- 679 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YOKUŞLU VE DOLAMBAÇLI SOLHAN YİBO YOLU
YOKUŞLU VE DOLAMBAÇLI SOLHAN YİBO YOLU
Okul öncesi yıllarımda ağabeyimin eskilerini küçültülüp üstüme giydirdikleri için üstüm başım hep yırtık pırtıktı. O dönemdeki zor yaşam koşullarına rağmen çevresinde olup bitenlere oldukça ilgili, ona buna gülücükler saçan, hayatla barışık olmayı becerebilmiş, ufacık tefecik, sümüklü bir köylü çocuğuydum.
Babamlar, her ne akla hizmet etmişlerse, beni tek kişilik kuran kursuna yollamışlardı o yıllarda. Bir nevi özel ders alıyor gibiydim. Öğretmenim Selim Amcamdı. İşin gücün hiç bitmediği köyde amcamı bulamadığım zamanlarda bu görevi ak saçlı dedem yapardı. Öğretirken otoriter ve sert davranışlar sergilemek; amcamın değişmez huyuydu. Surelerin ezberlenmesi işimin en zor kısmıydı. Oldum olası ezber yanım zayıftır benim. Tabi ki, aksadığım her seferde ya kulağım çekilir ya da azarlanarak cezalandırılırdım. Oysa yaşlılık nedeniyle görme fonksiyonu azalmış dedem, ders sürelerini kısa tutarak beni fazla sıkmazdı. Sabahtan akşama kadar oraya buraya koşuşturarak yorgun düşen ak saçlı adam: “Haydi bu gün bu kadar, yarın amcanla devam edersin” deyince; ben sevinçten havalara uçardım. Sevinmekte haklıydım, çünkü her oturuşumda saatleri bulan yorucu “elif-ba” dersleri, adeta canımdan bezdirirdi. Oyun oynamak, kırlarda bayırlarda koşuşturmak burnumda tüterdi adeta. Hiç sevmediğim oğlak gütmeyi bile bu derslere tercih eder olmuştum.
O dönemin anlayışı, Latin Alfabesiyle yazılmış Kuran okumayı caiz saymazdı. Adeta işkenceye varan eziyete mahkûm edilişimin tek nedeniydi o yanlış anlayış. Uyguladıkları eğitim şekli de alabildiğine iptidai ve demode idi. Ömürlerinde “pedagoji” diye bir kelime duymamışlardı benim amatör eğitici akrabalarım. Karatahta, tebeşir, defter, kalem yoktu o eğitim sisteminde. Teneffüsleri hak getire. Dizlerimin üstündeki eskimiş ve yıpranmış bir elif-ba cüzü tek ders aracımdı. “Elif zıber-e, zier-i, peş-u” şeklinde mütemadiyen tekrar edip duran, temelde ezber sistemine dayanan bu sıkıcı eğitim sistemi bunaltmıştı beni. Amcam ve dedemin yöntem seçmede kusurları yoktu. Onlar da aynı yöntemlerle almışlardı eğitimlerini. Bildikleri bundan ibaretti. Dolayısıyla bana uyguladıkları da.
Çocukluğumun en hassas dönemini ana sınıfında pedagojik eğitim almış öğretmenlerce eğitilmek yerine “elif-ba” öğretilerek cezalandırılmıştım adeta. On haneli bir mahalle olan küçük köyümüzde okul yok iken, anasınıfı ne gezer. O küçük mahallede “elif-ba” okuma şansına sahip olan tek çocuk olduğumu söylemezsem nankörlük yapmış olurum. Söylenenleri çabuk kavrama yeteneğimi keşfeden ileri görüşlü babam, benden ikinci bir Molla Übeyit yaratmayı kafasına koymuştu. Molla Übeyit, yöremizin tartışmasız en derin hocasıydı. Solhan yöresinde oldukça büyük saygı gören bu zatın yaptığı dini sohbetler ilgiyle izlenir ve dinlenirdi. Yöredeki herkes gibi o mollaya hayran olan babam, onun izinden yürümemi kafasında kararlaştırmış olmalı ki, molla olayım diye beni “elif-ba”ya talim ettirmişti.
İlkokula başladığım güne kadar şehre yalnızca bir kez gidebilmiştim. Bingöl’e ilk kez yaptığım o seyahat ile o güne kadar yalnızca uzaktan izlemek ve el sallamakla yetindiğim türlü türlü arabalardan birine ilk kez binmekle, ikinci bir ilke daha imza atmıştım. Şehrin, o gün beni en çok cezbeden tarafı, oraya buraya rastgele atılmış renga renk kâğıtlardı. Arabadan iner inmez köyde en çok sahip olmak istediğim kâğıt parçalarından yüzlercesini görünce aklımı kaçırır gibi olmuştum. Birisi bana bu durumun çok da arzu edilen bir şey olmadığını, bilakis bir nevi çevre kirliliği anlamına geldiğini söylese; ona cevabım “kafayı yemişsin” olacağına kalıbımı basarım. O gün belediyeden kadrolu çöpçü gibi başlamıştım yerlere atılmış kâğıtları toplamaya.
Görmemiş biri gibi yerde bulduğum her kâğıdı toplamaya kalkışmam, amcamı rahatsız etmiş olmalı ki, beni azarlamış ve engellemişti; buna rağmen uzun bir süre beni oyalayacak kadar toplayabilmiş ve ceplerimi doldurmuştum. Benim için oyun oynamanın da ötesinde bir anlam ifade ediyordu kâğıt denen o nesne. Köyümüze gelen ziyaretçilerden çocuklar, şeker isterken, benim istediğim tek şey kâğıtlardı. Karşılaştığım herkese “sizde kâğıt var ise değiştirebilir miyiz” diyerek, amacıma ulaşmaya çalışırdım. Böyle alışverişlerde kârlı çıkan taraf ben olurdum hep. Yazılmış, boş olmuş fark etmezdi. En çok da resimli olanlar tercihimdi. Zulamda çok miktarda kâğıt biriktirmiştim. Oğlak güderken bir heybe içinde yanımda taşıdığım kâğıtlarımı, her fırsat bulduğumda yerlere sererek inceler, okumaya çalışır, boş olanlarına “a-b-c” yazarak oyalanırdım bir çeşit. Daha okula gitmeden alfabenin yirmi dokuz harfini öğrenmek, bu ilginç merak ve çabamın doğal sonucu olmuştu.
Bir taraftan okuma yazmaya ve onun materyali olan kâğıtlara, yazı ve resim gibi objelere olan yakın ilgim, diğer taraftan Arap Alfabesini okumada gösterdiğim ilerleme, başta babam olmak üzere köydeki herkesin dikkatini çekiyordu. Girdiğim her ortamda hiç vakit kaybetmeden çıkarıveriyordum resimli, yazılı ve renkli kâğıtlarımı. Konusu okuma yazma olan gündemin sahibi de ben oluyordum genellikle. Okuma yazma biliyormuş gibi ezberlediğim yazıları çevremdekilere okuyarak şov yapıyordum her fırsatta. Büyüyünce ne olacağım hususu; en çok sorulan konu oluyordu doğal olarak. Artık “Malla Übeyit, Malla Ali olma” yerine, bir gün okula gideceğimi biliyormuş gibi “vali, kaymakam, hakim, savcı, doktor” olmaktan söz etmeye başlamıştım artık.
Yıllar yılları kovalayadursun, ben Arapça okumada bir hayli mesafe kat etmiş, cüz’leri bitirerek Kuran okumaya geçmiştim. Kendi kendime okumamı ilerletiyor, her gün yeni sureler ezberliyordum. Okuduklarımdan hiç bir şey anlamasam da çevreden aldığım olumlu telkinlerle hızımı artırarak devam ediyordum. O güne kadar “Kuranın bir yazı dizisi olmayıp ilahi bir mesaj olduğunu, bu kutsal mesajın okunurken anlaşılması halinde gerçek amaca ulaşılabileceği” fikrine henüz vakıf olamamıştım. Bize yabancı olan bir dille okunan ve dinlenenler, Huda’nın buyruklarını anlamamıza yardım etmiyordu. Her şeye rağmen, okuduklarımla sevaba girdiğime inanıyor ve mutlu oluyordum.
O yıllarda mollalarla fakılar dini sohbetler yapmak üzere köy ve mahalleleri gezerlerdi. Toplanma yerlerinde vaaz edilir, sorular alınır, dini mevzularda tartışmalar yapılır sonra da büyük sofralar kurulur, komşu köylerden akın akın gelmiş dinleyicilerle birlikte yenir, içilirdi. Mollalar, dini konuları herkesin önünde açık bir şekilde tartışırlardı. Bizler için tartışılması caiz olmayan adeta tabu olan konular, onlar arasında rahatlıkla tartışma konusu olabiliyordu. Her mollanın bir taraftarlar grubu oluşuyordu oralarda. Kimisi Malla Übeyitçi, Kimisi Malla Alici, kimisi Malla Ahmetci, kimisi bilmem neci!… Bizim kahramanlarımızdı onlar. Köyündeki sohbete ev sahipliğini yapan zengin ve varlıklı kişiler, hocalara ve fakılara para verirlerdi. “Dini yaymak ve öğretmek gibi kutsal görevler üstlenen din adamlarına zekât ve fitre vermenin Müslümanlar için bir sorumluluk olduğu” görüşü her fırsatta duyulurdu hocalar ve fakıların ağızlarından. Bu hararetli tartışma ve münazaraların sonunda nihayet “evli evine köylü köyüne dönerdi.” Ancak etkisi günlerce sürerdi bu tartışmaların. O köylerdeki dini sohbet ve tartışmaların ardından kimin kimi mat ettiği hususundaki konuşmalar sürer giderdi... Hiçbir iletişim aracının olmadığı o yıllarda, yalnızca mollaları dinleme şansına sahip olmuş köy çocukları için mollaların birer idol olmaları kaçınılmaz oluyordu. Onlar, yöre insanı için tek bilgi kaynağı oldukları gibi aralarındaki ateşli tartışmalarla kendilerine taraftar bularak bir nevi günümüzde futbol kulüplerinin yarattıkları yarış alanına benzer bir alan oluşturmuşlardı. Yani oralarda adı bile duyulmamış Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş rekabetine benzer bir rekabet oluşturmuş ve taraftar bulmuşlardı. Zazaca Dilinin konuşulduğu Solhan dolaylarında “malla” diye isimlendirilen hocaların tartışmasız kabul ettikleri tek otorite Melekan Şeyhi Vahdettin Efendiydi. Onun Peygamber sülalesinden geldiğine inanılır ve otoritesi hiçbir malla tarafından tartışma konusu edilmezdi.
Arapça okumaya devam ettiğim dönemdeki günlerden bir gün köyümüze kaside okurları gelmişlerdi. Kasideler, yörede “arbonı” denilen defler eşliğinde Kürtçe okunuyordu. Ancak Zazaca konuşan köyümüzün insanları Kürtçe bilmezdi. Zazaca ile Kürtçe apayrı diller olduğu gibi bu dilleri konuşan halklar da ayrı etnik yapıdadır. Birbirlerini anlamazlar. Dolayısıyla okunan kasideler de tıpkı Arapça sureler gibi bana bir şey ifade etmiyordu. Ancak Kürtçeyi genç kızlık yıllarında Kürt olan komşularından öğrenmiş olan annem, okunanları tercüme ederek yardımcı olmuştu bana. İtiraf etmeliyim ki, annemin yardımıyla anlamına vakıf olduğum o kasidelerden bir hayli etkilenmiştim. Tadı damağımda kalmıştı kasidelerin. Gezgin kaside okurlarını bir daha ne zaman köyümüze geleceğini Allah bilir ancak. Fakat köyde kaside okuyabilen yoksa ezberlediğim bunca sure ne güne duruyor? Onları neden tercüme etmeyi düşünmeyeyim ki? Bu sorular kafamı meşgul ederken, aklıma annemin o müthiş tercüme yeteneği gelmişti. Öğrendiğim sureleri tercüme etmesi için soluğu annemin yanında almıştım, ancak nafile! Zavallı kadın Arapçayı nereden bilsin ki?
Küçük Mezramızda yokluk ve yoksulluk içinde geçen yıllar bir birini kovalıya dursun; tüm hayatımızın rotasını değiştirecek bir kutsal güneşin doğmakta olduğunu duyduk bir gün. Karanlıkları aydınlığa çevirecek bir güneş. Saçtığı ışıklarla cehalet çemberini kırarak makus talihimizi yenebilecektik artık. Yatılı Bölge Okuluydu doğmasını beklediğimiz o güneş. Kısacık ömrümde duyduğum en güzel haberdi o. İçim içime sığmıyordu. Devlet, geç olsa da geri bırakılmış o bölgenin yoksul çocuklarını hatırlamıştı nihayet. Bu güzel habere rağmen ben yine de endişeliydim. Daha haber duyulur duyulmaz birileri başlamıştı zehirli propagandalarını saçmaya. Neymiş efendim! Okul, dinden imandan edermiş Müslüman çocuklarını.
Babam, yakalayabildiği ileri görüşlülüğü sayesinde benim ve köyümüzdeki bütün çocukların tek şansıydı. Solhan’da yatılı okulun açıldığını duyar duymaz başta ben olmak üzere köydeki tüm çocukları o okula kaydetmişti. Yöredeki insanlara göre daha aydın olan bu insanın ileri görüşlülüğünün sebebi neydi? Belki kısa bir süre ceza evinde kalmış olmasıydı sebebi; belki de daha ben dünyaya gelmeden önce köyümüzde konuşlanmış olan demiryolu şirketinin mühendisleriyle kurduğu iletişimin doğal bir sonucuydu.
Çiçeği burnunda olan biz öğrencilerin okula gitme zamanı geliyordu artık. Çok heyecanlıydım. Bir o kadar da mutlu. Okula başlayacağım diye ilk kez bana pantolon ceket, gömlek, ayakkabı alınmıştı. O güne kadar ağabeyime ait olanlar küçültülerek giydirilmişti bana. Yoksulluğun kol gezdiği yörede yerleşmiş bir uygulamaydı bu. Ama artık ben okula gitmeye hazırlanıyordum, yamalı ve eski giyecekler yakışık almazdı. İlk kez giydiğim giysileri daha köydekilere gösterme fırsatını bulamadan yola koyulmak içimi burkuyordu. Üstümdeki gıcırlarımla komşuları gezerek onlara bir güzel caka satmayı çok istemiştim. İçimden geçenleri okuyamayan babam, izin vermemişti buna. Kirlenmemeliydi gıcır gıcır elbiselerim. O güne kadar beni hep bir beden büyük ve eski giysiler içinde görmüş yengemlerin, amcamların ve daha önemlisi de köydeki diğer çocukların yeni halimi görmelerini, anlatamayacağım kadar büyük bir arzuyla istemiştim.
Okula gitmemiz gereken ilk gün, bir kış gününe rastlamıştı. İnşaat çalışmalarının gecikmeye uğraması nedeniyle geç açılmıştı okul daha ilk yılında. Bu nedenle karları çiğneye çiğneye bir saatlik bir yolu yürüyerek karayoluna ulaştıktan sonra yoldan geçecek bir arabaya binerek o çok merak ettiğim okuluma kavuşacaktım. Ne meraktı ama! Dokuz yaşıma basmıştım daha geçen ay. Ama o güne kadar ne bir okul ne de öğretmen görmüştüm. Dayımların köyü olan Yiğitharmanı’nda yalnız yarım dönem okula devam edebilmiş ağabeyimin alfabesi, görebildiğim, dokunabildiğim tek okul materyaliydi. O alfabeye de ancak ağabeyimin izin verdiği kısa sürelerle bakabiliyordum, o kadar. Esirgiyordu alfabesini ağabeyim. Küçük köyümüzde o güne kadar okula gitme şansına sahip olabilmiş tek kişiydi o. Tekrar okula başlayacakmış; alfabesinin eskimemesi gerekirmiş!..
Yöresel tabirle mektep dedikleri yer nasıl bir şeydi acaba? Alfabede resimlerini görmüştüm. Sarı renkli duvarları, domates kırmızısı renginde çatısı olan, göz kamaştırıcı derecede güzel bir binaydı hafızamdaki okul. Ya öğretmen? Onu bir insan olarak hiç tasavvur etmemiştim o güne kadar. Farklı bir yaratık gibiymiş gibi hayal ediyordum. Tanrının özel olarak yarattığı bir şeydi beynimdeki öğretmen.
Köyümüzdeki altı yedi kadar erkek çocuktan oluşan bir grup oluşturmuştuk okula gittiğimiz o ilk gün. Yanımızda babam ve iki amcam vardı. Yürüyerek Bingöl-Solhan Karayoluna varmıştık. Bir saatlik yürüyüş yormamıştı beni. Heyecanım ve sabırsızlığımdı bana yorgunluğumu unutturan. Karayoluna ulaşmasına ulaşmıştık, ama nadiren geçen arabalar bizi almak için durmuyor, karları üstümüze savurarak geçip gidiyorlardı. Zaman ilerlemiş, üşümüş ve acıkmıştık. Babamlar, bineceğimiz bir arabayı durdurabilmek için bir kilometre mesafede bulunan Şeref Meydan’ındaki Jandarma Karakoluna gitmemiz gerektiğini söylemişlerdi, bu nedenle yeniden yola koyulmuştuk.
Köyümüze her gelişlerinde yüreğimize korku salan, bu nedenle köşe bucak kaçtığımız jandarmanın misafiriydik şimdi. Şaşkındım. Yürümekle bitkin düştüğümüz o akşam, bizi memnun etmek için çırpınıyorlardı Mehmetçikler. Büyüklerimizin: “kaçın, saklanın zıftiler geliyor” dedikleri jandarmadan başkası değildi onlar. Bir taraftan ısınmamız için ha bire sobaya kömür atıyor, diğer taraftan akşam yemeği mönüsündeki kurufasulye, pirinç pilavı, hoşaftan oluşan yemeklerini bizimle paylaşıyorlardı. Jandarmayla olan o yakın birlikteliğimizi, okula başlayacak olmama bağlamıştım iç dünyamda. Öyle ya: okula gidecek, okuyacak ve büyük adam olacak bizlere jandarma saygı göstermeyip de ne yapacaktı.
O soğuk kış akşamı, jandarmanın durdurduğu bir kamyonun üstüne binerek yeni bir geleceğe yelken açmış olduk. Benim için birçok ilklerin yaşandığı gündü o gün. Okul, öğretmen denilen nesnelerle karşılaşacaktım biraz sonra. Yüreğim kıpır kıpırdı. Yerimde duramıyordum. “İnsan bilmediği şeylerden korkar” derler ya. Benim yaşadıklarım da öyle şeylerdi. Heyecanlı, bir o kadar da endişeliydim !. Nedeni de geçen her dakika yeni bilinmezle karşılaşıyor olmamdı.
Hava iyice kararmıştı, göz gözü görmüyordu artık. Kamyon o dönem stabilize olan Bingöl- Muş Karayolundan sarsılarak Solhan’a doğru ilerliyordu. Bir süre sonra duran kamyondan bize refakat eden büyüklerimiz tarafından kucaklanarak indirilmiştik. Bozuk yoldaki sarsıntının verdiği sıkıntı bir yana, açık kamyon üzerinde donmak üzereyken yolculuğu sağ salim bitirmiş olmamız mutlu etmişti bizi. Birileri kaptığı gibi yatakhanelere götürmüş ve ilk buldukları yataklara birerli ikişerli yatırarak üstümüzü battaniyelerle örtmüştü. Zor koşullarda yaptığımız seyahatin getirdiği yorgunluk ve üşüme nedeniyle hemen uyuyuvermiştik. Her şey yabancıydı bize orada. O güne kadar konuşabildiğimiz tek dil olan Zazaca, söylenenleri anlamamıza yetmiyordu. Elektriği ilk kez görüyorduk. Pırıl pırıl parlayan karpuz gibi yuvarlak abajurlarla orada tanışmıştık. Duvardaki çiftli elektrik düğmesinin birine bastıklarında gece lambası, her ikisine basıldığında ise her yerin pırıl pırıl ışıdığını ilgi ve hayretle izliyorduk. Ancak bu gördüklerimizden sonra göreceklerimiz için daha çok sabırsızlanıyorduk. Hayatımın asıl ilklerini yaşamak için sabah olmasını bekleyecektik. Öğrenmek için her şeyi büyük bir dikkatle izliyor…izliyor…izliyorduk. Tek öğrenme metodumuz: gözlem metoduydu o günlerde.
Yataktan kalkar kalkmaz yaptığımız ilk şey, köyümüzün çocukları ile birlikteliğimizi devam ettirmek için el ele tutuşmak olmuştu. Ayrılmamız halinde birbirimizi bir daha göremeyeceğimizi sanmıştık. Sıraya soktular bizi “yemekhaneye gidiyoruz” dediklerini anlıyorduk o kadar. Öğrenciler arasında daha önce köylerindeki okullara giderek Türkçe öğrenmiş çocuklar tercüman olarak görev yapıyor ve öğretmenlerin ne dediğini anlatıyordu diğer çocuklara. Tercüman öğrenciler, cümlelerini: “öğretmen diyor ki” diye başlatınca, ben oradaki yetişkin kişilerin öğretmen olduğunu anlamıştım. Ama o an yaşadıklarım tam bir hayal kırıklığıydı. Bir nevi insanüstü varlıklar olarak hafızamda canlandırdığım öğretmenler de babamlar gibi insandı sadece. Üstelik etrafındakilere bağırıp çağıran, azarlayan, elindeki değnekle kafalarına vuran birileriydi artık gözümün önündeki öğretmenler.
Masalarda yemeğimizi yiyecek olmak bizim için bir ilkti, tıpkı o iş için kuyruğa geçmiş olmak gibi. Bugün bile kuyruğa geçmede zorluk yaşayan bir toplum olduğumuzu düşündüğüm zaman yaptığımız o eğitimin o gün için ne denli önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Yoğun bir uğultu çıkıyordu o kocaman yemek salonundan. Öğretmenler düzeni sağlamak için büyük bir uğraş veriyorlardı. Birbirleriyle bitiştirilmiş masaların üzerendeki tabaklarda o güne kadar hiç görmediğim siyah renkli şeyler vardı. Kara üzüm desem pek benzemiyordu, daha iri taneli görünüyorlardı. Kuyruktaki yerimden çaktırmadan elimi uzatarak bir tanesini alıp ağzıma atar atmaz şaşkına dönmüştüm. Ne kadar da tuzlu şeylerdi bunlar! Ne olduğunu anlamaya çalışırken kuyruktaki birilerinin “zeytin” dediklerini duymuştum. Demiryolunda çalışan amcamın bir keresinde evine getirdiği zeytini tatmış olan ağabeyimin anlattıklarından ibaretti, zeytin hakkındaki bütün bildiklerim.
O güne kadar sadece hayallerimi süsleyen öğretmen, artık bana çok yakındı, üstelik bize bağırıp çağıran, gerektiğinde şiddet uygulamaktan kaçınmayan biri. Kafamdaki eski imaj yıkılıp gitmiş, sevgi yerine korku salan yeni bir imaj oluşmuştu. Okul denen şey de artık benim için yabancı bir nesne değildi. Üstüne üstlük sadece ders saatlerinde gidip akşam eve döndüğüm bir yer değildi. Yatılı okul derlerdi oraya. Orası, içinde sürekli yaşadığım, yatıp kalktığım, azar işittiğim, sürekli itilip kakıldığım, zaman zaman aç kaldığım, hastalandığımda ilaç bulamadığım, başucumda bana ninniler söyleyen bir anneyi özlemini çektiğim açık ceza evini andıran koca bir mekândı.
Okula başladığımız o ilk günden sonra çok şey değişmişti, değişmeye devam ediyordu benim için. İlk olarak iki kız kardeşim de okula yazılmıştı. Okul idaresi, kız öğrenci bulabilmek için velilere blöf yapmıştı. Başka çaresi kalmamış idare, iyi etmişti bu blöfü yapmakla. Yörede kız çocukların okula verilmesi hoş karşılanmıyordu. O nedenle her köyden belli sayıda kız çocuk istenmişti; aksi halde erkek çocukların okuldan gönderileceği söylenmişti velilere. Benim okuldan atılmamı önlemeye yönelikti kız kardeşlerimin okula yazdırılmaları. Bu vesile ile birçok kız öğrenciye şans doğmuştu.
O dönemdeki şartları şimdi değerlendirdiğimde; yöremizde yaşayan medrese kökenli din adamlarının o topluma ne denli zarar verdiğini hatırlıyor ve üzülüyorum. İyi ki, günümüzde pek çok yerde açılan imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinde yetişen aydın din adamlarının göreve başlamasıyla, artık bu yarı cahil din adamlarına mecbur olmaktan kurtulduk demekten allamıyorum kendimi. Bırakın kız çocuklarının okula gitmelerine, erkek çocukların okula gönderilmelerine bile karşı çıkıyorlardı. İlk yaz tatilimizde babamla birlikte rastlaştığımız ve yöremizde “yarım hoca” diye tabir edilen iki din adamının babama söylediklerini hatırlayınca yüzümde acı bir tebessüm beliriyor. Ağızlarından zehir akıtıyorlardı adeta: “Çocuğun elinden Allahın kitabını aldın da Kemal’in kitabını verdin. Ahret Günü Allaha nasıl hesap vereceksin” diyorlardı. Bütün o yanlış telkin ve tavsiyelere rağmen benim eğitimim için onlara ve onların etkilediği çevrelere direnç gösterebilen babam, ne yazık ki kız kardeşlerim için aynı direnci gösterememiş, ikinci sınıftan sonra okul yüzünü bir daha göstermemişti onlara.
Çevre köylerde yaşayan pek çok insanımız, yarı cahil din adamlarının yanlış telkinleri sonucu çocuklarını uzun bir süre okullara göndermemişlerdi. Yöredeki okulsuz köylerdeki çocuklar için inşa edilmiş büyük ve modern bir okul, uzun bir süre yarı kapasiteyle hizmet vermişti. Eğitmek için kollarını açmış bekleyen bir okul varken, yanlış dini ve geleneksel anlayışla okula gönderilmeyen bir kuşak, göz göre göre cehalete mahkûm edilmiş ve kaybedilmişti. Yazık olmuştu tek kelime ile.
Bizim için Solhan Yatılı Bölge Okulunun yolu hiçbir zaman düz ve kolay olmamıştı, bilakis dik, dolambaçlı bir yol olmuştu. Dikenlerin, bıtırakların bulunduğu uzun ve çetin bir yoldu. Fakat yıllar geçtikçe değişen hayat koşulları, dış dünya ile gelişen ilişkilere paralel şekilde medrese kökenli din adamlarının etkisinin azalması ile çocuklar okullara gitmeye başladı. Yeni nesil bize göre daha şanslıdır. Onlar, bizim bir zamanlar mücadele vererek açtığımız düz bir yolda daha rahat ve emin adımlarla yürüyebiliyorlar. Yörede halen kız çocuklarının okula gitmeleri önündeki engeller kısmen sürse de erkek çocuklar için artık bir engel kalmamıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.