi, Arif Amcamı üzmüşse de bizleri ziyadesiyle sevindirmişti. Aç kurtlar gibi hep birden önümüzdeki tereyağlı zervete saldırmış ortalığı silip süpürmüştük. Böreği ağzımızın tadıyla yediğimize göre dönüşe geçmemizin zamanı gelip çatmıştı. Okula doğru yürüyüş halindeyken dış kapıdan kimseye yakalanmadan içeri nasıl girebileceğimizin planlarını yapıyorduk. Ancak unuttuğumuz şey, o okulda herkesin herkes tarafından ispiyon edilebileceğiydi. Biz daha ufukta görülür görülmez şikâyetçi grup nöbetçi öğretmene haber ulaştırmıştı bile. Okulun dış kapısında bizi karşılayan Nöbetçi Öğretmen Rahime Hanım, grubumuzdan birisi olan Raşit’in üzerinde pijama olduğunu görünce kızgınlığı bir kat daha artmıştı. O gün soğuktan neredeyse donmuş ellerimize vurduğu sopa darbelerinin ne kadar ızdırap ve acı verdiğini anlatamam. Yediğim dayaktan sonra boş olan sınıfa gizlenerek en az bir saat süre ile ağlamıştım.
Kısaca yatılı bölge okullarına verilen çocukların yaşı biraz büyük olmalıydı o yıllarda. Bu sebeple pek çok veli, haklı olarak yedi yaşındaki çocuklarını vermiyordu okullara, dokuz on yaşına kadar bekletiyordu. Öyle ortamda küçük çocukların şansı hiç yoktu, o yaştaki bir çocuğun kendini kanıtlaması, yeteneklerin göstermesi ve geliştirmesi için şartlar uygun değildi. Okul idaresi ve öğretmenler de bu şartların oluşturulması için hiçbir gayret göstermiyorlardı. Mevcut sistem; öğretmen ve idarecilerin rahat etmelerine daha uygundu. Büyük çocuklara inisiyatif verip küçükleri onların himayelerine vermekten ibaretti uyguladıkları yol ve yöntem. Ancak pedagojik olarak çocuğun kendisine olan güveni tamamen yok ediyordu o yanlış ve kolaycı sistem. O okuldan mezun olan öğrenciler her yaşta birilerine bağımlı olarak yaşamaya alışıyor, özgür davranabilme, birey olma yetisini geliştiremiyor, var olanı da kaybediyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.