- 836 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'fikir ve vicdan özgürlüğü'
Tarih 4 Haziran 1917. Amerika’da vatansever geçinen topluluklar hep bir ağızdan aynı sözü birbirlerine slogan gibi bağırdıkları zamanlar. Belki slogan bile değil. Plütokrasi cenneti Birleşik Devletlerin bir asırdan beri değişmemiş, doların kalbi olan yer de bir başka ülkeye demokrasi götürüleceği söyleniyor. Yer Almanya.
‘Almanya ile savaşacağız. Çünkü onlara özgürlük ve demokrasi vereceğiz. ‘
Hükümetlerin deli gömlekleri olan üniformalarla başlatılmış bu demokrasi getirme oyunu bir asırdır süregeliyor. Sağır, dilsiz ve kör olan vatandaşlar bu sözü çok seviyorlar. Peki, bu özgürlük kimin?
Tek bir petrol şirketinin bile Afrika’da birkaç ülkeye birden hükümet kurdurabildiği bir döneme geldiğimiz bugünlerde, sırtımızı yaslayıp, çok eski bir tarih olmayan bir asır öncesinden bugüne sömürge düzenin değişmediğini apaçık görebiliriz. Bunu elbette yapabiliriz. Fakat slogan üreterek propagandaya destek olma biçimiyle değil, düşünerek, araştırarak bunu başarabiliriz. Ancak özgür olma bilincini yitirmiş, kendini başka insanların sözleriyle yaşamaya alıştıran, düşünmeden, düşünmek için bile kaba tabirle kavgaya girişmeyen insanın fikir ve vicdan özgülüğü olabilir mi?
Bayülgen nerede? Eski Türk inanışındaki iyilik tanrısı nerede? Silahların, füzelerin ucunda mı? Peki, silahı, füzeyi geçelim, senin gibi düşünmeyene zulüm uygulamak nasıl bir etik problemidir?
Elimde ne tuğla, ne taş, ne bir silah ne de benzeri var. Ben (özgür düşünme ve konuşma arzusunda olan) böyle bir haldeyken benim karşımda duranın ettiği küfürler, elinde tuttuğu sahte adalet sağlayıcılar karşısında nasıl bir tutum sergilemem gerekiyor? Zulüm ve aşağılanma karşısında insanın asıl kalesi, kendi aklı ve vicdanıdır. Bunu kabul etmeyen her kim, herhangi bir parti ya da organ içerisinde kendi benliğini kabul ediyorsa, Amerika bazında düşünelim; ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun, insanlık vasfı olarak düzelmesi güç bir insafsızlığın pençesine yaşam iddiasını canlı tutmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Memnuniyetsizliğin soluğu dünyanın her bir tarafında insan olma bilincine kurşun yağdırırken, bu derin sefalete karşın edilecek sözlere bile makyaj uygulandığı bir cennette Güneş’i de, Ay’ı da es geçiyoruz. Dünya var olduğu andan beri onu aydınlatan, onun yaşama fonksiyonun kalbi olan Güneş’e sorsalar, herhangi bir ücret ister mi? Görevini yerine getirmekten başka bir işi olmayan, yaşam gıdamız Güneş’in bile Dünya için söyleyeceği bir söz olmayabilir ama ruhunun tarlalarına şeytanların ekin ekmesine izin vermiş insanların küstahlığı karşısında korkuya kapılır, belki yaratıcısından enerjisinin alınmasını talep edebilir. Absürt bir örnek miydi bu? İblis’in tek başına başaramayacağı işleri insanlarla birlikte yapabildiği bir yaşamdan bahsediyoruz. Neyin mümkün olup olmadığını mı sorgulayacağız? Madem öyle, arzu ettiğin bir şekilde düşünsen dahi, konuşmak bir yana, yazıp, yayınlamak başkalarının menfaatine dokunduğu için suç oluyorsa, haksız yere öldürülen insanın sözü bile edilemiyorsa, hangi utançtan bahsedeceğiz? Kendi kaygılarından dolayı doğan, kendi evinin önüne çektiği çitlerin ardından başkalarının haklı serzenişlerini suç olarak belirleyen bir canlının hangi temel ahlaka uygunluğundan bahsedebiliriz?
Öldürmek için alet yaparak güçlü olunacağı iddiası hala aklının bir yerinde geçiyorsan, sen insan olamazsın! Kişisel kaygılarını ülküsel amaç gibi gösterenler için sen de onların pazarında alışveriş yapmaya devam ediyorsan, gündelik alışverişini değil, yağma yapmaya aldırış etmeyen bir insan olursun. Soylu kimdir biliyor musun? Soylu dediğin insan, yaşamı boyunca yorulmadan çalışan, toprağını işleyen ve kendileri gibi olan insanlar için yiyecek üreten insandır. Evet, onları da sömürenler hep olmuştur ama Roma tarihinde bile bir çiftçinin, bir köylünün sesi daha gür çıktığı zamanlar olmuştur. Açgözlülüğün eliyle, hep sömüren ellerin altında ne bir iplik dikip, ne bir tohum ekmiş insanlardan nasıl bir vicdan bekleyebilirsin ki? Üretici ya da yararlı bir işe katkısı olmayan, halkın köleliğini dogma ve hakim görüşlerle benimsetip, gençleri zehirleyen insanları zamanı gelince kim iyi halle andı ki? Kız kardeşine tecavüz edildiği için, tecavüz eden rütbeli askeri öldürüp dağa kaçan Pancho Villa mı tarih okunduğunda kötü tanımlanmaktadır, yoksa Wilson mu? Bir şeyler yapan bir insan ya da bir grup, her ne olursa olsun güdülen ekonomi masallarıyla kelleleri uçurulurken, yalan da bir gün kendi yaratıcısını tüketmeyecek midir?
Yalnızca popüler olanın onaylanıp, konuşulmaya izin verildiği bir dünyanın olmadığını kabul etmeyen ruhların kirlenmiş dünyalarını masaya dökmeye lüzum yok. Çöpü samandan ayırmak için her fikir kendini göstermelidir. Mutlak ifade özgürlüğünün olmadığı bir dünyada, kendi güç ve nüfuslarıyla karşı olarak görülen her insan yaşamasına dahi izin verilmeyecek bir canavar gölgesinde yaşamak zorunda kalır. Ne düşüncelere kilit vurulabilir ne de zamanın geçmesi engellenebilir.
Elbette yalan bile kendi içinde devam ettirilmek şartıyla geçerliliğini korur. Güncel bir meseleyi irdelemek için yazmıyorum. Herhangi bir şirket, herhangi bir siyasi figür üzerinden de konuyu dağıtmıyorum ancak yalanların içerisinde öyle bir yalan vardır ki, bu insanın kendi eliyle mahvetmesinin adıdır. Nedir bu yalan? ‘Ben de böyle düşünüyorum, insan elbette özgür bir fikre ve vicdana ait olmalıdır ama…’ Ama’dan sonrası kendini bağlı hissettiği ya da öyle zannettiği fikirsiz, dehşetli fırtınaların yer aldığı bir kargaşadan da başka bir yer değildir. Öngördüğü hüküm ama’dan sonrasını kapsamaktadır ancak başta biraz vicdani davranmaya çalışır. Özünde iyi olmakla da bunun alakası yoktur. Özünde iyi olmak ama’yı iyi bir gerekçenin araçları doğrultusunda farklı planların da olabileceğini göstermek amacıyla kullanılırsa vicdani olur. Yoksa kendi bağnaz, sapkın, yıllarca, belki bir asır ya da daha fazla kemikleşmiş yalanını ifade etmesi, onun nasıl bir ahlak sorunu yaşadığını da gözler önüne sürmekten ve vicdan yoksunu olduğunu göstermekten başka bir şey değildir.
Konuşma özgürlüğü farklı bir fikrin konuşulmaya başlamasıyla kendini belli eder. Buna kendi ülkemiz açısından yaklaştığımızda, cenahların hiçbiri sağlıklı düşünemez. Bağnazlık dinsel bir sorun değil, eğitimsel bir sorundur. Eğitimini almış olduğunu iddia edenin menfaatlerine ve de başka tür düşünen insanlara karşı gösterdiği tepkilere göre değerlendirdiğimiz de, aldığı eğitimin onun yalnızca kendi bağnazlığını koruma yolunda daha çok kelime kullanma becerisine sahip olmasıdır da diyebiliriz. İhtisasına göre, kendi branşına göre konuşmaya başlar ve halktan üstün bir varlık gibi kendini görmeye başlar. Aslında buradaki en büyük sorun halkın da kendini eğitimli görmeye başladığı süreçle de alakalıdır. Filozoflar için geçerli olan, bugünü köken itibariyle düşünmekten başka bir olmamıştır. Köken ne mi? Bilinen insanlık tarihi boyunca, hikayelerin aslında her insanın yaşayabileceği süreçler olduğudur. Eğitim aldığını iddian eden her insan konuşmaya başladığında kendi bilgi dağarcığını da ortaya sunmaya başlar. Öğrenmenin en kolay ve temel yolu dinlemekken, ciddiyetsiz ya da bağnaz, fanatik bir kimliğin ortaya çıkışı da konuşmasıyla ortaya çıkar. Konuşurken kendini ifade etmekte zorlanan, ezberlediği özdeyiş ya da atasözleriyle kendini ifade etmeye kalkar. Bu ilk başta problem gibi algılanmaz. Deyimler, atasözleri, özdeyişler süslü gelebilir ancak dikkatli bir şekilde incelediğinde, ifade yetersizliğini açıklığı anlaşılır. Peki, eğitim aldığını iddia eden ya da eğitimliyim diyen bir insan kendi aklını çalıştıramaz, kendini haklı olarak da ifade edemezken, farklı koşullar altında defalarca tekrarlanan sözlere tabi olmaz mı? Dünyada cinayetlerin ve suçların, yoksulluğun ve yolsuzluğun olması gerekmiyor, bunu açıkça ifade edebiliyoruz değil mi? Evet. Ancak bu fikir ve vicdan özgürlüğü değildir. Lanetlenen şey, bir avuç insanın zenginlik denilen şeyi kendi tekeli altına alması karşısında diğerlerinin bu doğrultuda sahici bir konuşma yaptığı zaman ona uygulanan baskıdır. Zenginliği üreten kim peki? Fabrikalarda çalışanlar, kömürü yerin kaç kat altından çıkaranlar kim? Tarlalarda kim tohum ekiyor? Zenginliği tarlasını satıp, şehirde iki-üç ev alanlar olarak tanımlıyorsanız, baştan yanlış bir fikre kapıldığınızı söylemek lazım. Elindeki en değerli varlığı satıp, kat sahibi olan bir insanın ‘geleceğimi garantiye aldım’ iddiası gülünç değil midir? Evladını memur etmek için ya da özel şirketlerde yüksek maaşlarda çalışması çabalayan anne babaların, kendi topraklarını sürecek kimse kalmadığı için, ‘satalım da kurtulalım’ mantığı ile şehirler alt üst olmamış mıdır? Elbette bu başka bir konuya bizi davet ediyor. Fakat konuşma özgürlüğünden bahsederken, elbette vicdan özgürlüğünün kanayan kör cahil taraflarına da insan değinmeden edemiyor. Toprak sahibi haklı olarak şunu da söyleyebilir: ‘Ben de ekip, biçmek istiyorum ama traktörün yakıtı şu kadar, işçisi şu kadar, tohumu, gübresi, ilacı şu kadar.’ Fikri özgürlüğün yoksa konuşamıyorsan elbette senede bir yenilenmesi gereken tohum da ilacıyla birlikte sana zorla sattırılır. Yalnız zihnen değil, fiziksel olarak da sağlıksız gıdaların sunulduğu tablalarda gelecek için gülümseyebilir misin o zaman? Gülümseyemiyorsun değil mi? İşgücü ürünleri üretenlere aittir derken gücenen bir işçiden, bir çiftçiden, bir madenciden nasıl olumlu bir dayanışma bekleyebilir ki insan? Bunun üst değil, eş modeli de elbette halkın, aslında kaynaşmamış, klikler halinde yaşayan toplumunun da öz sorunudur.
Elbette toprak ve üretim tekeli kaldırılmalı diyebiliriz. Bunu bir asırdan daha önce dünyada bu konularda daha bilinçli insanlar çok defa söyleyip, bu konu da söylevler de verildi, kitaplar da yazıldı. Üretimi kısıtlanan, kandırılan kliklerin –genel söylemiyle diyelim toplumların- ortada ayan beyan duran suçları görmeden savaşlar altında bellerinin bükülmesi de bir türlü arzu edilen bilince sahip olamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu bilinç mevzusunun esprisi de çok öncelere dayanıyor. Bu konuda iman etmiş, gerçek aydın, yol göstericiler bir yana, zamanımızda bireyciliğin daha sağlam zeminlerde yaşanıldığı koşullar altında isimlerinin yanına ya da onları tanımlarken ‘aydın’ olarak belirttiğimiz kişiler, sahtekarlardan başka da bir şey değillerdir. Her klik kendi içinde kendi aydını doğurur, bu gerçek bir olgudur ama sahtekarların aydınlattığı yolda tekelleşen kapital mecrada toplum hangi suçu görebilir ki? Görse dahi ifade edebilir ki? Hem iki dünya savaşı hem de onlardan sonra yaşanmış militarist eylemlerin temelde yatan sebeplerinden biri de suçların örtbas edilmesi değil midir? Milyon dolarlık füzelerin alakasız insanlar üzerinde denendiği bir çağda, her hareket ya da her irili ufaklı eylem aslında hükmedenlerin suçlarını örtbas etme çabasından başka bir şey olamaz. Yaşam koşulları kötüyken, daha iyi şeylerin olduğunu söylemek suç mudur? Eğer bu suçsa –diyelim ki suç olsun- o zaman ortalığı karıştıran, eskilerin söylemiyle anarşist olmak mıdır mesele? Hükmedenlerin vasıflarını ya da ekonomik kaygılarından dolayı para babalarının sözlerini yerine getirme konusunda eylemlerindeki suçları ifade etmek anarşizm midir? Daha doğrusu ve düzeltmiş haliyle; insan üzerindeki baskı ya da basınç, o insanın doğal olarak tepki vermesini gerektirir. Bunu şiddet olarak anlıyorsa bir insan, başta kendisini düzeltmesi gerekir ki, evrim geçirdiği süreç itibariyle anarşizm bile şiddetin araçlığını çoğu zaman reddetmiştir. Burada anarşizmi, herhangi bir fikri direkt savunuyor ya da yeriyor da değilim. Özü itibariyle evrim geçiren bir karşı koymadan bahsediyorum. Peki, bu nasıl olacak? Otomatik silahlarla mı, tabancalarla, füzelerle, bombalarlar mı? Hayır, baştan beri militarist aletlerin suçları örtbas etme konusunda becerikli canavarlar olduğunu belirtmeye çalışıyorum. Peki, hukuksal adaletle mi? birbirini dışlayan iki terimi de yan yana kullanma becerisini eskiden de başarıyorlardı, şimdi de başarıyorlar. Hukuksal adalet ilk duyulduğunda ya da okunduğunda göze batmayabilir ancak hukuk otokrat biçimde kılıflara sığdırılmışsa, orada adaletin kendisinden bahsedilemez.
Burada başka bir konu üzerinden örnek verelim. Dini konularda bilgi sahibi olduğunu sananların düştüğü bazı yanlış düşüncelerden bahsedelim. Aslında hukuksal adalet girdabı gibi trajikomik bir örnek olacağını varsayıyorum. ‘Dinin reform vakti gelmiştir’ diyorlar. Bunu söylerken de dinin spritüel anlayışına da yaklaşık olarak, direkt Allah ile bağ kurmayı talep ederler. Burada bir yanlış yok, elbette Tanrı ile kul arasında bağ kurabilir ve bütün dinlerin özünde bu anlayış vardır. Bu bağ çerçevesinde olayları incelediğimizde, üstün kişilikler reddedilme noktasına gelme aşaması vardır ki, bu dinim yok diyen (dinsiz kimse yoktur, bu da ayrı bir konu elbette) kimsenin bile yapmayacağı derece de haksızlıktır. Şöyle ki, bir ordu akıllı bir komutanın planıyla cephede zafer kazanırken, komutan da askerlerle birlikteyken, erlerden biri çıkıp der ki:’ aslında komutanın hiçbir vasfı yok, o kim ki? Ben de o komutan gibi şanlıyım.’ Başta sakin bir zihinle meseleye bakıldığında erin söylediği komün kültürü anlayışıyla haksız karşılanmayabilir ama komutanın planı ve önceki şanına yaptığı saygısızlık göz ardı edilebilir mi? Bu eri yüceltmeye çalışırken, komutanı aşağılamak değil midir? Elbette anti-militarist bir çerçeve içerisinde ilerleyen yazıda ironi yapmakta mümkün. Dinde reform anlayışını, yine dinde var olan âlim, evliya üzerinden giderek yapmaya çalışan bir anlayış hangi bilimle tutarlı yol alabilir? Burada bilimin din üzerindeki etkisinden bahsedeceğim. Örneğin, sosyal bir konu olarak eşini gebe bırakıp bırakmama konusunda bile peygamberin geçerli bir sözü vardır. Bu ilkel olarak (hatta geçerli de diyebiliriz) uygulanan yöntem, erkeğin boşalmadan önce kendisini geri çekmesi ve dışarıya boşalmasıdır. Bilim bu konuda yenilik getiriyor ve türlü yöntemlerle bu geri çekilme olmadan dahi gebe kalmanın önüne geçiliyorken, din de bu tür yöntemlerin yasak olduğunu söylemek nasıl bir aptallıktır? Ecnebi, tahrif edilmiş dinin icadı diye bilgisayarı da kullanmayalım, telefon da almayalım. Evet, ilginç, hatta komik gelebilir ama bilime ters takvalarıyla asıl çürümeyi içte, camilerde başlatan ahlak yoksunu insanlar olmamış mıdır? İmanı gösteriş budalalığına, tıpkı sahiplerinin bir fabrikayı yönettiği gibi insanları bu budalaca gösteriş sevdalılığına sloganvari ifadelerle aynı insanlar sürüklüyorlar. Sarık cübbeyi dinin mutlak emri gibi gören, dini anlatma konusunda yavan insanların bilimle nasıl dostluğu olabilir? Buna karşı argüman olarak onların din adamları da aynı şekil davranmıyorlar mı diye cevap veriliyor. Temsil kabiliyetindeki keyfiyetsizlikten tezahür eden sapkın alışkanlıklar süslü Müslüman oluşunu sağlamaktan başka ne işe yarıyor? Reform denilen, bilimle beraber yenilen hükümler sürecidir. Basit bir örnekle daha asıl konudan uzaklaşmadan bu konuyu geçmek istiyorum. Başörtüsü konusunda da aynı sözler iddia edilmektedir. Reform gelmesi gerekli ve başörtüsünü ilkel bir uygulama olduğu söylenmektedir. Asıl laiklik konusunun sıkıntı yaşandığı yer gibi duran bu örnekte aslında iki türlü bağnaz fikirciklerin arasında heba olmaktadır. Ne hükümetlerin deli gömleklerinin üzerinde bir ruhani simge olabilir ne de diğer türlü bağnaz fikir gibi medeniyetin prangası. Bilimdışı bu tür fikirciklerin sahip olduğu, daha doğrusu kapital sahiplerinin tekelleştiği noktalar gibi, bağnazların da fikirleri yani fikircikleri bu saçma alanlarda sıkışıp kalmaktadır.
Hukuksal adalet garabetinden bahsediyorduk. Tıpkı dinde reform arzulayan ve bunu bilimdışı yöntemlerle arzulayanların insanların düştükleri çıkmaz gibi, hukuksal adalette adaletin olmadığını bize anlatmaktan başka bir şey değildir. Ya o gerçek bir adalet içeriyorsa hukuk’tur ya da daha eski medeniyetlerin direği olduğu hususuyla düşünürsek, bir bütün olarak adalettir.
Her türlü zulme en başta, ilkel haliyle karşı koymak gerektiğini unuttuğumuz için bu durumda olabiliriz. Bunu yadsımak bize bir şey kazandırmaz, tam tersi kabul edersek başka türlü zulümlerin gelmesi noktasında engel olabiliriz. Ama şu çığırtkanlık hemen kulaklarda yankılanabilir:’ Neden o devletler mazlumları, masumları öldürüyor? Nerede adalet? Nerede Tanrı?’ Tanrı inancı olan birisi de şunu söyleyebilir:’ Allah’ım onları kahret! O bombaları onlara geri gönder. Füzelerini, gemilerini mahvet.’ Öç alma temelli olmasa da altta kalmama adına sövgü içeren cümleler de kurulabilir. Demokrasi götüren Wall Street prensleri, Yahudi planları bu konuda geçerli sayılabilir. Burada farklı bir problemle de karşılaşıyoruz. (Fikir edinme yöntemi budur. Örneğin Yahudi planı derken, aslında genel bir Yahudi oluşumunu burada listeleyip, kötülemek iyi midir? Bu düşüncenin yeni düşünceler, araştırmalar doğurmasıdır. Sloganvari düşünce, ezberden fikir nakaratları düşünme olamaz) İnsanları yüzlerce gruba, düşünceye göre ayırabiliriz. Fakat dünyada çok basit gibi gelse de, iyi ve kötü ayrımı vardır yalnızca. Yahudi planı demekte aslında yanlış bir tabirdir. Emperyalist güçler, kendi dinlerini daha güçlü gören kötü ruhlu insanlar vs. tabirleri de kullanılabilir ama ortalıkta dönen tabir olarak böyle söylemek zorundayım. Yahudiler içerisinden de yıllarca Filistin’e yapılan zulümlerden dolayı protestolar gelmiştir. Hatta Müslümanların yapmadığı yardımlar da yapılmıştır ancak son durum itibariyle kötülerin gücünü kabul etmek gerekiyor sanırım. Yine de insan hiçbir şey bilmiyor olsa da, sağlıklı ve hür fikri ve vicdani gelişimi olmayan bir yerde demokrasi çığlığının aldatmaca olduğunu anlaması gerekir. Düşünmeyen biri bile böyle bir şey duyduğunda, bunun yalan ve tuzak olduğunu bilmelidir. Fakat en aşağılık plütokrasi cennetinde de yaşasa, cumhuriyetler altında da yaşasa, insan sağır, dilsiz ve körse burjuva demokrasinin birer aldatma yöntemi olduğu gerçeğini kabul edemez. Bir buçuk asır önce söylemlerin sıklaştığı, ciddi anlamda işçi hareketlerinin ivmelendiği noktadan bugüne aslında işçi yerine insan kelimesini kullanarak olayları irdeleyebiliriz. Gerçek özgürlük ve bağımsızlık davası kendi vatanındaki yapılan zulümlere karşı koymakla başlar. Konuşma özgürlüğünün, ‘canın ne isterse söyle ama ağzını kapalı tut’ noktasına geldiğinin yanlış olduğunu söylemek kime ne kazandırır? Eğer karşıdaki insanın fikirlerine kendi fikir havuzundan yanıt verecek kadar kapasite eksikliğin varsa ve bu yüzden küfür etmeye, hır gür çıkarmaya başlıyorsan, bu nasıl bir özgürlük anlayışıdır?
Vatanseverliğin kendi komşusundan nefret etme türü yeni değildir. Hem kendi içinde düşman üreten hem de çevresindeki ülkelerle düşman olan bir toplum zengin bir medeniyetten bahsedebilir mi? Bazılarının aklına nakaratvari medeniyet denilen Akif’in söylemindeki ‘tek dişi kalmış canavar’ örneği akla geliyor. Bu yazıya başlarken bile örnek verdiğim tarih bir asır öncesi. Yani medeniyetin elbette medeni olmadan önceki, batıda hayalet gibi dolaştığı zamanlar. Savaşın asıl olanı cephede olanı değildir. Sosyal hayattaki düzensizliklere, haksızlıklara, adaletsiz baskı ve zulümlere karşı savaş asıl büyük savaştır. Daha kendi çalıştığı iş yerindeki patronundan, müdüründen, amirinden hakkını alamayan bir bireyin ya da hükmedenlerin zorla elinden aldığı haklara karşı susan, birlik olamayan bir toplumun cephedeki savaşının ne türlü önemi kalır? Elbette insan gerçek bir cephe savaşında kendi yaşamını koruma içgüdüsüyle eline silah alıp, canını, ailesini, vatanını koruyabilir. Bu bile zamanın şartları itibariyle küresel suçların örtbas edilmesinden başka bir şey değildir. İtaat iyi insanlara yapıldığı zaman filizlenmeye, çiçek açmaya, toplumun da yüzünü güldürmeye başlar. Aidiyet hissettiğin sokağında, şehrinde güven içerisinde olamıyorsa bir insan ya da toplum, asıl mücadele edinilmesi gereken alan bu yanlışların düzeltilmesi değil midir? Hangi savaştan bahsediyoruz? Karşılıklı dövüşlerin olduğu küresel arena da, eskimiş bağnaz fikirlerle ya da yeni gibi duran ancak bağnazlığın türevi olan telakkilerle sonuç alınabilir mi? Fikrin ve vicdanın özgürleştiği noktada, anarşist tutumların da şiddete yönelik eylemleri tükenir, fikirler ortaya çıkar ve fikirler üzerinden çaba gösterilir. Vicdan özgürlüğü de saygı ilkesiyle kendini bulur. Dünyada mutlak, ilkeli eğitimlerin başında da saygı en yüce dayanak olmuş ve olmaktadır.
Evet, 1917’den günümüz 2017’sine kadar geçen sürede insanlık pek çok şey yaşadı. 1917’den önce de savaşların, toplum kavgalarının yaşandığı süreçler hep oldu. Bu ‘insanlığın kaderi’ diyerek işin içinden çıkamayız. Özgürlüğün borcunu, doğmamış çocuklar için ekmek kuyrukları var ettiği bu yeniçağ da hala bahsedilen ve özgün gibi gelen konu; fikri ve vicdani özgürlükse, tarihin birer mazi ya da envanteri eskimiş, köhne manzarası olduğu değil, canlı, tekrardan çağın standartlarına göre yaşanıyor olduğudur. Özellikle ebeveynlerin çocuklarına aşılamaları gereken de bu olgunluk yetisidir. Umursamaz, kibirli ya da kendini anlatamayan bir bireyin temelinde, travma yaşayan çocukların özgeçmişi vardır. Fikri ve vicdani özgürlüğü benimsememiş her ebeveyn kendi sakat yaşantılarını çocuklara da aşılayarak aslında çağın gereksinimlerinden uzakta, çağdışı, ilkel bir toplum için hizmet etmiş olurlar. Saygının, anlayışın kısıtlı olabileceğini söylemek ve bunu öğretmek bile nasıl küstahça bir yetiştirme metodudur! Yanlış bir örnek gibi gelse de, çocuklar için satılan bir arsayla alınan evlerin ya da değer kazansın diye bekletilen arazilerin, kapital varlıkların dünya gerçeğinde çocuklar için fayda sağladığını apaçık kim söyleyebilir? Önceliği kazanmamış bireyler, kibirle ve umursamaz tavırlarla kendilerini iyi hissettikleri sürekli bir durum mudur? Yorumu yanlış anlayanlar çıkabilir. Bu demek değildir ki, para kazanılmasın, biriktirilmesin ya da yatırım yapılmasın. Asıl mesele kaçırıldıktan ve fanatik duygularla yaşamda kendi kimliğini hep başka örnekler yardımıyla tanımlayan, daha doğru bir tabirle açıklayan insanların bireysel mücadelelerinden başka bir tür özgürlük ortaya çıkabilir mi? Yanlışlıkla fazla gelmiş faturasına, eksik yatırılmış vadeli hesabındaki parasına, fazla ödeyeceği vergisinden başka bireysel hangi mücadelesi sayılabilir? Asıl menfaatin toplumsal bir iyileşme olmadan olmayacağını hangi sağıra, dilsize ya da köre apaçık anlatılabilir?
Ayaklar altında tüfekler, ellerde çelik tencereler
Mayıs çiçekleri gibi kokuyor insanın var ettiği emekler
Aklın büyürken, kalbin ufalır, korkma ey insan
Sen uğraş verdikçe renklenir dünyadaki grilikler
Evet, insan olmanın var olma savaşı. Haksızlığa, adaletsizliğe karşı saf bilince sahip olma adımları. İnsanlığın uzayda haftalarca dolaşıp, robotlar geliştirmesi kırk sene sonrada milyarlarca insan için hiç hükmünde olacaktır. Çağdışı kalmayacak, kendini yenileyecek insanın insana karşı açtığı derin çukurları kapama uğraşından başka bir şey de olmayacaktır.
YORUMLAR
HakkınSesi
Uzayda değil dünyada bir yer de biliyorum gelecek.
"Makinelerden çok, insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok şefkat ve kibarlığa ihtiyacımız var."
The Great Dictator (1940) 'da böyle söylüyor Charlie Chaplin.
insanın özüne inmek gerekiyor galiba. dini geçiyorum, devrimi, anarşistliği, kapitalistliği falan. bunları şimdilik bi kenara atıyorum ama biliyorum da çok geçmeden birbirlerine sloganlar atıp, gövde gösterisinde bulunacaklar. sessizliğe ve durgunluğa fazla dayanamazlar çünkü.
mesela haksız yere görevlerinden alınanlar, atılanlar ve tutuklananlar vardı. 'çağdaş hukuklar derneği'nden -ki kendisi de insanların hakkını savunduğu için kaç kere darp edilip, tutuklandı- bir avukat soruyor açlık grevine giren öğretmenlerin bulunduğu meydanda :
"95 000 insan görevinden alındı, işsiz kaldı. bu insanlar şimdi nerde, ne yapıyor? neden burda değiller? siz sanıyorsunuz ki 'bu insanlar bir aydır grevdeler ama bak iyi görünüyorlar hãlã', mesele bu değil. onların bir şey yemeyişleri veya işsiz oluşları da değildir!. hakkı savunan insanlar ve de direnenler açlığı düşünmezler! bu insanlar sizin için burda, sizin için de hakkınızı soruyorlar! ve sizin de sesinizi yükseltmenizi bekliyorlar, bu insanları görmezden gelmeyin ve kulak verin!" ve buna benzer bir konuşma yaptı. çok kalabalık olmasa da bir grup etrafına toplanmış ve ceplerinden görüntülüyorlardı. bu insanların sesi çıkıyor muydu peki? hayır dinliyorlardı sadece alkışlarla konuşma son buldu ve muhtemelen şikãyet üzerine tekrar polis memurları meydana gelip tutanak tuttu ve yine büyük ihtimalle gözaltına alındı bu vatandaşlar. yani öğretmenler ve avukat. haklarında daha önce zaten açılmış dosyalara bir yenisi eklendi.
bütün bu mücadeleler niye veriliyor sormak lazım önce..bu insanların elinde ne bir silah ne pimi çekilmiş bir bomba, ne de başka tehlikeli bir madde var. bu insanlar sadece konuşuyorlar, bu insanlar bu haksızlıklara karşı seslerini yükseltirlerken, ordan geçenlerin ve kendilerinin de kaderini değiştirecek veya belirleyecek olan bütün gündem maddelerine dikkat çekmelerini ve düşünmelerini istiyorlar sadece. silahlarınızı alın gelin, bizim cephede savaşın! demiyorlar yani..siz de konuşun, haksızlığa boyun eğmeyin diyorlar yalnız ...
'fikir ve vicdan özgürlüğü' budur işte. bu insanlar aylardır içeri alınıyor, sorgulanıyor, işkence görüyor sonra da serbest bırakılıyor. bu gözlerini korkutup, yıldırma politikası bir işe yarıyor mu peki? hayır bu insanlar eskisinden daha güçlü bir şekilde, hiç yorulmadan halka seslenmeyi bi amaç, görev edinmişler. insanlığın gözlerini açmayı kendilerine bir nevî sorumluluk sayıp, üstelik bu ağır şartlarda devam ediyorlar.
oysa bazılarımız işaret parmaklarımızı onlara doğrultup, hiç utanmadan 'terorist! anarşist!' gibi bazı ithamlarla, önyargılarla hemen ispiyonlayıp, içeri tıktırıyoruz..
geçenlerde yine aydın görüşlü bi grup metroya binip halka seslendi. karşı görüşlü bi adamla,oğlu hemen iki cümleden sonra araya girip cep telefonuna sarılıp emniyeti aradı. "siz teroristsiniz, tutuklasınlar da sizi görün!" tehditvari gelişigüzel laflarla saldırdılar hemen..
sorun ne biliyor musun? dinlemeyi bilmiyoruz, anlamaya çalışmıyoruz birbirimizi. düşünmek mi? sanırım hiç vaktimiz yok düşünmeye...köktenci ve beyne hükmeden ezberci görüşlerle odun gibi taş kesiliyoruz hemen...
konu derin ve uzun aslında anlatacak çok şey var da neyse...başka sefere...
HakkınSesi
Hep söyle söyle ama başka sefere.
Kinik bir hal ile fikri mahpus oluşunu kınıyorum.
Neyse gule aney, ne sen söyle ne ben söyleyem. Tarih fazlasıyla sabit.
Ehli Velayet hükmünde talip ve tecelli edene saygımla..
( Çok derin ve sırlı konuştu. Acaba ne dedi:) )
Gule
beni gaza getirme sana terbiye edilmiş çok efendi osmanlı kelimeleriyle roman bile yazarım şaşarsın ona göre:))